Matematiği burjuvazi bulmadı ama matematik kapitalist üretim ilişkilerinde ayrı bir işlev kazandı. Komünist Manifesto burjuvazinin kendi suretinde yarattığı dünyanın “insanla insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında hiçbir bağ” bırakmadığı, “kişisel saygınlığı değişim değerine” indirgediğini tespit ediyordu. Böyle bir dünyada sadece burjuvalar değil, itibar görmek için bir ömür boyu onların arasına karışmaya heveslenen paralı uşakları da, hatta kapitalist üretim ilişkilerine karşı mücadele etmediği oranda işçiler de “ne getirir ne götürür” hesabı yapan muhasebeciler olarak yaşıyorlar. Herkesin birbiriyle “kendine iyi bak” diyerek vedalaşmasının kimse tarafından yadırganmadığı bir dünyada başka türlüsü de olamazdı zaten.

“Proletaryanın ekmekten çok onura ihtiyacı var!” Kimileri Marks’ın bu satırlarını işçilerin burjuva ahlak anlayışına uymayan bir hayat sürdüğünün tescillenmesi olarak kabul etti. İşçilerin devrimcileşmesi için önce bu gayrı-ahlaki, düşkünce yaşamdan kurtulması gerekiyordu onlara göre. Bugün de işçileri vandallıktan uzak, çevreyi kirletmeyen, “karşı cinse saygılı”, “demokrasiyi içselleştirmiş”, kısacası kendi “iç devrimini yapmış” bireyler olması için kah dalkavukça bir üslupla kah bir aslan terbiyecisi edasıyla “dönüştürmeye” çalışan burjuva sosyalistleri çoğunluktadır. Halbuki Marks’ın kast ettiği tam tersiydi. Onun onursuzluk olarak gördüğü şey burjuvazinin yaşam tarzına ve ahlak kodlarına uyumsuzluk değil, her koyunun kendi bacağından asıldığı, burjuvazinin dayattığı yaşamın kendisiydi. İşçilerin devrimcileşmesi tüm katmanlarına haysiyetsizliği dayatan, hesapçılığa dayanan burjuva ilişkilerin reddedilmesinden geçiyordu.

Burjuva sosyalizminin dayattığı hesapçılık sadece bireycilik anlamına gelmez. Önce kendini, kendine yakın olanı kollama kaygısı da hesapçılıktır. Hatta bir grev sırasında önce kendi iş yerindeki, kendi sektöründeki işçilerin çıkarlarını kollamak da, bir paylaşım savaşı sırasında önce kendi milletinden işçilerin refahını kollamak da, ezilen bir ulusun haykırışına kulaklarını tıkamak da, devrim mücadelesi yerine burjuva toplumda işçilerin işçi olarak, kadınların kadın olarak, ezilen azınlıkların azınlık olarak itibarını tahsis etmeyi tercih etmek de aynı hesapçılığın daha sık rastlanan bir biçimidir.

71-72 Kopuşu’nun yenilgisinden sonra başlayan 12 Eylül’den sonra hız kazanan, doruk noktasına son on yılda ulaşmış tasfiyeci sürecin içindeyiz. Tasfiyecilik burjuva sosyalizminin her iki anlamda da yaygınlaşmasına yol açtı. Bir yandan devrimci mücadeleye “koşulları elverdiği oranda” katılan, talimatla hareket etmeyi zül sayan, ikna olmadıkça kılını kıpırdatmayan, burjuva toplumunun bahşişlerine düşkünlüğünü bireyin otonomisi olarak savunan bir sosyalist tipi üretti. Alman İdeolojisi’nin girişinde “kurt postunda kuzular” diye tanımlanan kesimlerdi bunlar. “Düşünce” düzeyinde en keskin eleştirileri geliştiren ama emek harcamayı, ter dökmeyi küçümseyen “bireyler”di. Diğer yandan da yenilgi ihtimali olan kavgaları “maceracılık” olarak karalama eğilimi arttı. Mustafa Suphi’lerin Anadolu’daki mücadeleyi bizzat ve bilfiil yönetmeye gelmeleri maceracılıktı, THKO’luların Nurhak’a, THKP’lilerin Kızıldere’ye gitmesi de öyle. Bu kesimler zafere ulaşacağı matematiksel bir kesinlikle ispatlanamayan devrimci bir mücadeleye girmek yerine “elle tutulur kazanımlar elde etmek” istiyorlardı. O yüzden kimisi sendikacılığa, kimisi kooperatifçiliğe merak saldı, kimileri de kendini “marksizmin teorik sorunlarını çözmeye” verdi. Kimileri ezilen kimliklerin sözcüsü edasıyla ortalıkta boy gösterirken, kimileri “Alevi kültürünün ilericiliğini” keşfetti, kimileri de “kız kardeşleriyle kucaklaştı”. Bireysel maceraları farklı seyretse de hepsi topluca yine Manifesto’da tanımlanan burjuva sosyalizminin farklı renklerini sundular.

Yirmi yıl önce Aralık ayında işte bu her boydan burjuva sosyalisti dehşetle sarsıldı. Zira karşılarında açıklayamadıkları bir durum vardı. Binlerce devrimci, kendilerinin bir ömür boyu peşinde koştukları kırıntıları külliyen reddetmişler, ölüm orucuna yahut süresiz açlık grevine başlamışlardı. Kendileri ne kadar birey vurgusu yaparsa yapsın bu devrimciler zindanlardan örgüt, örgütlü irade vurgusu yapıyorlardı. Burjuva sosyalistleri zindandaki sorunu insan onuruna yakışmayan koşullar olarak sunmaya çalışırken onlar davranış ve sloganlarıyla asıl meselenin koğuş sisteminde devrimci örgütlerin elde ettikleri mevziler ve örgütlü çalışma koşulları olduğunu anlatıyorlardı. Burjuva sosyalistleri mağduriyet edebiyatıyla burjuvazinin vicdanına seslenmeye çalışırken, ölüm orucundaki örgütlerden kimileri polis otosu tarayıp 2 polisi öldürüyor, 13 polisi yaralıyorlardı. Burjuva sosyalistleri pasif direniş vurgusu yaparken, 19 Aralık’ta zindandaki devrimcilerin önemli bir kısmı barikat barikat çarpışıyorlardı.

19 Aralık’taki mücadele devrimci iradenin, o zamanlarda ısrarla vurguladığımız gibi yanlış bir stratejiden kaynaklanan yanlış taktiklerle de olsa, tasfiyeciliğe karşı mücadelesiydi. Burjuva sosyalizminin “kurt postundaki kuzularına” karşı devrimci örgütte ısrarın mücadelesiydi. Tam da bu nedenle Köz’ün arkasında düşenler öncesinde ve sonrasında, eleştirilerini hasıraltı etmeden, tereddütsüz destekledi. Bireyciliğin ve insan hayatı vurgusunun yapıldığı bir dalganın ortasında örgüt ve devrim vurgusu yaptı. “Örgütlü devrimcilerdi devrim için öldüler!” şiarını bayraklaştırdı.

Bugün de öyle yapacağız. Onları temel insan haklarına karşı mücadele eden bireyler olarak görmek ve göstermek isteyenlere inat tek tek hepsinin örgütlerinin adını sayacağız. İnsan hayatını hiçe sayan bir katliam vurgusunu yaparak iş makinaları, lav silahları ve devrimcilerin harap olmuş bedenleriyle kamuoyu oluşturduğunu sanan ama aslında devletin yarattığı dehşetin propagandasını yapanlara inat, 19 Aralık’ı devrimcilerin barikat barikat çarpıştıkları bir direniş olarak ele alacağız. Ahmetleri, Şefinurları, Hüseyinleri, Tuncayları, Cananları, Sevgileri en güzel gülümseyişleri ve kararlı fotoğraflarıyla anacağız.

Örgütlü devrimcilerdi devrim için öldüler!