Yazının PDF versiyonuna buradan ulaşabilirsiniz

Komintern’e Kabulün Koşullarını Bugün Kim Savunuyor?

Dünya’da Bir Hayalet Dolaşıyor:

Ekim Devrimi

Ekim Devrimi yüz yaşında. Dünyanın dört bir yanında Ekim Devrimi ile ilgili etkinlikler düzenleniyor, yazılar kaleme alınıyor. Bu anmaları düzenleyenlerin çoğu reformist olsa da kendini Ekim Devrimi ile aynı safta görüyorlar. Ekim Devrimi’ni büyük bir zafer olarak kabul ediyorlar. Ekim Devrimi’ni anarken “Ezilenlerin/sömürülenlerin mücadelesi bitmedi. Herkes asalak sınıflara karşı daha kapsamlı, daha şiddetli mücadelelere hazır olsun.” demek istiyorlar. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümünü ardımızda bırakırken, onu sadece dostları değil aynı zamanda düşmanları da hatırlıyor. Hâkim sınıfların ideologları endişe ile içinden geçtiğimiz siyasal, iktisadi ve toplumsal koşulların giderek daha fazla Ekim Devrimi’nin öncesindeki döneme benzediğini hatırlatıyorlar, ilgilileri önlem almaya çağırıyorlar. Ekim Devrimi’ne yönelik bu ilgi -doksan sekiz yahut doksan dokuzuncu yıl dönümünde gösterilmediğine göre- bir yönüyle burjuva toplumundaki sıfırlı sayıların fetişleştirilmesinden kaynaklanıyor. Ama aynı zamanda Ekim Devrimi’nin ezilenlere verdiği enerjinin gücünü ve burjuva saflarda yarattığı ürküntünün şiddetini gösteriyor.

“Avrupa’da Bir Hayalet Dolaşıyor: Komünizm Hayaleti!” Komünist Parti Manifestosu bu cümle ile başlıyordu. Peki bugün biz “Dünya’da bir hayalet dolaşıyor: Ekim Devrimi’nin hayaleti!” diyebilir miyiz? Manifesto metnini kaleme alan Karl Marks komünizmi hayalete benzetirken, bir yönüyle komünizm fikrinin Avrupa’nın egemen sınıflarında yarattığı ürküntüyü anlatmak istiyordu. 1848 Devrimi’nin arifesinde yani bir devrimci yükseliş döneminde Kabet’ten Blanqui’ye kendini komünizmle ilişkili gören akımların gücü, bugün Ekim Devrimi’nin molozlarından söz ettiğimiz bir dönemde Türkiye’de kendini Ekim Devrimi’nin mirasçısı olarak gören akımların sahip olduğu güçten fazla değildi. Hatta ortada Komünistler Birliği’nin enternasyonalist ufkuna sahip olan tek bir örgüt olmasa bile, her ülkede kendini Marksist-Leninist olarak tanımlayan irili ufaklı onlarca örgüt bulunmaktadır.

Ancak Marks hayaletten bahsederken asıl olarak komünizm fikrinin düşmanları ve dostları nezdindeki soyutluğundan bahsediyordu. Başka bir deyişle Komünist Manifesto’nun yazıldığı dönemde komünizm kavramının siyasi yaşamda giderek daha fazla rol oynayacağı tüm kesimler tarafından sezilirken kimsenin komünizme dair net bir fikri yoktu. Manifesto, bu kafa karışıklığını ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. İşte tam da bu anlamda Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında Ekim Devrimi’nin hayaletinin dünyada dolaştığından söz edilebilir. Emperyalistler arasındaki ilişkilerden, finans kapitalin yaklaşan büyük krizine; özellikle Ortadoğu’da, ama sadece onunla sınırlı olmayan bir şekilde devletler arası ilişkilerde tutmayan dikişlere, büyüyen iç savaşlara ve yaklaşan emperyalist savaş tehdidine bakıldığında Ekim Devrimi’nin güncelliğinin sadece dostları değil aynı zamanda düşmanları tarafından hissedildiği söylenebilir. Ama aynı zamanda Ekim Devrimi’nin “emperyalistler ve burjuvazi için kötü; sömürülenler ve ezilenler içinse iyi” bir şey olduğu net olsa da Ekim Devrimi’nin ne olduğu hakkında müthiş bir kafa karışıklığının hüküm sürdüğünü de söyleyebiliriz..

Soyut bir hayalet kavramından yola çıkan Komünist Manifesto, önce dünya üzerindeki sınıf mücadelelerinin ve bu mücadeleler içinde burjuvalarla proleterlerin mücadelelerin ne anlama geldiğini anlatıyor, sonrasında komünistlerle proleterler arasındaki ilişkiyi tanımlayıp komünistlerin programatik taleplerini sıralıyor, ardından da komünistlerin neden diğer sosyalist akımlardan farklı olduğunu açıklıyordu. En son bölüm ise komünistlerin diğer muhalif akımlara ve taleplerine ilişkin tutumlarını tanımladıktan sonra, hayalet ete kemiğe bürünüyor “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” saptaması ile bitiyordu. Komünist Manifesto, Marks ve Engels adlı iki düşünürün/bilim adamının yahut bireyin eseri olarak görüldüğü takdirde “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” saptamasını bir temenni yahut öngörü olarak algılamak mümkündür. Bu durumda Manifesto’nun soyuttan somuta nasıl ilerlediği, komünizm hayaletini nasıl ete kemiğe büründürdüğü de anlaşılmaz. Oysa söz konusu olan Manifesto, bir parti manifestosudur ve esas olarak bir partinin programına işaret etmektedir. Tam da bu yüzden söz konusu çağrı, hele 1848 Devrimi arefesinde kaleme alındığı düşünülürse, son derece somut bir seferberlik çağrısıdır. Bu şiarla Komünistler Birliği örgütlü olduğu tüm coğrafyalarda işçileri iktidarı almaya çağırıyordu. Komünizm tam da bu nedenle bir hayalet olmanın ötesine geçmişti.

Ekim Devrimi -bugün ona sahip çıkan akımlar maddi ve manevi olarak Komünistler Birliği’ne kıyasla çok daha güçlü olsalar da- ne yazık ki hala bir hayalet olmanın ötesine geçmemiştir. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında türlü yazı ve etkinliklerle Ekim Devrimi’ni anmış olan akımların çok azı Ekim Devrimi’nin bir iç savaşın ürünü olduğunu, burjuva devlet aygıtını paramparça ettiğini, bugün Ekim Devrimi’nin yolundan gitmek için iç savaşı büyütmek, ordusu, polisi, mahkemesi, parlamentosu, tüm unsurlarıyla devlet aygıtını yıkmak gerektiğini, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmak gerektiğini söylediler. Bu az sayıdaki akımın çok azı ise şu soruyu sordu: “Ekim Devrimi döneminin tek ürünü değil, bir devrimci dalganın parçasıydı. Bu dalganın diğer parçalarından farklı olarak Ekim Devrimi nasıl oldu da başarıya ulaştı?” Bu soruyu Ekim Devrimi’ne bolşevik tipte bir partinin önderlik ettiği doğru yanıtını veren az sayıda akımın daha azı ise böyle bir partinin bugün olmadığını teslim etti. Bunların daha da azı ise böyle bir partinin nasıl yaratılacağına dair bir yanıt verebildi. Ne yazık ki bu yanıtların hiçbiri doğru değildi.

Tam da bu nedenle Ekim Devrimi’ni muzaffer kılan partinin bugün mevcut olmadığı, bu partinin neden gerekli olduğu ve nasıl yaratılacağı konusunda büyük bir kafa karışıklığının hâkim olduğu bir dönemde Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında dillendirilecek “Yeni Ekimlere Hazır Olun!” şiarı bir temenniden öte anlam taşımamaktadır. “Yeni Ekimler Yaratacağız!” şiarını ete kemiğe büründürmek isteyenler öncelikle bugün neden bolşevik tipte bir partinin bulunmadığı sorusunu yanıtlamalı. Sonrasında da böyle bir partinin nasıl yaratılacağını açık seçik tarif etmelidir.

Devrimci Bir Program Her Zaman Gerekli, Hiç Bir Zaman Yeterli Değildir

Yüzüncü yılında Ekim Devrimi’ni anmış olan yüzlerce belki binlerce akımdan söz ediyoruz. Bunun onlarcasının Türkiye’de bulunduğunu biliyoruz. Bu akımların bir kısmının isminde komünist, leninist, bolşevik, devrimci sıfatları yer alıyor. Ezici çoğunluğu ise bu sıfatları kullanmasalar bile kendilerini öyle görüyorlar, hatta daha da ötesinde “Siz leninist değilsiniz” saptamasını bir hakaret olarak kabul ediyorlar. O halde “Türkiye’de devrimci parti yok” demek ne anlama geliyor?

Bu soru daha öncesinde platformumuzun devrimci partiyi inşa stratejisini açıklığa kavuşturduğu “Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin!” broşüründe yanıtlanmıştı. Önderlik boşluğu denince dünya çapında örgütlü leninist bir dünya partisinin eksikliğinin anlaşılması gerektiğini ifade eden broşür sonrasında, böyle bir partinin ulusal seksiyonu olabilecek bir partinin olmadığını da şu şekilde anlatıyordu:

“Devrimci bir enternasyonalin bulunmadığı koşullarda komünist bir partinin ulusal bir seksiyonu olmaya müsait bir partinin belirli bir coğrafyada faaliyet göstermesi elbette mümkündür.

Ancak coğrafyamızda komünist parti adını taşıyan bir dizi örgütlenmeye karşın böyle bir durum söz konusu değildir.

Bu partilerin hiçbiri yaşadığımız coğrafyada devrimci önderlik boşluğunu dolduracak partiler değildir.

Bu hareketlerle ilgili sorun söz konusu akımların parti olacak kadar güçlü olup olmamalarıyla ilgili değildir. Devrimci bir partinin bulunması her zaman, hatta çoğunlukla, sınıf üzerinde bir otoritesi olan, sınıfın dört bir yanına kök salmış bir partinin mevcudiyeti anlamına gelmez. Bu özellikler devrimci bir partinin sınıfın önderliğini kazanma mücadelesinde oportünist akımların alt edilmesi için kazanılması gereken özelliklerdir.

Söz konusu nitelikleri kurulması hedeflenen parti için gerekli ön şartlar arasında sıralamak bir partiyi yaratma mücadelesi ile bir partinin sınıfın önderliğini kazanma mücadelelerini birbirine karıştırmak anlamına gelir.

Devrimci bir parti küçük bir parti de olabilir, sınıf mücadelesinin belirli bir uğrağında bu mücadeleye önderlik edemeyecek bir çapta da olabilir. Önemli olan komünist bir siyasal çizgiyi kararlı bir şekilde uygulayarak çapını geliştirme ve sınıfa önderlik etme becerisini kazanma iddiasıdır. Bu iddianın arkasında durulup durulmadığını, gereklerinin yerine getirilip getirilemediğini ise objektif olarak kimi niteliklerin bulunup bulunmadığına bakarak, yahut önceden masa başında geliştirilmiş kimi standartları kullanarak ölçmek mümkün değildir. Söz konusu sınama ancak siyasal mücadelenin pratiği içerisinde gerçekleşebilir.

O bakımdan şu ya da bu partinin devrimci önderlik boşluğunu doldurup doldurmadığını iddia ederken kullanılması gereken kriter parti olma iddiasını taşıyanların boyu posu değil, bu kesimlerin komünist amaç ve ilkeler çerçevesinde belirlenmiş bir program ve siyasal çizgiye uygun hareket edip etmediğidir.”

Bu tespitler ışığında sıklıkla kullandığımız kimi saptamaların ne anlama geldiği üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Örneğin “Gezi Ayaklanması, Türkiye’de devrimci bir partinin olmadığını gösterdi” demek o sırada Türkiye’de kitleleri Başbakanlığa hücum ettirmenin, yahut tüm kabine üyelerini ve üst düzey bürokratları tutuklamanın mümkün olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Zira Gezi’de bir siyasi krizin patlak verdiği ve siyasi bir ayaklanmanın olduğu aşikar olsa da Gezi’nin yarattığı tahribatla Şubat Devrimi’nin yarattığı tahribat aynı değildi. Dahası Şubat Devrimi sırasında Rusya’da Leninist bir parti mevcuttu ama o da iktidarı hemen alamadı. Gezi Ayaklanması’ndan siyasi krizi büyütecek, bir silahlı ayaklanmaya giden yolu adım adım döşeyecek bir çizgiyi takip ederek faydalanan, böylelikle siyasi kriz derinleşirken gücüne güç katıp kitlelerin önderliğini ele geçiren bir parti bulunmuyordu. Nitekim Gezi’den sonraki süreçte çelişkiler sosyalistlere rağmen keskinleşip devrimci imkânlar yarattı. Ama değerlendirilemeyen bu imkânların sonucunda sosyalistler gücüne güç katmak şöyle dursun kitleler nezdinde itibar kaybetti.

İki nedenden ötürü devrimci bir partiyi her zaman programına bakarak ayırt etmek de mümkün değildir. Zira devrimci siyaset ve devrimci program arasındaki ilişkide program hep sonra gelendir. Önce devrimci siyasal çizgi ortaya çıkar, sonrasında devrimci program bu çizgiyi takip eder. Babeuf’ün ya da Blanki’nin programının Komünist Manifesto’nun mihengine vurulduğu zaman komünizm sınavını geçmesi mümkün değildi ama bir siyasal akım olarak komünizm kendisinin ilk derli toplu programatik ifadesi olan Komünist Manifesto’dan önce mevcuttu. Ekim Devrimi’ne önderlik eden Bolşeviklerin partisinin programı, karşı devrimci safta yer alan Menşeviklerin partisi ile aynı idi. Bolşevikler Plehanov’un programını 1919 yılındaki kongrelerinde değiştirdiler. Ama bugünden baktığımızda eksik ve yanlış bir dizi saptama içeren programları Bolşevikleri devrimci bir çizgiden alıkoymadı. Tersine Bolşevikler takipçisi oldukları devrimci çizgi nedeniyle köhnemiş RSDİP programından kurtuldular. Benzer şekilde sırf programatik metinlere, yani mahkemedeki savunmalara yahut sonrasında kaleme alınan Türkiye Devrimi’nin Yolu broşürüne bakıldığında THKO ile TİP arasında ciddi bir fark görmek mümkün değildir. Türkiye Solu’nda İbrahim Kaypakkaya’nın ayrı bir yeri vardır saptaması yapanlar siyasi bir kargaşanın ve kopuşun yaşandığı dönemlerde devrimciliği programatik metinler üzerinden ölçme yanılgısı nedeniyle Denizleri ve Mahirleri kemalist ilan etmektedir. Halbuki THKO’dan TKP/ML’ye uzanan çizgi bir süreklilik içerir. Program sonra gelmiş, İbrahim Kaypakkaya reformizmden en son kopan olmanın avantajı ile 71 kopuşunun devrimci programatik çerçevesini –eksik ve yanlışlarla da olsa- çizmiştir. Lenin’in devrimci bir partinin inşası kaygısıyla kaleme aldığı Ne Yapmalı’da yaptığı “Herhangi bir örgütün niteliğini doğal ve kaçınılmaz olarak belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir.” saptaması da bu çerçevede anlam kazanır.

Bununla birlikte programın eksik de olsa bir ölçüt olduğu da doğrudur. Komünist Manifesto yazıldıktan sonra Manifesto’nun gerisinde bir programa sahip bir partiyi komünist kabul etmek mümkün değildir. 1919’dan sonra Plehanov’un programına sahip bir partinin de programına bakarak komünist olmayan bir çizgide hareket ettiğini teşhis etmek mümkündür. Platformumuzun siyaset sahnesine çıktığında yayımladığı Amaç, İlke ve Öncelikler metninin sonunda üç adet ek yer alıyor. Bu eklerden iki tanesi, “Komünist Enternasyonal’in Platformu” ve “TKP Programı’nın İlke ve Esaslar Kısmı” tam da bu kaygıyla bir referans olarak kabul edilmişti. Bugün söz konusu iki metnin gerisinde bir programa sahip bir hareketi komünist olarak kabul etmek mümkün değil.

Sadece bu ön kabul bile, devrimci iddialarda bulunan akımlara dair tabloyu hayli sadeleştirmektedir. Ancak broşürden yaptığımız alıntıda da ifade edildiği gibi Komünist Enternasyonal’in programını şeklen kabul etmiş bir dizi akım mevcuttur. Program yetersiz bir ölçüttür; zira teoride devrimcilerle her konuda anlaşan ama pratikte sürekli koşulların devrimci eyleme geçmeye izin vermediğini savunan oportünistlerin maskesini tek başına programla düşürmek imkânsızdır. Oportünistlerin devrimci eylemden uzak durduğunu göstermek, onların eyleminin muhtevası ile Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresindeki esaslar arasındaki karşıtlığı yalın bir şekilde sergilemek için bir başka kriter gereklidir. Platformumuzun referanslar arasında gösterdiği 21 Koşul bu amaca hizmet etmektedir.

21 Koşul Oportünist ve Merkezci Akımları Teşhis Etmek İçin Üretilmişti

Aslına bakılırsa Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde Bolşevikler tam da sözünü ettiğimiz sorunla yüz yüze kaldılar. 1919 yılında Enternasyonal kurulurken “Kim Komünist Kim Değil?” sorusu somut bir sorun olarak belirmemişti. İç savaş sırasında, Sovyet Devrimi’nin günlerinin sayılı olduğu düşünülürken, Bolşeviklerin içinden dahi İkinci Enternasyonal’le tüm köprüleri atmaya itirazlar yükselirken, komünizmin cazip bir akım olduğunu söylemek mümkün değildi. Dahası söz konusu koşullar altında yeni bir enternasyonal kurmaya cesaret etmenin kendisi komünist olan ile olmayanı ayrıştırıcı bir kriterdi. Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresi’ne en fazla delege ile katılan Alman Komünist Partisi’nin Komünist Enternasyonal’in kurulması oylamasında çekimser kaldığını burada bir kez daha anımsamak gerekir.

Gelgelelim, bir yıl sonra 21 Koşul’un başında da ifade edildiği üzere Komünist Enternasyonal moda olmuştu. Sovyet Devrimi’nin görünenden güçlü çıktığı, Sosyal Demokrasi’nin ihanetinin savaşla sınırlı olmadığı anlaşıldığı oranda ikinci enternasyonal ve çevresindeki akımlarda kopuşlar güç kazanmış, muhtelif sosyalist örgütler Komünist Enternasyonal’e girmek için başvuruda bulunmuştu. Üstelik tüm bu akımlar Komünist Enternasyonal’i devrimci bir örgüt olarak selamlıyor, teoride tüm noktalarda Komünist Enternasyonal ile anlaştığını ifade ediyorlardı. Bu partilerin en önemlisi SPD’den kopan ve Spartakistler Birliği’nin birkaç katı bir cüsseye sahip olan Birleşik Sosyal Demokrat Parti (USPD) idi. 1920 USPD’nin 750 bin üyesi vardı, Rus Komünist Partisi’nin 1919 yılındaki üye sayısı 340 bin civarındaydı. Alman Komünist Partisi’nin oyları ise on binlerle ifade ediliyordu. Komünist Enternasyonal’in kongresinden birkaç ay önce gerçekleşen seçimlerde USPD, Almanya genelinde yüzde 17,9’unu (5 milyon oy) alarak ikinci parti olmuş, mecliste 84 sandalye kazanmıştı. Birinci SPD’nin oy oranı ise 21,7’ydi. Alman Komünist Partisi ise oyların ancak yüzde 2,1’ini (589 bin oy) alarak 4 milletvekili çıkarmıştı. Gelgelelim, USPD’nin üyelerinin önemli bir kısmı Ekim Devrimi’ne eleştirel hatta düşmanca yaklaşıyordu. İkinci Kongre sırasında Kautski ve Hilferding USPD üyesiydiler. Parti içindeki çoğunluk Komünist Enternasyonal’e katılmak gerektiğini savunsa da yarıya yakın bir azınlık mesafeli bir ilişkiden yanaydı. USPD’nin İkinci Enternasyonal ve Üçüncü Enternasyonal arasında yalpalayan tutumu ve kendi üyelerinin konuya dair parçalanmışlığı nedeniyle USPD merkezci olarak tanımlanıyordu.

Merkezci partiler USPD ile sınırlı değildi. 1919 seçimlerinden oyların 32,3’ünü alarak birinci parti olarak çıkan İtalyan Sosyalist Partisi (PSI) Komünist Enternasyonal’e, üstelik USPD’den farklı olarak istişari oyla değil, delege oyuyla katılıyordu. PSI kongreye Rus Komünist Partisi ile aynı sayıda –on- delege ile katılıyordu. Fransa’nın en büyük üçüncü partisi olan Fransız Sosyalist Partisi de Komintern’e üyelik başvurusunda bulunmuştu. İngiltere’de parlamentoya dört vekil sokacak kadar güçlü olan Bağımsız İşçi Partisi, İsviçre’nin büyük partilerinden Sosyal Demokrat Parti de Enternasyonal Kongresi’ne müzakere yürütmek amacıyla istişari oyla katılmıştı.

O halde çiçeği burnunda Komünist Enternasyonal’in önündeki temel sorun ayıklamaya dair bir sorundu. İkinci Enternasyonal’de barınamayıp kendine yeni bir uluslararası platformda yer arayan, hiçbir zaman ilkelere dayalı bir siyasal mücadele yürütmediği için Komünist Enternasyonal’in ilkelerini sorun etmeyen ve onunla müzakere etmeye çalışan bu akımların içindeki enternasyonalist devrimcilerle, yıllanmış oportünistleri nasıl ayırt etmeliydi? Somut olarak ele alındığında Komünist Enternasyonal’e Katılmanın 21 Koşulu bu sorunu çözmek için geliştirilmiş bir formüldü. 21 koşulun bir dizi maddesine bakıldığı zaman bu somut sorunun izlerini bulmak zor değildir.

Örneğin yedinci koşulda kimlerin oportünist olduğu isim isim verilmekte, bu kesimlerin hiçbir koşul altında Komünist Enternasyonal üyesi olamayacağı ifade edilmektedir. Komünistlerin kişilerle değil örgütlerle ilgilendiği hatırlandığında Turati’den başlayıp Kautski’ye uzanan bu liste yadırgatıcı olabilir. Ancak söz konusu listede sıralanan isimler Enternasyonal’e üye olmak isteyen, yahut üyesi bulunan partilerin üyesi olmakla kalmıyor, ayrıca bu hareketin içinde adı konmamış, kendini netleştirmemiş eğilimleri temsil ediyorlardı. Bilindiği üzere oportünizmin tipik özelliklerinden biri kendini net bir şekilde tanımlamaması, görüşlerini tanımlanmış bir politik kimlikle ortaya koymamasıdır. 21 Koşulun yazıldığı sırada Avrupalı sempatizan yahut üye partiler için de aynı durum söz konusu idi. Oportünistlerin isimlerinin tek tek yazılması, bu vesile ile oportünistleri bir tutum takınmaya, hatta kendilerini bir eğilim olarak tanımlamaya zorlamak istiyordu. Benzer şekilde ikinci koşulda reformist merkezcilerin parti yayın organlarından uzaklaştırılması talebi aslında Hilferding’in Berlin bölgesinde parti adına Freiheit gazetesini engelleme amacını taşımaktaydı.

Komünist Enternasyonal sadece reformist, merkezci, sağcı, şoven unsurlardan ayıklanmayı değil aynı zamanda sol oportünist tutumlarla da hesaplaşmayı da amaçlıyordu. Kooperatif ve sendikalarda çalışmaya ilişkin dokuzuncu madde her türlü uzlaşmayı olduğu kadar kitleler içinde çalışmayı reddeden sol oportünizmle ayrışmak için konmuştu. Zaten Lenin de Komünist Enternasyonal’in kongresinden birkaç ay önce Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabını kaleme almıştı.

Yine 19-21 arasındaki maddeler esas olarak söz konusu merkezci örgütlenmeleri oportünistlerle bir bütün olarak Komünist Enternasyonal bünyesine almaktan ziyade, bir parti kongresinde bu hareketleri bölerek devrimci kanatta yer alanları enternasyonal bünyesine katma amacını taşımaktaydı. Doğrusu bu amacında başarılı oldu da: Söz konusu hareketlerin hepsi İkinci Kongre’nin ardından bir ayrışma sürecinin içine girdi. Komünist Enternasyonal 21 Koşul ve ona eşlik eden bolşevikleştirme harekatıyla birlikte söz konusu merkezci akımlar parçalandılar. Alman, Fransız ve İtalyan sosyalistlerinin çoğunluk kanadı, İsviçre sosyal demokrat partisinin azınlık kanadı daha önceden kurulmuş komünist partilere katıldılar. 21 Koşul, programatik düzeyde teşhis edilmesi/belirginleşmesi zaman alacak ayrılıkları ortaya koymak için partilerin eyleminin içeriğine bakan kıstaslar tanımlamıştı. Bu kıstaslardan yola çıkarak oportünist kesimleri Komintern’in dışında tuttu aynı zamanda da Komintern’in içinde bir temizlik yapmayı mümkün kıldı.

O halde devrimci bir partinin olup olmadığını anlamak için başvurmak gerekli olan bir numaralı kriter program değil, söz konusu partinin eyleminin içeriği olmalı. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında Komünist Enternasyonal’in oportünist ve merkezci akımları teşhis etmek için ortaya koyduğu kriterler bugün için de geçerli. Yaşadığımız topraklarda hiçbir akım bu kriterlerin gereklerini yerine getiremediği için devrimci bir partiden söz etmek mümkün değildir.

Referans Tartışmaları Eski-Yeni Tartışması Olarak Yürümez

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında kutlayanların ezici çoğunluğu elbette oportünist ve merkezcileri 21 Koşul’la ayırt etmeye, bu koşulları yerine getirecek devrimci bir parti yaratmaya itiraz edeceklerdir. İtiraz gerekçelerinin başında bu koşulların eskimiş olduğu gelecektir. Aynı kesimlerin zaten oportünist, merkezci gibi kavramların kullanılmasına da itiraz ettiğini biliyoruz. Sadece bu kavramlara da değil proletarya diktatörlüğü, sınıf mücadelesi, Kürt ulusu gibi kavramlara da itiraz ettiklerini biliyoruz.

Her nedense aynı kesimler kökeni Eski Yunan’a dayanmasına karşın demokrasi kavramından yahut burjuva toplumunun doğuşu ile geçer akçe olmuş eşitlik kavramından hiç rahatsızlık duymamaktadırlar. Aynı şekilde Komintern’i bir referans olarak köhnemiş bulanların bir elli yıl öncesine gidip Marks’a, Marks’ın eskidiğini düşünenlerin ise daha da gerilere gidip Adam Smith, Kant, Mill gibi burjuva düşünürlere sığınmaları bir başka çelişkidir.

İdeolojiler boşlukta ortaya çıkmazlar. Belli kurumların içinde, belli tarihsel fikir ve düşüncelere bağlanırlar yahut onları reddederler. Benzer bir durum burjuva ideolojisi için de geçerlidir. Burjuvazi kendisinden önceki sınıflı toplumlardaki devlet aygıtını yetkinleştirmiştir. Ancak bunu devrimci bir yolla, önceki sınıflı toplumların mirasını toptan reddederek değil bu mirasın en gerici ve köklü birikiminden faydalanarak sağlar. Örneğin bugünkü burjuva toplumlarda krallığın varlığını kapitalizm öncesinin bir kalıntısı olarak görmemek gerekir. Burjuvazi krallığa kendi gerici iktidarını ancak daha önceki sınıflı toplumların gerici iktidarından beslenmeye ihtiyaç duyduğu için gerek duyar. Benzer bir durum burjuva ideolojisi için de geçerlidir. Burjuvazi kendi suretinde yarattığı dünyayı mümkün olan dünyaların en iyisi ve değişmezi olarak göstermek için daha önceki tüm gerici düşüncelerden beslenmek, kendi sınıf ideolojisini insanlık tarihinin bütün birikimi olarak sunmak zorundadır. Bunun için burjuvazi ortaçağın üniversitelerini tasfiye etmez. Eflatun’dan başlayarak tüm düşünce dünyası ile kendi ideolojisi arasında kopmaz bağlar kurar. Aynı zamanda kendi ideologlarını yetiştirirken bu eski çağ düşünürlerinin köklü bir eğitimini verir.

Buna karşılık sol içindeki revizyonist yenilik meraklıları, proletaryanın devrimci mücadelesinin Fransız Devrimi’nden Ekim Devrimi’ne kadar geçen yüz otuz yıllık birikiminin ürünü olan proletarya diktatörlüğü, merkezcilik, oportünizm gibi kavramların hepsini terk ederek silahsız bırakmak istemektedirler. Sınıf mücadelesinin deneyimlerine binaen üretilmiş bu kavramlardan vazgeçmenin, bu kavramlardan vazgeçenleri tekrardan burjuva ideolojisine, onun kavram ve varsayımlarına döndüreceği açıktır. Aslına bakılırsa Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında sınıf mücadelesinin iki yüz otuz yıllık değil yüz otuz yıllık deneyiminden söz ediyor olmamız bu durumla ilgilidir. Komünist Enternasyonal’in tasfiyesine paralel olarak ilerleyen Ekim Devrimi’nin yenilgisi geride bıraktığımız yüz yıllık devrimci mücadeleden şu ya da bu dersin çıkarılmasını engellemiştir. Her seferinde burjuva hümanizmi, burjuva demokrasisi ya da burjuva kalkınmacılığı yüceltilmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı’nda faşizme karşı verilen mücadele burjuva demokrasisinin cilalanmasına hizmet etmiş, Küba’dan Angola’ya gerillacı akımlar devleti yücelterek ulusal kalkınmacılığa teslim olmuştur. Bugün Kürdistan’daki devrimci mücadele ise devletlere karşı olmayı devletlerin yıkılmasına karşı olmaya çeviren Bookchin’in liberal anarşizmini rehber edinmiştir. Proletarya diktatörlüğünü eskimiş, köhnemiş bir devlet aygıtı olarak görenler Rojava’daki kantonların Esad’ın BAAS diktatörlüğüne entegre olmasında beis görmemektedirler.

Tüm bunların ötesinde referansın “eskisi” makbuldür. Zira ilkeler ve kıstaslar birden fazla somut duruma uygulanabilir olduğu zaman anlam kazanırlar. Her durum değişikliğinde yeni ilkelere ve ölçütlere başvurmak günü kurtarmanın, çalınan minareye kılıf uydurmanın, oportünizmin öbür adıdır. Nitekim oportünizmin Osmanlıca karşılığının da eyyamcılık olması tesadüf değildir. O halde bir referans ne kadar uzun süre ayakta kalabiliyorsa, ne kadar uzun bir dönem boyunca tarihsel gelişmeleri açıklıyorsa o kadar güçlü demektir. Bu bakımdan Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde belirlenen perspektiflerin üzerinden yüz yıla yakın zaman geçmesi kendi başına bu tezlerin güçsüzlüğüne değil gücüne kanıt olur. Tersinden bu perspektifleri sırf eskidi diye değiştirme modası yenilgi psikolojisinin, güçsüzlüğünü ifade edip sınıf düşmanına teslim olma arzusunun ürünüdür.

21 Koşul’un ele aldığı sorunlara bakıldığında bu teslimiyetçi ruh hali daha da açığa çıkar. 21 Koşul proletarya devrimi ve sovyet iktidarı ile başlıyor. Bugün Rojava Devrimi’nin sorunları, kantonların geleceği farklı bir konuyla mı ilgilidir? Her yıl 1 Eylül Barış gününün politik eylemlerle kutlandığı, hendek savaşlarının yaşandığı, kalekolların kurulduğu bir ülkede sosyal yurtseverlik/sosyal pasifizm konusu geçmişe ait bir mesele midir? Kürtlerin egemen olma ihtimaline diş bileyen bir ulus devletinin sınırları altında mücadele edenler ilhaklar/sömürgeler sorununu tarihi akademik bir konu olarak düşünebilir mi? Bir yandan yasal partilerin cirit attığı, diğer yandan tutuklama dalgalarının yaşandığı, cumhurbaşkanı ve devlet büyüklerimize hakaret diye bir suçun icat edildiği bir ülkede siyaset legalite-illegalite ilişkisini ele almadan yapılabilir mi? 21 Koşul’da bu konulara dair esaslardan hangisi doğru ve devrimci bir siyaset hattına işaret etmemektedir? Bu sorulara yanıt vermeden eski başvuru kaynaklarını terk edelim diyenler besbelli ki bu konularda burjuvazinin ve ideologlarının ürettiği yanıtlara teslim olmak isteyenlerdir.

21 Koşul’un bir referans olarak kullanılmasına yöneltilecek görece rafine bir itiraz daha vardır. Akıl yürütme şöyledir: Madem 21 Koşul ikinci kongrede kimi somut akımları, eğilimleri Komünist Enternasyonal’in dışında tutmak için üretilmiştir o halde bu denli somut adımları genelleştirmek, oportünizme karşı genel bir mücadele silahına dönüştürmek yöntemsel olarak hatalıdır. Turattiler, Kautskiler, McDonald’lar bugün yaşamadıklarına göre onlara ilişkin tezleri genellemenin bir anlamı yoktur. Bu eleştiri Babeuf’ten bu yana komünist siyasi hareketin ilkeleri, esasları, ölçütleri sınıf mücadelesinin pratiği içinde şekillendiğini ıskalamaktadır. Babeuf’ün Eşitler Manifestosu Fransız Devrimi’nin somut sorunlarına getirilen devrimci çözümlerdi, Komünist Manifesto’nun ikinci bölümü İtalyan milliyetçisi Mazzini’nin komünistlere yönelik suçlamalarına somut yanıtlardır. Fransa’da İç Savaş Paris Komünü’nün somut analizidir. Ne Yapmalı Lenin’in Raboçaya Mysıl ve Raboçaya Dyelo ile yaptığı polemiklerdir. Komünist Enternasyonal’in ilk Dört Kongresi de Ekim Devrimi’nin, onu takip eden iç savaşın bu devrimin Avrupa ve Asya’ya yayılırken karşılaştığı somut sorunlara verilen yanıtlardır. Bu somut değerlendirmelerin hiçbiri genel değerlendirme olsun, bilimsel bir teori, evrensel bir referans üretilsin diye kaleme alınmış değildir. Bu değerlendirmeleri genel ve kalıcı kılan şey, bu değerlendirmeleri yapmaya fırsat veren deneyimlerin dünya-tarihsel büyüklüğü ve önemidir.

Sol Komünizm adlı eserinde Lenin Bolşeviklerin örgütlenmeye ve siyasal mücadeleye ilişkin tarzlarının neden tüm dünya komünistlerine yol göstermesi gerektiğini anlatırken Ekim Devrimi örneğine başvurmakta, Ekim Devrimi’nin genel ve birçok ikinci özelliği ile dünya devrimlerinin nasıl gerçekleşeceğine ve zafere ulaşacağına dair bilgi verdiğini ifade etmektedir.

“Rusya’da proletaryanın iktidarı ele geçirmesini izleyen ilk aylarda (25 Ekim 1917), bu geri ülke ile Batı Avrupa’nın ilerlemiş ülkeleri arasındaki çok büyük farklardan dolayı, Batı Avrupa ülkelerinde proleter devrimi, bizimkine pek az benzeyecek gibi görünüyordu. Bugün artık önemli bir uluslararası deneyime sahip bulunmaktayız; bu deneyim, bize açıkça göstermektedir ki, bizim devrimimizin bazı temel çizgilerinin, yerel değil, özellikle ulusal değil, yalnızca Rusya’ya özgü değil, uluslararası nitelikte bir önemi vardır. Ve ben, burada, sözcüğün geniş anlamıyla uluslararası öneminden söz etmiyorum: bütün ülkeleri etkilemesi anlamında uluslararası önemi olan, devrimimizin yalnızca bazı özellikleri değil, devrimimizin bütün temel özellikleri ve üstelik birçok ikincil özellikleridir. Uluslararası önemini, ülkemizde olup bitenlerin uluslararası bir ölçekte, uluslararası geçerliği ya da bir yinelenmesinin tarihsel kaçınılmazlığı anlamında alarak, sözcüğün en dar anlamıyla bundan söz ediyorum. Devrimimizin bazı temel özelliklerinin bu önemi taşıdığını kabul etmek gerekir.”

Ama Lenin bir paragraf sonra Ekim Devrimi’nin sonrasında gerçekleşecek daha büyük bir devrimle birlikte Ekim Devrimi’nin aşılacağını da ifade etmektedir.

“Kuşkusuz bu gerçeği abartmak, bunu devrimimizin belli temel çizgilerinden ötelere yaymak büyük yanılgı olur. Aynı şekilde, proleter devrimin ileri ülkelerin en azından birimde zaferinden hemen sonra, pek olasıdır ki, durumda meydana gelecek ani bir değişiklik sonucunda Rusya, örnek bir ülke olmaktan çıkacak, (sovyet ve sosyalist anlamda) bir kez daha geri bir ülke durumuna gelecektir.”

Lenin’in Ekim Devrimi’ne ve Bolşevikler’in çalışma tarzına ilişkin yaptığı bu saptamalar aslında eski-yeni tartışmasına da son noktayı koymaktadır. Sınıf mücadelesinin her deneyimi yeni referanslar üretmeyi gerektirmez. Bir deneyimin yeni bir deneyim olabilmesi için sonuçları ve başarısı itibari ile öncekileri aşan bir nitelikte olması gerekir. Kuşkusuz Ekim Devrimi dünya-tarihsel sarsıntıların tek örneği değildi. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında gerçekleşen devrim dalgasına bakıldığı zaman en yaygın kapsama sahip olan devrim dalgası da değildi. Ancak Ekim Devrimi sovyet iktidarını muzaffer kılan biricik devrimdi. Ayrıca Ekim Devrimi’nin derslerini çıkarabilecek bir parti mevcuttu. Bugün referans diye tanımladığımız dersler bu parti tarafından çıkarılmıştı. Ekim Devrimi’nin sonrasında yaşanan altüst oluşlar bir proleter devrimle sonuçlanmadı. Dahası bu başarısızlığın nedeni bu devrimlere önderlik ederken onların derslerini çıkaracak komünist bir partinin bulunmayışı idi. Tam da bu nedenle Çin, Küba, Nikaragua devrimlerinin derslerini bu devrimlerin zaferle sonuçlandığını iddia eden örgütlerin değerlendirmelerine bağlı kalarak çıkarmak komünist siyaseti köhnemiş ve sınırlı bir burjuva radikalizmiyle değiştirmek anlamına gelir.

21 Koşul’a geldiğimizde, karşımızda bir devrimin hemen sonrasında gerçekleşen dünya tarihsel çapta bir gelişmenin olduğunu görürüz. Devrimin etkisiyle devrimci bir partinin saflarına katılmak isteyen yüzbinlerce üyesi olan partilerin içindeki oportünist unsurları teşhis edip ayıklamaya dönük bir kıstaslar dizisi çıkar karşımıza. 21 Koşul’un kaleme alınmasından iki sene sonra Komintern’in tasfiyesi ile bu ayıklamayı yapabilecek bir parti ortadan kalktığı için oportünistleri teşhis etmek için 21 Koşul’u aşan bir referans üretmek mümkün olmamıştır.