11 Eylül’ün ardından başlayan ABD’nin Afganistan işgali yirmi yılın ardından sona erdi. Sovyetler’in Afganistan’dan çekildiğini açıklamasının ardından ABD’nin boşluğu doldurma hevesiyle Afganistan’a girmesiyle başlayan, Irak’ın işgali, Kuzey Afrika, Ukrayna ve Gürcistan’daki renkli devrimler ve bitirilemeyen Suriye savaşı ile devam eden sürecin sonucunda ABD 2021’in Eylül ayında, neredeyse 11 Eylül’ün yirminci yıldönümünde Afganistan’ı terk etti.

ABD’nin Afganistan’dan çıkışı ve emperyalizm hakkında yazarken 11 Eylül’ün yıldönümünü anımsatarak başlamamız ilginç bir tesadüfe dikkat çekmek için değil. Aksine 11 Eylül sonrası başlayan ve Irak savaşı ile devam eden yirmi yıllık süreç sadece emperyalizmin krizini anlamak için değil aynı zamanda diğer akımlarla programatik farklarımızı ortaya koyabilmek adına da sayısız imkan sundu. Dolayısıyla neredeyse 20 yıl önce, daha yeni siyaset sahnesine çıkmışken yazdıklarımızı hatırlatmakta fayda var.

2000’li yıllara gelindiğinde SSCB’nin yıkılmasıyla, ya da yaygın kullanılan başka bir deyişle sosyalizmin çöküşüyle dur diyeni kalmayan emperyalist bloğun pervasız saldırılara giriştiğine dair muhtelif analizler yapıldı. Bosna savaşından başlayıp 11 Eylül’ün sonuçlarına dek tüm gelişmeler emperyalizmin dünya halklarına karşı açtığı savaş olarak nitelendirildi. Diğer taraftan Almanya’daki, Cenevre’deki, Fransa’daki küreselleşme karşıtı hareketler dünya halklarının barış hareketi olarak savunulmaktaydı. ABD’nin işgal ettiği Irak’taki veya Afganistan’daki direnişler de mahcup veya açık şekilde irili ufaklı neredeyse tüm sol akımlar tarafından anti-emperyalist mücadele olarak selamlanıyor, destekleniyordu. Keza ABD/İsrail mamulü olan Müslüman Kardeşler örgütünün (İhwan) Filistin şubesi olan Hamas’ın neredeyse tüm sol akımlar tarafından desteklenmesi de bu çerçevede anlaşılmalı.

Dahası 11 Eylül’ün hemen ardından başlayan Afganistan saldırısının ivediliğinden yola çıkarak 11 Eylül’ün aslında Afganistan’a girmek için bahane arayan ABD’nin kendi planı olduğuna, saldırılarına bir bahane yaratmak adına saldırıları düzenlediğine, istihbaratını bunun için görevlendirdiğine dair komplo teorileri de türemişti.

Biz bu gelişmeler karşısında farklı bir analiz yapmıştık. 2000’ler öncesindeki nispeten barışçıl dönem, doğaları gereği kaçınılmaz olarak paylaşım kavgası yapmak zorunda olan devletlerin Sovyetler karşısında barış içinde yaşamaya çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış, ancak önce 1970’lerin kriziyle beraber emperyalist rekabet kızışmış, sonrasında da Varşova Paktı’nın dağılması ve SSCB’nin yıkılması ile beraber bu geçici barış gereksinimi de son bulmuştur.

11 Eylül tam olarak bu dengelerin değiştiği döneme işaret ediyordu. SSCB ve Varşova Paktı yıkılmadan önce barış hâlinde yaşayan emperyalist bir blokun tek sözcüsü gibi hareket eden ABD’nin saldırı planlarını aniden devreye sokmasına şaşırmak şöyle dursun, harekete geçmesinin ân meselesi olduğunu henüz 11 Eylül gerçekleşmeden de tahmin etmek gerekirdi. 11 Eylül saldırılarının ardında ABD/CIA parmağı aramak abesle iştigal olsa da ABD’nin bir uluslararası saldırı hamlesine girişmek için önceden hazırlanmış olduğu ve ilk fırsatta hemen harekete geçebilmesinin ardında böyle bir hazırlık ve planın olduğu da besbelliydi. ABD’nin 11 Eylül sonrasındaki saldırı planını komplo teorilerine kafa yorarak değil emperyalizmin bulunduğu durumu analiz ederek anlamak daha önemliydi. Bu görüşler KöZ sayfalarında 11 Eylül’ün ardından yer bulmuştu.

İkinci olarak, 11 Eylül saldırısı sonrasında Afganistan ile başlayan Amerikan saldırılarını emperyalizmin güçlendiğinin veya ilerlediğinin değil can çekiştiğinin kanıtı olarak ifade etmiştik. Gerilemekte ve sıkışmakta olan emperyalist bir gücün saldırmasının doğal olduğunun altını çizmiş, ABD’nin her şeye sahip bir imparatorluk olarak değil kaybetmekte olan, mevzilerini koruma derdine düşmüş bir emperyalist güç olarak Afganistan’a saldırdığını anlatmıştık. O dönem yüceltilen ve destek verilen barış hareketlerini ise ‘dünya halkları adına’ barışı getirme çabası olarak değil, emperyalistler arasında kızışan rekabetin bir uzantısı olarak anlaşılması gerektiğinin altını çizmiştik. Bu barış çağrılarını ABD zayıflamaktayken güçlenen Almanya ve Fransa emperyalizminin savaşçı Amerika’ya çelme takma planının bir parçası olarak değerlendirmiştik. Teorik olarak barışın güçlü emperyalistlerin bir adımı olacağını, savaşın ise tersinden zayıflamaktan kaynaklı bir panik ve kendini koruma çabasının eseri olduğunu ifade etmiştik.

Öbür taraftan ABD saldırılarının hedefi olan küçük devletlerin anti-emperyalist olmadığını, ABD saldırılarının mağduru olmanın anti emperyalist nitelik kazandırmadığını hem Afganistan’da Taliban için hem de BAAS için özellikle “Irak halkı direniyor” söylemi revaçta iken söyledik.

KöZ’ün farklı görüşlerinin sebebi programatik referanslarıdır

KöZ’ün siyasi çizgisi ile diğer akımların siyasi çizgileri arasındaki bu farkların nedeni elbette KöZ’ün orijinal, kendine münhasır görüşlerinden kaynaklanmaz. Bu farkın temel sebebi Türkiye’de emperyalizm kavramının revizyonizmin etkisi altında anlaşılmasıdır. Türkiye’de emperyalizm kavramından anlaşılan “emperyalist kapitalizm”dir.

Bu ifade emperyalist kapitalistler olduğu gibi barışçıl, kötünün iyisi kabul edilebilecek kapitalistler olduğunu gösterir. Yine bu ifadelerden doğan yaygın anlayışa göre kapitalizm serbest rekabetçi dönemindeyken barışçı, ilerici, uygarlaştırıcı iken tekellerin ortaya çıkmasıyla beraber kapitalistler savaşlara ve dolayısıyla emperyalizme ihtiyaç duymuştur. Emperyalizm ise kapitalizme bağlı olarak tanımlanan üretim ilişkilerinin bütünü olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla emperyalizm yahut emperyalistler de tek bir odak haline gelmiştir. Bunun bir sonucu olarak da tüm emperyalistlere karşı ‘dünya halkları’ diye yeni bir kavram da anti emperyalist kavramının yerine kullanılmaya başlanmıştır.

Türkiye’de solun sıkça başvurduğu bu tezler de orijinal değildir, Kautsky revizyonizminin ürünleridir. Kautsky Birinci Paylaşım Savaşı’nın arifesinde “tüm ülkelerin kapitalistleri birleşin” sloganını tanıttığı bir broşür kaleme almış ve ultra emperyalizm teorisini geliştirmiştir. “Tüm ülkelerin kapitalistleri birleşin” sloganı dünyada emperyalist burjuvazinin yanı sıra emperyalist olmak istemeyen burjuvazinin de var olduğunu anlatır. Emperyalizm ve savaş devletlerin tercihi olarak barışçıl kapitalizm içinden çıkmıştır; savaşçı emperyalizme karşı durmak için tekeller bütünleşecek, bir araya gelecek ve savaşları durduracaktır. Yani ultra emperyalist, başka bir deyişle “emperyalizm ötesi” bir aşamaya geçilecektir. Kautsky ultra emperyalizmin yalnızca kapitalistler için değil aynı zamanda işçi sınıfı için de faydalı olacağını öngörür.

Bu yaklaşımın siyasi stratejiler açısından da vahim sonuçları vardır. Kapitalistlerin bir kısmını emperyalist olarak tanımlamak, emperyalist olmayan “daha barışçı” veya “daha masum” kabul edilebilecek burjuvaların da olduğu anlayışını beraberinde getirir. Bu da emperyalist olmayan burjuvalarla beraber hareket etmeyi ve ittifak kurmayı da olanaklı hâle getirir. Bu anlayışın bir türevi de faşist tekellere karşı faşist olmayan hatta “anti-faşist” payesi verilen burjuva akımlarla ittifak arayışının zeminini döşer. Bu ise düpedüz menşevizm yahut Komünist Manifesto’nun tanımıyla burjuva sosyalizmidir

Barışçıl kapitalizmin içinden çıkan savaşçı emperyalizm tezlerine karşı Lenin Kautsky’nin ultra emperyalizm tezinin doğru olmadığını, kapitalist devletlerin doğası gereği eşitsiz gelişime dayandığını ve rekabet içinde olacağını, bu rekabete dayanan rejimin de iktisadi alanda kriz politik alanda ise savaş dışında bir çözümü olmadığını savundu. Dolayısıyla savaş ve emperyalizm arasında kaçınılmaz bir ilişki olduğunun altını çizdi. Emperyalizme bu bakış açısıyla yaklaşmak burjuvaziye umut bağlamak veya burjuvaziyle ortak hareket etmek gibi birtakım hurafelerden de kurtulmaya yol açar.

Emperyalizm çağının anlamı

Emperyalizm kavramının ortaya çıkışı elbette kapitalizm ile beraber olmadı. Diğer taraftan Komünist Manifesto başından beri kapitalizmin yağmaya dayanarak ortaya çıktığını ifade eder. Tekeller ise ilk kez 19.yy’da değil, daha öncesinde de mevcuttu. Bu birbiriyle uyuşmuyormuş gibi görünen olgulara bakıldığında karşımıza emperyalizm çağı saptamasını anlamayı zorlaştıran bir tablo çıkar. Bu nedenle emperyalizm çağının ayırt edici özelliklerini açıklamak gerekir.

Emperyalizm çağının belirleyici unsuru kapitalist üretim ilişkileri içinde şekillenen tekellerin kendi ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda devletlerin yayılmacı politikalarını belirleyebilmesidir.

Emperyalizm çağının belirleyici ikinci unsuru ise dünyanın paylaşımının tamamlanması, kapitalistlerin yeni yayılma alanlarının kalmamış olmasıdır. Emperyalizm çağı, kapitalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda dünyanın paylaşılması ile başlamış ancak artık sömürgeler aracılığıyla bir bölgeyi imparatorluklara bağlama imkanı kalmamıştır. Dolayısıyla emperyalizm çağında yayılmacılık ticari ve sömürgeci olmaktan çıkıp doğrudan ilhaklarla, işgallerle ve sermaye ihracı araçları ile devam ettirilmektedir. Bu nesnellik yeniden paylaşım ihtiyacını savaşlarla dayatmaktadır. Siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi anlamına gelen bu savaşlar dünyanın belli başlı emperyalist devletler arasında yeniden paylaşımı için mücadele anlamına gelir. Aynı zamanda da emperyalizm olgusunun ekonomist bir bakış açısıyla değil siyasal bir olgu olarak kavranışını anlatır.

Bu bizi emperyalizm çağının başka bir ayırt edici özelliğine götürür.

Savaşlar sadece yeni emperyalist dengelerin kurulmasının değil proleter devrimlerin ve onların müttefiki olabilecek ulusal kurtuluş mücadelelerinin de önünü açar. Dünyadaki emperyalist hakimiyete dair meydana gelecek köklü değişimlerin çatışmasız/savaşsız gerçekleşmesi mümkün değildir. Ancak savaş koşullarının gerek halkları silahlandırmadan gerekse zaten var olan devrimci dinamikleri kızıştırmadan meydana gelmesi de söz konusu değildir. Hatta dünyadaki siyasi gelişmeleri değerlendirdiğimizde daha önceki paylaşım savaşlarıyla kıyaslandığında şu ân yaşanacak bir paylaşım savaşının devrimci dinamikleri daha çok tetikleyeceğini de tahmin etmek zor değildir.

ABD’nin kaybetmesinin tek yolu savaştan geçer

Emperyalizmin doğası gereği tek bir emperyalistin varlığı ve daimi hakimiyeti mümkün değilse, dünyanın yeniden paylaşılması kendini dayatıyorsa, dünya üzerinde yaşanan siyasi gelişmeler de ancak emperyalistlerin birbirleriyle olan ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda doğru şekilde anlaşılabilir. Nasıl geçmişte “ABD gemi azıya aldı” diyenlerden farklı olarak “zayıf ABD’ye karşı diğer emperyalistler rekabeti kızıştırdı” dediysek, bugün Afganistan’daki gelişmelerin temel aktörü olarak Afgan mücahitleri değil Çin’deki finans kapitalin olduğunu söylemek gerekir. Bugün belli başlı güçler arasındaki paylaşım kavgasına birinci lige katılmaya kalkışan bir Çin olgusu vardır. Afganistan’daki girişimleriyle Çin bu alanda yeni adımlar atmaya başlamıştır.

Ancak bugün 2001’deki Irak savaşı ve ardından ortaya çıkan dönemden farklı olarak zayıflamakta olan ABD saptamasının herkes tarafından yapıldığını, bu saptamanın da “yükselen güç Çin” analizleriyle desteklendiğini görüyoruz. Hatta “Çin Emperyalizmi” artık daha fazla duymaya başladığımız bir kavram haline geldi. Zayıflayan ABD’nin darbe üzerine darbe aldığını, ABD’nin tahtını Çin’e kaptırdığını savunanlar da mevcut.

Özellikle Libya harekatının ardından Türkiye’nin yurtdışı yatırımlarının dökümünü çıkararak “Türkiye emperyalistleşiyor” saptamaları da duyulmaya başlandı. Bu saptamaların kökeninde emperyalizm kavramının tamamıyla iktisadi kriterler ile açıklanma çabasını görebiliriz. Tekelleşme oranına, toprağın özel mülkiyet oranına, yurtdışında yapılan yatırımlara, devlet iştiraklerine bakarak emperyalizm ‘oranı’ belirlenmeye çalışılır. Aslında bu yaklaşım burjuva iktidarını kapitalizmin iktisadi gelişmişlik oranı üzerinden değerlendirmeye çalışan yaklaşım ile aynı yerden gelir.

Saptamalarına daha fazla detay katmak isteyenler ise paylaşım kavgasının biçiminin değiştiğine dair tezler ürettiler. Paylaşım kavgasında “ekonomik savaşların” gerçek savaşların yerini aldığını, ekonomik gücün emperyalist paylaşımda temel belirleyici hâle geldiğine dair tezler ürettiler. Dolayısıyla bunlara göre emperyalist kavgaların ve yeniden paylaşımın artık daha barışçıl yöntemlerle yapılmasının da önü açılmış oldu.

Özellikle Güney Amerika’daki eski İspanyol sömürgelerinin bağımsızlığa kavuşmasının ardından ABD’nin boşluğu doldurmuş olması savaşsız biçimde hakimiyet artırmaya örnek olarak gösterilirdi. Güney Amerika’da bağımsızlık hareketlerinin hemen hemen hepsi içinde Amerikan ajanlarının da olduğu gerçeği bir kenara bırakılsa dahi barışçı yollarla hakimiyetini artıran emperyalist Amerika tezi ancak Amerika’nın bu alanda geri düşen Fransa’nın yerini alarak Vietnam’a saldırısına dek inandırıcılığını koruyabildi. Ancak günümüzde de belli ki bu yaklaşımı savunanlar mevcut.

Salt iktisadi güç ile emperyalistleşen ve paylaşım kavgasında taraf olan bir Çin tanımı yapmak emperyalizme dair yanlış bir kavrayışın sonucudur. İktisadi gücün bir süre sonra siyasi sahnede silahlı emperyalist güç olarak kendini var edebileceğine, zaman içerisinde ekonomik gücün siyasi bir güce dönüşebileceğine dair inancı gösterir.

Oysa iktisadi güç hiçbir zaman otomatik olarak emperyalist bir güce dönüşmez. Güçlü ekonomisi olan devletler arasındaki ekonomik rekabetler de emperyalist bir paylaşım kavgasını ikame edemez. Örneğin bugün ekonomik gücü ve yatırımlarına rağmen İsviçre emperyalizmi veya Hollanda emperyalizminden bu devletler başka devletlerin hakimiyet alanlarına gidip bir hakimiyet oluşturmaya çalışmadıkları takdirde bahsedilemez. Aynısı Çin için de geçerlidir. ABD’nin zayıfladığı ve onun boş bıraktığı Afganistan’da Çin’in birtakım siyasi hedefler doğrultusunda adımlar attığı da doğrudur. Bu adımları emperyalist adımlar olarak da görmek mümkündür. Çin’de finans kapitalin hakimiyetini elinde barındırmakla beraber siyasi hedeflerini henüz ortaya çıkarmaya başlamıştır. Daha önce Afrika ve başka yerlere ticaret yoluyla girmiş olsa da Afganistan ile ilk defa başka hakimiyet alanlarına müdahale eden bir siyasi bir güç olarak peyda olma noktasındadır. Kısacası emperyalist bir odak olarak ortaya çıkacağının sinyallerini veren Çin henüz bunun gereklerini tam olarak yerine getirmemiştir. Bunun için dünya pazarının belli başlı güçler arasında yeniden paylaşılması için büyük bir paylaşım kavgasına girmesi gerekir.

Diğer taraftan ABD zayıflıyor saptamalarının tüm doğruluğuna rağmen ABD’nin dünya hakimiyetini kaybettiğini, yerini Çin’e kaptırdığını söylemek mümkün değildir. ABD’nin borç batağında ve ekonomik krizde olması, Çin’in Amerikan hisse senetlerinin çoğuna sahip olması, Çin’in ekonomik gücünün ABD’ye oranla çok daha yüksek olması gibi olgular üzerinden Çin’in yeni bir hakimiyet yarattığı söylenemez. Elbette dünya hakimiyetinin iktisadi bir temeli vardır ancak ABD 1870’li yıllardan itibaren dünyanın yükselen iktisadi gücü olmasına rağmen İngiliz emperyalizminin yerine geçmesi daha sonra, iki paylaşım savaşı sonucunda mümkün olmuştur. Çin’in de bir emperyalist odak olarak ABD’nin karşısında yer alması öncelikle askeri alanda bir atılım yapması veya kendine bu konuda destek olacak müttefikler bulması aracılığıyla mümkündür. Dahası ABD emperyalizminin yenilgisi ve Çin’in hakimiyeti ancak Çin’in kendini emperyalist odak olarak konumlandıracağı yeniden paylaşım savaşından galip devletler arasında çıkmasıyla mümkün olacaktır. Emperyalizmin şu ân içinde olduğu krizin çözümü de, ABD’nin yenilgisi de ancak bu savaş yoluyla mümkün olacaktır.

 

Emperyalizm çağı ulusal kurtuluşlar çağı da olacaktır

Emperyalizm çağının içinden geçtiğimiz döneminin ayırt edici özelliklerinden biri ise savaşa mecbur kalan emperyalistlerin devrimci durumu körükleme korkusu ve endişesi nedeniyle savaşlara cesaret edememeleridir.

Bugünkü yeniden paylaşım ihtiyacı arttıkça ve rekabet derinleştikçe, ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğin bilmesek de, bir savaşın gerçekleşeceği kesinleşmektedir. Savaş olasılığının artması ve savaşın somut bir ihtimal olarak gündeme gelmeye başlaması ise proleter devrimci olasılıkları da beraberinde getirir.

Savaşlar bir taraftan var olan devrimci nesnel dinamikleri daha da fazla tetiklerken, diğer taraftan halkın silahlandırılması gereksinimini de beraberinde getirirler. Emperyalizm Birinci Paylaşım Savaşı’ndan beri salt düzenli orduların ve donanmaları kullanarak hâkimiyetini korumaya çalışmaz. Emperyalistler her zaman işgal ettikleri bölgelerdeki halkı kendi çıkarları için hareket ettirmek ve kendi müttefikleri olarak savaştırmak gereksinimi taşır. Bu yüzden de tıpkı savaşlarda proleterleri orduya katıp silahlandırdıkları gibi sömürgelerdeki halkı silahlandırmak zorunda kalmışlardır. Dünyanın paylaşımının tamamlandığı ve yeniden paylaşımın zaruri olduğu günümüzde ise ilhaklar ve sermaye ihracı her zamankinden fazla kullanılır hale gelmiş, bunun sonucunda da halkları silahlandırma ihtiyacı artmıştır.

Emperyalist çıkarların korunması dünyanın dört bir yanında kol gezen devrimci durumu daha da derinleştirmeden ve bu nesnel gerçeklikte çıkış yolu arayanlara silah vermeden mümkün değildir. Başka bir deyişle emperyalistlerin mecbur olduğu savaş paradoksal şekilde proleter devriminin nesnel koşullarını da ulusal kurtuluş mücadelelerinin proleter devrimci çözümlerinin de önünü açmaktadır. Emperyalizm çağının aynı zamanda ulusal kurtuluş mücadeleleri ve proleter devrimler çağı olması da buradan ileri gelmektedir. Emperyalizmin yeniden paylaşım kavgası anti emperyalist mücadeleyi de beslemektedir. Emperyalizmin içinde olduğu güncel kriz bu nedenledir.

Emperyalizm ile savaş arasındaki ilişki bu yalınlıkta ortaya konulduğunda anti emperyalizm de bir devrim sorunu olarak ortaya çıkar. Nasıl ki bir emperyalistin üstünlüğünü kurması için bir savaş gerekiyorsa emperyalist bir baskının kırılması için de sınıf savaşının yükseltilmesi icap eder. Bu yüzden devrimci olmayan hiç kimse, emperyalist politikalardan veya saldırganlıktan ne denli mağdur olurlarsa olsunlar, emperyalizme karşı ne şekilde bir direniş gösterirlerse göstersinler anti emperyalist değildir. Komünistler açısından bu kesimlere örtülü veya açık destek vermek de söz konusu olamaz.

Emperyalizme karşı barış çığırtkanlığı yapmak Kautskyci sapmanın sonucudur

Emperyalizmle savaş arasındaki ilişki de emperyalist savaşa karşı sınıf savaşının yükseltilmesi tezleri de Komünist Enternasyonal’de ifade edilmiştir. Emperyalist savaş haydutlar arası savaş olarak tarif edilmiş, bu savaştan iç savaş imkanlarını büyütmek için istifade edilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir. Bu anlamda emperyalizme dair saptamalarımız orijinal ya da incelikle düşünülmüş saptamalardan ziyade Komünist Enternasyonal’in Birinci paylaşım savaşı için yaptığı saptamalar ve aldığı kararların günümüzdeki yeniden paylaşım savaşına gebe nesnel durum için tekrar edilmesidir.

Peki ne oldu da bu saptamaların aksi yaygınlık kazandı, saptamalar bugün tekrar hatırlatılmaya muhtaç hâle geldi? Sovyetler Birliği özgür sovyet cumhuriyetlerinin birliği olarak kurulduğunda herhangi bir emperyalist paylaşım kavgasında veya emperyalist kampta yer almama konusunda tutumunu belirlemişti. Ancak kendini İkinci Paylaşım Savaşı öncesinde iyice belli eden Kautskyci sapma, savaşı SSCB ile kapitalist devletler arasındaki bir savaş olarak gördü, emperyalistlerin SSCB karşısında birleştiği savını ileri sürdü. İkinci paylaşım savaşı ile beraber Sovyetler Birliği’ni emperyalistlere karşı savunmak gerektiği düşüncesi böylece yerleşmiş oldu Barış çığırtkanlığı, doğası gereği savaşı dayatan devrim mücadelesini ikame eden geçer akçe hâline geldi. Bu çarpık görüşler elbette Komünist Enternasyonal’in aldığı kararlarla ve yaptığı açıklamalarla ilişkilidir. Birinci Paylaşım Savaşı’nın ardından yapılan değerlendirmelerin aksine İkinci Paylaşım Savaşı çıktığında Komünist Enternasyonal savaşı iç savaşa çevirme tezlerini tamamen terk edip “dünya barışını” savunan bir hatta çekilmiştir.

Komünist olmak da SSCB’nin bekasını, hatta o zaman kullanılan başka bir çarpık ifadeyle “sosyalist anavatan”ı savunmak adına barış çağrısı yapmaya indirgenmiş, Avrupa’daki tüm komünist partiler bu çizgiyi takip etmiştir. Dünyadaki muhtelif akımların hala yaygın olarak savunduğu sosyalist barışseverliğin kökenlerini burada aramak gerekir.

 

Emperyalizm çağı sürerken emperyalizm çağına ait referanslar günceldir.

Birinci paylaşımın arifesinde Kautsky’nin kafa karıştırıcı müdahalelerine rağmen Bolşevikler savaşsız bir paylaşımın olmayacağının da, paylaşım savaşlarının sınıf savaşlarına kapı açacağının da altını çizmiştir. Birinci Paylaşım Savaşı öncesinde komünistlerin mücadelesinden çıkarılacak dersler ve onların belge ve kararlarını referans almak, siyasi faaliyetimizde bu dayanakları kullanmak gerekir. Bugün hâlen hâkim görüşleri tanımlayan Kautsky revizyonizmi ile bu belge ve dayanakları kullanarak hesaplaşmak gerekir.

Elbette doğru referanslarla doğru saptamaları yapmak da yeterli değildir. Asıl ihtiyaç, tıpkı Birinci Paylaşım Savaşı’nın arifesinde olduğu gibi komünist enternasyonali inşa edebilmektir. Dünyada nesnel koşulların emperyalist bir paylaşım savaşını gittikçe dayattığı, proleter devrimi ve ulusal kurtuluş mücadelelerine gebe bir döneme girildiği çağda dünyadaki tüm devrimcilere yol gösterecek dünya partisi bugün temel eksikliktir.

Bugün proletaryanın ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelesinin yanında durma iddiasında olanların asıl görevi de çatışmayı önlemek ve barış dilekleri yükseltmek değil, Komünist Enternasyonal’in emperyalizm ve savaşa karşı tezlerine sahip çıkarak yeni bir komünist enternasyonali yaratma yolunda sorumluluk almaktır.