Montrö tartışmaları 71-72 Kopuşunun ellinci yılında alevlendi. 71-72 aynı zamanda anti-emperyalist mücadeleye ve bu mücadelenin veriliş tarzına dair bir kopuştur. THKO kurucusu Deniz’in, THKP kurucusu Mahir’in, TKP-ML kurucusu İbrahim’in anti-emperyalizmi kavrayışı sadece TİP’li Harun Karadeniz’den, Yöncü Doğan Avcıoğlu’dan değil, DÖB’lü Deniz’den, Belli’yle Kıvılcımlı’yla yan yana yürüyen Mahir’den, Perinçek’le aynı saflarda yer alan İbrahim’den de, yani kopuş öncesindeki politik pozisyonlarından da farklıdır. Koptukları akımlar devletin bir kanadını, ordu olsun parlamento olsun devletin bir aracıyla Amerikan karşıtı bir hatta çekmeye çalışırken 71-72’de kopanlar devletlü yahut reformist anti-emperyalist bulunmayacağını, anti-emperyalizmin bu nedenle bir devrim sorunu olduğunu savunuyorlardı. Bu nedenle hükümetin başka bir hükümetle değiştirilmesini talep etmiyorlar, hükümetlere NATO’dan yahut emperyalist bir kurumdan çıkılması için, şu ya da bu emperyalist anlaşmanın iptal edilmesi için “basınç uygulamak” akıllarına gelmiyordu. Örneğin Mahir Çayan Amerikan işgalinin Türkiye’de içsel bir olgu olduğunu savunuyordu ama bu tespitten yola çıkarak “Amerikan işgali içselleştiğine göre Amerika’ya karşı protesto gösterisi düzenlersek Türkiye’de de hükümete karşı mücadele etmiş oluruz” türü parlak akıl yürütmelerin yapılacağına herhalde ihtimal vermezdi. Zira bugün kendisini bayramdan bayrama hatırlayan takipçilerinin aksine THKP Amerikan emperyalizmine karşı mücadele etmek için öncelikle siyasi iktidarı zor yoluyla devirmenin şart olduğunu savunuyordu.

Bugün Montrö’yü emperyalist saldırganlığı dizginleyen bir mevzi olarak gören, anti-emperyalizm adına Montrö Anlaşmasından çıkılmamasını savunan akımların aynı zamanda İstanbul Sözleşmesini kadın cinayetlerini engelleyen bir mevzi olarak gösterip hükümetin imzasını bu sözleşmeden çekmemesi gerektiğini savunması tesadüf değildir. Zira hem Montrö hem İstanbul Sözleşmesi emperyalist sözleşmelerdir. Her iki sözleşmeye yaşamsal önem atfedenler iktidarı almayı ve hangi sözleşmeyi nasıl imzalayacağına karar vermeyi değil burjuva hükümetlerine ve sözleşmelere sadık kalmayı hedefliyorlar, başka bir deyişle sözleşmeyi hazırlayan emperyalistlerin maşası olmaya soyunuyorlar. Bu anlamıyla kadın hakları adına İstanbul Sözleşmesi, bölgesel barış adına Montrö yaygarası koparanlar TİP’in ve MDD’nin bile gerisindedirler.

Zira onlar her ne kadar anti-emperyalizmi NATO’dan, ABD ve müttefikleriyle akdedilmiş ikili anlaşmalardan çıkıp SSCB ve Varşova paktına yönelmek olarak anlıyorlardıysa da sadece bununla yetinmiyor parlamenter yoldan da olsa iktidara gelmeyi hedefliyorlardı. Bırakalım bir takım talepleri güçlü bir biçimde dile getirerek AP vb. hükümetleri bu yönde adımlar atmaya zorlamayı CHP’nin veya onun başında olacağı bir hükümetin dahi bu “anti-emperyalist” adımları atabileceğine inanmıyorlardı. Bunun asgari koşulu olarak bizzat hükümet olmayı hedefliyorlardı.

Cemal Madanoğlu’nun adıyla anılan asker-sivil cunta girişimi tasarlayanların bakış açısı da farklı değildi. Özünde NATO’dan çıkmayı ve Irak, Suriye ve Mısır’daki BAAS hükümetleri gibi batı blokundan ayrılıp doğrudan Varşova Paktına dahil olmaksızın bu blokla yakın duran ama “bağımsız” ve “kendince milli sosyalist” bir rejimi hedefliyorlardı. Mihri Belli’nin sosyalizm vurgulu ve “Marksizm-leninizm” referanslı çizgisi de siyasal perspektif bakımından bunlardan uzakta değildi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise  “demokratik devrim” aşamasında bunların hepsiyle ittifak halinde sosyalizme doğru yürürken başı çeken aktör olmak hedefini gütmekteydi. Bunlardan farkı “Tito revizyonizmine ve SSCB’nin başı çektiği modern revizyonizme” karşı olmak olan PDA hareketi ise “ne Amerika ne Rusya” diyerek ve “Halk Savaşı” yolunu tuttuğunu ilan ederek bu revizyonist kardeşlerinden kendini ayırmakla beraber pratikte bu ikinci yola girmeye asla teşebbüs etmeyerek aynı siyasal kampta yer aldı.

Esasen ilk bağımsız eylemlerini  12 Mart muhtırasından önce  gerçekleştiren ve genel olarak “71-72 devrimcileri” olarak anılan THKO, THKP/C, ve nihayet TKP-ML/TİKKO kurucuları ise, kendilerine özgü nüansları bir yana anti-emperyalizmi bir devrim sorunu olarak ele almalarıyla bunların hepsinden peyderpey koptular. Anti-emperyalizm mücadelesinin de demokrasi sorununun da devrimcilerin kendi bağımsız güçleri ve silahlı mücadeleleriyle iktidarı bizzat ellerine almakla çözülebileceği ve başka türlü çözülemeyeceğini savundular. İktidarı kendilerinin yürüteceği silahlı mücadele ile bizzat almak hedefi ile yola çıktılar.

Bu itibarla “71-72 Kopuşu” dendiğinde doğrudan doğruya devlete karşı bağımsız bir silahlı başkaldırı perspektifini benimseyenlerin kopuşunu anlamak gerekir.[1]

Bu kopuşu gerçekleştirenler silahlı mücadele derken o zaman dünyada muhtelif örnekleri görülen muhtelif gerilla/halk savaşı stratejilerini anlamışlardır. Kopuşun sonucunda kurulan örgütlerden hiçbirinin Bolşeviklerin ve Komünist Enternasyonalin gösterdiği proleter devrim stratejisini benimsememeleri temel ve ortak kusurlarıdır. Hatta Mustafa Suphi TKP’sini işaret eden Kaypakkaya’nın TKP-ML’si dahi TKP programının benimsediği devrim stratejisini değil koptuğu yerden gelirken benimsediği Halk Savaşı stratejisini esas almıştı. Komünistlerin ödevi ise bu kopuşun eksiğini gidermek için Mustafa Suphi TKP’sinin adına değil proleter devrimci programına sahip çıkmakla işe başlamaktır.

Bu hatırlatmanın ışığında bir yandan 71-72 devrimcilerinin mirasına sahip çıkma iddiasını ileri sürüp, diğer yandan da bugünlerde gündemi işgal eden Montrö Anlaşması veya İstanbul Sözleşmesi gibi konulara sözümona anti-emperyalist bir bakış açısıyla yaklaşanların bırakalım işaret ettiğimiz yanlış ve eksiklerine rağmen THKO, THKP/C yahut TKP-ML ile veya öncelikle iktidarı ele geçirme hedefini güden o zamanki TİP ve/veya MDD’cilerle kıyaslanması dahi güçtür.

Bunlarla 71-72 Kopuşunu temsil edenlerin arasındaki asıl fark devrim noktasındadır. Devrim deyince de anlaşılması gereken sadece iktidara gelmek değil, iktidarın emekçilerin eline geçmesi için önce mevcut devletin zor yoluyla yıkılması ve parçalanmasını anlamak gerekir. Dolayısıyla “demokrasi devrim sorunudur” “devrimi gerçekleştirmeden emperyalizme bağımlılık sorunu çözülemez” dendiğinde anlaşılması gereken bunun nasıl ve hangi yoldan sağlanacağından evvel bunun kavranması ve savunulmasıdır.

Türkiye’de Bölücü Olmadan Anti-Emperyalist Olunmaz

Bu itibarla bugünlerde gündemde olan Montrö Anlaşması yahut İstanbul Sözleşmesi gibi konulara devrimci bir yaklaşımla devrimci olmayan yaklaşımın nerede ayrıldığını görmek zor değildir.

Türkiye’de Montrö dünya barışını güvence altına alan, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla Lozan’da emperyalistlere darbe vuran, Türkiye’nin siyasi bağımsızlığını ve ulusal kurtuluş mücadelesini tescilleyen anlaşmalardan biri olarak kabul edilmektedir. Bu kabulün arka planındaysa Türkiye Cumhuriyeti’nin anti-emperyalist bir kurtuluş savaşıyla kurulduğu safsatası yatmaktadır.

Halbuki tıpkı Montrö gibi Lozan da İngiliz emperyalizminin Türkiye’yi kendi yanında ve Sovyetler Birliği’nin karşısında tahkim ettiği anlaşmaların başında gelmektedir. Proleter devrimlerden ölesiye korkan emperyalistler, Ekim Devrimi’nin yayılmasını engellemek için Anadolu’da ve Trakya’da üniter bir Türk devletini yaşatmayı tercih etmişlerdir. Bu tercih sadece zaten parçalı olan Kürdistan’ın daha da parçalanması anlamına değil aynı zamanda kuzeydeki en büyük parçasının Türkiye tarafından zincire vurulması anlamına geliyordu. Kürdistan’ı boyunduruk altına almak paradoksal olarak Türk devletinin daha bağımsız hale gelmesine değil, bu boyunduruğun ancak emperyalistlerin onayı ve desteği ile sürdürülebileceği için Türkiye’nin emperyalistlere iyice bağlanmasına yol açtı. Lozan sadece Türkiye’nin, Osmanlı’dan süregelen halklar hapishanesi niteliğini pekiştirmedi, onu emperyalistlerin uzantısı olarak Ortadoğu gericiliğinin kalesi haline getirdi.

Lozan’ın Birinci Paylaşım Savaşına son veren diğer barış anlaşmalarından farklı olmadığından, Lozan’ın emperyalizmin Türkiye’deki egemenliğini ve Kürdistan’ın parçalanmışlığını tescillediğinden söz etmek, siyasi mücadelede somut bir karşılığı olmayan tarihsel haksızlıklara değinmek anlamına gelmez. Bilakis şu anda Türkiye’nin halihazırdaki rejim krizi Kuzey Kürdistan’ın zincire vurulmasıyla yakından ilişkilidir. Ekim Devrimi’nin Kürdistan’daki ulusal uyanışı şekillendirmesini engellemek isteyenler Kürdistan’ı dört parçaya bölmüşlerdir ama Ekim Devrimi’nin rüzgarının ulusal başkaldırı dinamiklerini büyütmesinin önüne geçememişlerdir. Dört parçadaki reformist önderliklere karşın, Kürdistan’daki uyanış elbette gittikçe proleterleşen bir halk hareketinin omuzlarında yükselerek bugüne dek gelmiştir. Doğrusu ABD’nin 2000’lerin başında Erdoğan’a göz yumması da Silahlı Kuvvetleri bir dizi operasyonla hizaya çekmesi de Kürdistan dinamiğiyle ilişkilidir. Erdoğan’dan beklenen Kürdistan sorununu Kürt sorununa dönüştürerek, Kuzey Kürdistan’daki devrimci dinamikleri söndürmekti. Aslına bakılırsa HEP’ten başlayıp HDP’ye varan süreç de Kürdistan sorununu Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilgili Kürt sorununa indirgemek isteyen tasfiyecilerin Amerikan planına uyum sağlama girişimiydi.

Gelgelelim AKP Amerikan planını hayata geçirmede başarısızlığa uğramıştır. Gerek Güney Kürdistan’daki gerekse de Rojava’daki gelişmeler nedeniyle Kürdistan sorunu bu hareketlere önderlik edenlerin iradesinden bağımsız bir şekilde rejimin altını oyan en temel ve güncel soruna dönüşmüştür. Kürdistan sorununu çözemeyen rejim krize girmiş, rejim krize girdikçe de aslında Kürdistan sorununu tasfiye etmek için kurulan parti olan HDP de Türkiye içinde kilit önem taşıyan bir güce kavuşmuştur. Tam da bu nedenle Erdoğan hükümetinin sınır ötesi operasyonları da onun emperyalist yönelimlerini değil her iki anlamdaki sıkışmışlığı anlatır. Erdoğan ne Rojava’dan esen devrimci rüzgarların Kuzey Kürdistan’ı  ve Türkiye’nin batısını etkilemesine set çekebilmekte ne de HDP’nin tüm parlamenter hesapların vazgeçilmez öğesi olmasını engelleyebilmektedir.

Bu bağlamda Kürdistan sorununa yaklaşımın olmazsa olmaz koşulu da bellidir. Bugün 71-72 Kopuşunun takipçisi olmak için elbette İnanların, Çayanların, Kaypakkayaların posterlerini taşıyarak kendi reformizmlerini örtmeye çalışanlardan ayrışmak, THKO, THKP ve TKP-ML kurucuları gibi anti-emperyalist mücadelenin ancak hükümeti devirip, devleti yıkan bir devrimci iktidar tarafından verileceğini savunmak gerekir. Ancak 71-72 Kopuşu tamamlanmamış, Türkiye’de “güdük bir anti-emperyalist nitelik taşıyan kurtuluş savaşı” hurafesiyle ilişkisini kesemediği için programatik anlamda kemalizmden kurtulamamış, Kürdistan’daki Türk egemenliğinin son bulmasının anti-emperyalist mücadelenin olmazsa olmaz koşulu olduğunu tespit etmemiştir. Bu kopuşu tamamlamak Komünist Enternasyonal’in takipçisi olma iddiasındakilerin boynuna borçtur.

Bu nedenledir ki bugün komünistlerin öne çıkarttığı “Tek Yol Devrim!” sloganı hoşluk olsun diye söylenen nostaljik bir slogan değil bütün bu tahlili özetleyen bir slogandır.

Ama daha önemlisi bu sloganı “Devrim İçin Devrimci Parti!” diyerek tamamlayıp KöZ’ün arkasında duran komünistlerin öncelikli stratejik hedefini işaret etmektir.

Bu yaklaşımı önümüzdeki somut sorunları ileri ve belirsiz bir geleceğe havale etmekle küçümseyen ve eleştirenler asıl yakın vadede bütün bu ve benzeri sorunların çözülmesinden önce çözülebilecek olan sorunu çıkmaz ayın son çarşambasına havale etmektedirler. Asıl cevap vermeleri gereken soruya cevap vermemek için bahane aramaktadırlar.

“Kadınlara yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin kesinlikle önlenmesi için İstanbul Sözleşmesi yeterli midir? Bu sözleşmeyle kadınların ezilmesi ortadan kaldırılabilir ve kadınlara yönelik cinsiyetçi şiddet önlenebilir mi? Montrö Anlaşması Boğazlar üzerinde emperyalistlerin vesayeti olmadan bir egemenlik hakkını sağlar mı?” sorularına aklı başında ve samimi hiç kimse açık ve tok bir evet yanıtı vermemektedir. Hatta bunların özünde bir devrim sorunu olduğunu ekleyecek olanlar da az değildir.

Oysa KöZ’ün arkasında duran komünistlerin stratejik hedefi bunların hepsinden daha yakın vadede gerçekleştirilebilecek olan somut bir hedeftir: Komünist Enternasyonal’e katılma şartlarını sağlayan ve Bolşeviklerin izinden giden bir partinin kurulması bu ve benzeri tüm asgari demokratik hakların kamilen çözülmesinden daha gerçekçi ve çok daha yakın bir hedeftir. Komünistler bunun için mücadele ediyor. Şart olsun hedefimize varacağız.


[1] Genellikle unutuluyor olsa da yine bir demokrasi sorunu olarak kabul edilen “Kürt Sorunu”nun da ancak silahlı mücadeleyle çözüleceğini savunan Kürdistanlı devrimcilerin kopuşu ise bunlardan öncedir. Sait Elçi, Faik Bucak ve yoldaşları tarafından 1965’te kurulan TKDP de “Kürt sorununun” silahlı mücadeleyle ile çözüleceğini savunuyordu. Bunların ardından Dr. Şıvan diye bilinen Sait Kırmızıtoprak önderliğindeki T-KDP ise 1970’te kurulacaktı.