thumbnail of Anayasa Dayatmasina Hayir_web

Bu yazı Mart 2017 tarihli “Anayasa Dayatmasına HAYIR!” KöZ broşüründen alınmıştır.(Sayfa 24-32)

Özellikle anayasa konusu sol bakımından derine inmeye gelen bir konu değildir. Üstelik bunun asıl nedeni cehalet veya ihmalkârlık değil hâkim olan yanlış bir çizgi ile ilgilidir. Sosyalist hareketin anayasa sorunlarına yaklaşımının temel zaafı şudur: Oldum olası Türkiye solu anayasa ve demokrasisi sorununu burjuva demokrasisinin çerçevesi içinde düşünmeye alışmış ve bunun ötesine geçmeye ihtiyaç görmediği gibi cüret de edememiştir ve bunun sadece Türkiye solu ile ilgili olmayan boyutları vardır. Her şeyden önce sol bakımından demokratik bir anayasa dendiğinde akla gelen öncelikle haklar ve özgürlükler sorunudur ki bunda yanlış veya şaşılacak bir yan yoktur. Ama haklar ve özgürlükler dendiğinde ise daha çok akla 1789 Fransız Devrimi’nin ortaya koyduğu ve aynı zamanda bu devrimin hayat verdiği cumhuriyetin ilk anayasası olan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” gelir.

Ama geçen yüzyılın yarısından beri, bundan çok, bu metni temel alarak yazılmış olan ve Birleşmiş Milletler örgütünün anayasası kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gelir ki bu noktada biraz duraklayıp düşünmek gerekir.

Burjuva Anayasaları Hangi Esaslara Dayanıyor?

Birleşmiş Milletler’in anayasası aynı zamanda demokratik bir anayasanın örnek alması gereken temel hususları içeren bir üst yasa gibidir. İkinci Dünya Savaşı genellikle bir emperyalist paylaşım kavgası olarak değil, “demokratik ülkelerin faşizme karşı savaşı” diye anılır. Böyle olduğu için ve SSCB’nin bu savaşta taraf olmasından ötürü, galip devletlerin bu galibiyetlerinin belirlediği güçler dengesini korumak ve kalıcılaştırmak üzere kurdukları BM örgütünün anayasası da aynı zamanda demokrasi için bir örnek şablon gibi kabul görmektedir.

Bu nedenle çoktan beri demokrasi ve insan hakları dendiğinde akla gelen daha çok BM’nin “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ve ona kaynaklık eden “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”dir. Hatta yaşadığımız topraklarda 12 Eylül sonrasından beri, eskiden daha çok reformistlerin sahiplendiği bu bildirgeler artık solun bütün katmanları tarafından benimsenen temel kılavuzlar olarak kullanılmaktadır.

Hiç kuşkusuz AB’nin temel siyasi çerçevesi de bu esaslara göre çizilmiştir. Bu nedenle de bugün tartışılmakta olan ve aynı zamanda “Türkiye’yi AB normlarına uyumlu hale getirmek için” gerekli anayasa olarak tarif edilen anayasa taslakları da bu esaslara uygun olma iddiasındadır. Yahut bunları eleştirenler bu esaslara uygun olup olmadığı noktasından hareket ederek eleştirilerini gerekçelendirmektedir. Ne yazık ki yaşadığımız topraklardaki solun muhtelif kanatlarının hatta bir yandan “Avrupa Birliğine Hayır!” diyenlerin bile yaklaşımları bu genel çerçevenin dışında değildir.

Oysa Ekim Devrimi’nin ardından, Çarlık rejimi tüm kırıntılarına kadar parçalanıp tarihin çöplüğüne atıldığı zaman eski devlet aygıtının yerine kurulan yeni Sovyet Cumhuriyeti’nin anayasası, bütün ülkelerin işçilerine burjuvazinin insan hakları bildirgelerinin alternatifinin ne olduğunu da gösteren bir haklar ve özgürlükler bildirgesi mahiyeti taşımaktadır.

“Çalışan ve Sömürülen Halkın Haklar Bildirgesi” başlığını taşıyan bu metin ne Birleşmiş Milletlerin kuruluşu sırasında ne de haliyle sonrasında pek akla gelmiş değildir.

Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti Anayasası Aynı zamanda en demokratik burjuva diktatörlüğünden milyon kere daha demokratik tanımıyla tarif edilen proleter demokrasisinin temel ve ayırt edici özelliklerini belgeler. Bu metin çoktan beri kimsenin hatırına gelmiyor.

İşte Anayasa tartışmaları gündeme oturmuşken ve tam da Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümüne gelirken, KöZ’ün arkasında duran komünistler (daha önce 2007 referandumu vesilesiyle de yayınladığımız) bu temel belgeyi hatırlamakla yükümlüdür. Sovyetlerin Beşinci Tüm-Rusya Kongresi’nin 1918 yılının Temmuz ayında Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin anayasası olarak benimsediği anayasa metnini hatırlatmayı bir ödev saymaktadır.

Her ne kadar elinizdeki metin 1918 yılının Temmuz ayında o zaman için siyasi iktidarı tümüyle ellerinde toplamış bulunan Sovyetlerin genel kurulunda benimsenmiş olsa da bu metnin ilk taslağı olarak kabul edilebilecek olan ve aynı zamanda da hemen hemen harfiyen bu anayasanın birinci bölümüne alınmış olan metin daha önce yazıldı. Lenin tarafından kaleme alınan ve “Çalışan ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi” başlığını taşıyan söz konusu metin, 1918 yılının Ocak ayının başında, önce Bolşevik Parti’nin Merkez Yürütme Kurulu tarafından benimsendikten sonra, Kurucu Meclisin 18 Ocak günündeki ilk oturumunda Bolşevik grubu adına Sverdlov tarafından okunarak oylamaya sunuldu. Ancak o zaman çoğunluğu Menşeviklerden ve Sosyalist Devrimcilerden oluşan kurucu meclis üyeleri Bolşevik delegelerin kabul oyu vermesine rağmen bu metnin tartışılmak üzere gündeme alınmasını bile reddettiler. Tam tersine bu oylamanın ardından kurucu meclisin karşı devrimci çoğunluğu, Sovyetlerin Alman emperyalizmi ile ayrı bir ateşkes imzalama konusundaki tutumuna rağmen, emperyalist savaşı Çarlık Rusya’sının müttefiklerinin çıkarları doğrultusunda sürdürme konusunu gündeme aldı.

Bunun üzerine Bolşeviklerle Sosyalist Devrimcilerin sol kanadı Kurucu Meclisi terk ettiler. Kısa zaman içinde de Sovyetlerin iradesiyle Kurucu Meclis 19 Ocak günü kapatıldı. Bu, Rusya’nın emperyalist savaşa yeniden ortak edilmesine son verirken aynı zamanda iç savaşın başlangıcına işaret eden bir dönüm noktası oldu.

Bu gelişmelerden yaklaşık bir hafta kadar sonra 25 Ocak ta ise, aynı metin (Kurucu Meclis ifadeleri değiştirilmek suretiyle) bundan bir hafta sonra toplanan Sovyetlerin Üçüncü Tüm-Rusya Kongresine sunuldu ve bu kez benimsendi. Bu aynı zamanda yıkılan Çarlık rejiminin ardından kurulan Kurucu Meclis ile Sovyetlerin genel kurulu arasındaki ayrımın ve gerilimin de en belirgin işareti oldu. Bir başka deyişle Kurucu Meclisin burjuva ve aynı zamanda devrimin ilerlemesine engel olan karakteriyle işçi köylü ve asker sovyetlerine dayanan bir sovyet cumhuriyeti arasındaki ayrımı en iyi ifade eden belgelerden biri bu bildirge idi.

Böylece burjuva anayasalarının temel dayanağı olan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesine proletaryanın alternatifi olan “Çalışan ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi” ilk kez resmi bir belge haline gelerek gün ışığına çıkmış oldu. Nitekim aynı nedenle de bu belge 1918 yılının Temmuz ayında kabul edilen elinizdeki ilk Sovyet Anayasasının birinci bölümünü oluşturdu.

Anayasa Tartışmalarında Komünistlerin Referansı Nedir?

Bu bakımdan bugünlerde tartışılmakta olan anayasa taslağının kökten bir eleştirisi için elde tutulması gereken temel referans kaynaklarından biri bu temel belge tarafından temsil edilmektedir. Bununla birlikte hem bu anayasanın ayırt edici özelliklerini kavrayabilmek için, hem de “AB’ye uyum anayasası” diye pazarlanan metni güya soldan ve emekçi ve ezilenlerin gözünden eleştirme iddiasında bulunanların zaaflarını gözler önüne sermek bakımından burjuva anayasaların dayandığı insan hakları metinlerinin iç yüzüne yakından bakmakta yarar var. Emekçi ve sömürülen halkın hakları ile evrensel insan hakları diye sunulan burjuva hukuk referansı arasında ayrımı görmek için de evvela “hangi insanların hakları” sorusunu sormak gerekiyor. Böylelikle burjuva anayasalarında emekçilerin ve ezilen ulusların haklarının niçin ve nasıl güvence altına alınamayacağı da ortaya konmuş olacak. Hangi İnsanların Hakları? Üzerine bastığımız gezegende yaşayanların ezici çoğunluğunun avutulduğu, kandırıldığı masalların çoğu insan hakları tekerlemesiyle başlıyor. İnsan haklarına saygılı olma konusunda birbiriyle yarışmayan, birbirini insan haklarını çiğnemekle suçlamayan siyasi yok gibi.

En derin farklılıkları bir anda silip atan, amansız düşmanları el ele tutuşturan, adeta tılsımlı bir kavram gibi algılanıyor insan hakları. Hâlbuki başka şeyler gibi, ideolojik kılıfından çıkarıldığında ve tarihsel evrimi içinde gözlendiğinde insan hakları kavramının tılsımlı görünüşü de uçup gidiverir. Yaşadığımız topraklarda ise insan hakları tekerlemesi en çok 12 Eylül sonrasında dillere dolandı, hatta bu kavrama sahip çıkma neredeyse solculuğun ölçüsü haline geldi. İnsan hakları kavramını evrensel bir erdemin temeli haline getiren ideolojik perdenin hammaddesi, insanların doğaları gereği eşit ve ortak özelliklere sahip olduğu iddiasıdır. AKP’nin anayasası da elbette bu ilkeyi bir gurur vesilesi gibi içermektedir. Oysa neredeyse bütün tarihleri boyunca insanlar farklı çıkar gruplarına, farklı uluslara, farklı sınıflara bölünmüş olarak var olmuşlardır; eşit doğmadıkları gibi, özgür de değillerdir. İnsanlar ortak değil çelişik çıkarlara sahiptirler. Böyle olduğu için bir bölüğünün çıkarları, diğerlerinin aleyhinedir; bağdaşmazlar. O zaman insan hakları dendiğinde “hangi insanın hakları?” sorusunu yöneltmek yerindedir. Bu aynı zamanda soyut insan haklarının ayağını yere bastırıp, ideolojik örtüsünden kurtaracak temel sorudur.

Nitekim Ekim Devrimi ile Rusya’daki burjuva diktatörlüğünü yıkan proletarya, ilk anayasasının başına “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” değil, “Çalışan ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi” başlığını koyarak, aynı zamanda burjuva ideolojisinin bu tılsımlı kavramına da ölümcül bir darbe indirmiştir. İnsan hakları kavramına kaynaklık eden klasik metinlerin en ünlüsü Fransız Devrimi’nin ardından ilan edilen ve ilk anayasa olarak benimsenen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisidir (1791).

Bu bildiri daha birinci maddesinde yalan söylemektedir:

“1. İnsanlar hukuk açısından eşit ve özgür doğarlar, eşit ve özgür yaşarlar.”

Bu ne o zaman için doğruydu; ne de şimdi. Bildirinin asıl amacı Fransa’da yaşayanlar arasındaki bir tek eşitsizliği, bir tek ayrımcılığı kaldırmaktı: İnsanlar asil olanlar ve olmayanlar olarak ayrılmamalıdırlar.

Bu ifade yeni gelişen burjuva sınıfının asillerle arasındaki eşitsizliği kaldırma isteğini ifade ediyordu. Ama o zamanın Fransa’sında insanlar arasındaki eşitsizlik bundan ibaret değildi. Mülk sahibi olanlarla olmayanlar; çalışanlarla onların emek ürünlerini gasp edenler; beyaz derili olanlarla öyle olmayanlar; kadınlar ve erkekler doğuştan mezara kadar eşitsiz yaşıyorlardı; bunların bir bölüğünün esareti diğerlerinin özgürlüğünün koşuluydu. Güya insanlığın büyük bir kazanımı olarak sunulan bu bildiride tanımlanan haklar aslında mülk sahibi, beyaz ve erkek olanlar başta gelmek üzere Fransız yurttaşlarının imtiyazlarıdır.

O tarihlerde Fransa’nın sömürgesi olan binlerce kilometrekarelik topraklarda yaşayan milyonlarca insan bu tanımın dışındaydı; Fransa’da yaşayan renkli derili insanlar da insandan sayılmıyordu; beyaz ve Fransız olan kadınlar da tam insan kabul edilmiyordu; en azından oy hakları yoktu (Fransız Cumhuriyetinin sembolü Mariane adlı kadın figürü olsa da bu cumhuriyetin kadın yurttaşları seçme seçilme hakkına sahip olmak için 1945 yılına kadar bekledi).

Dahası geri kalan beyaz ve erkek Fransız yurttaşlarının bir kısmı daha az eşitti: seçme ve seçilme hakkı gelir ve varlık düzeyine orantılı olarak tanınıyordu. Aynı Fransa’da beyaz ve erkek olan Fransızların büyük bir kısmı da, eğer işçi iseler, çıkarlarını korumak için dernek kurma hakkına sahip olamıyorlardı…

Bu klasik insan hakları bildirgesinin temel çelişkisi, tıpkı bütün diğer benzeri belgeler gibi, herkesin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter ilkesinde yatmaktadır. Bu ve benzeri metinlerde doğal insan hakları olarak tanımlanan haklar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir.

Burada çelişkinin anahtarı mülkiyet hakkında yatmaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri veri alındığında, kapitalistin üretim araçlarına sahip olma özgürlüğü, bunları kullanma durumunda olan işçinin sömürülmeden çalışma özgürlüğünü sınırlar. Kapitalist istese de istemese de çalışanları sömürmeksizin üretim araçlarına sahip olma özgürlüğünden yoksundur; işçi de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet hakkı var oldukça özgür olamaz. Bu çelişki bir hinoğluhinlik değildir; toplumun çelişik çıkarlara sahip sınıflardan oluşmasının kaçınılmaz bir sonucudur.

Bu nedenle sınıfların olduğu toplumlarda bir ortak çıkar yoktur. Ortak çıkar diye dayatılarak, topluma kabul ettirilen hâkim sınıfın çıkarları vardır. Böyle olduğu için sınıflı toplumlar üzerinde yükselen tüm insan hakları metinleri ve masalları bu sahici çelişkiyi ortadan kaldırmaz onu sadece süsleyerek örter.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de ataları gibi burjuva toplumunu veri alan, bu toplumun çıkarlarını öne çıkaran bir sınıfsal karakteri açık seçik yansıtmaktadır. Bu belgenin diğerlerinden önemli bir farkı olduğu doğrudur ama bu fark metnin sınıfsal içeriğinden değil, kapsamından ileri gelmektedir. Fransız Devrimi’nin ürünü olan bildirge bir bireysel haklar bildirgesi iken, Birleşmiş Milletler metni bir yönüyle bir devletlerarası hukuk belgesi niteliği taşımaktadır. Bu yönüyle tüm ulusal insan hakları bildirgelerinden ayırt edilmelidir.

Bu noktayı saptadıktan sonra söz konusu metnin burjuva karakterini ve savaş sonrası statükonun korunmasını gözeten temel içeriğini yansıtan kimi örneklere göz atmakta yarar var. Bildirge kendi varlığını gerekçelendirirken şu sözlerle başlamaktadır:

“İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmak zorunda kalmaması amacıyla insan haklarının bir hukuki rejim ile korunması gerekli olduğu için…”

Bunu kapitalist zorbalığa karşı ve emperyalist boyunduruğa karşı devrimci ayaklanmalara mahal vermemek gerekir biçiminde okumak gerekiyor. Üstelik bu bir hukuki rejimin gerekçesidir; yaptırımı olmayan hiçbir hukuk olamaz; Birleşmiş Milletler’in kendi ordusu olmadığına göre, bu hukukun bekçisi mevcut burjuva diktatörlüklerinin orduları, onlar içinde de en gelişkin ve güçlü olanlarınkiler olacaktır. Nitekim SSCB’nin ortadan kalkmasıyla Birleşmiş Milletler’in bu gerçek yüzü açıkça ortaya çıkmıştır. SSCB’nin varlığı sadece bir denge ve pazarlık gücü olarak bu gerçeğin örtülmesine hizmet etmiştir.

Öte yandan bildirge dünyadaki devletleri büyük uluslar ve küçük uluslar biçiminde ayırt etmektedir. Küçük uluslar iki dünya savaşı sonrasında emperyalizmin yeni yönelişi ve işbölümü çerçevesinde sömürge imparatorluklarından kopan eski sömürgelerdir. “Büyük ve küçük ulusların eşitliği bu ayrım konduktan sonra ne kadar gerçek bir eşitlik olur?” sorusu bir yana, bu bildiri açıkça Birleşmiş Milletler’in tanıdığı devletlerin sömürgelerini ve bu devletler altında yaşayan ezilen ulusların ezilmesini hukuken meşrulaştırmaktadır:

“Madde 2\2: Dahası bir şahıs hakkında, uyruğu bulunduğu ülkenin ya da bölgenin bağımsız mı, vesayet altında mı, özerk mi, ya da egemenliği başka bir kısıtlama altında mı diye sorulmaksızın, o ülkenin ya da bölgenin hukuki ya da uluslararası konumundan dolayı hiçbir ayrım yapılmayacaktır.”

Kişi hak ve özgürlüklerine karşı büyük bir âlicenaplık göstergesi olan bu madde, aynı zamanda bildiriyi imzalayan devletlerin sahip oldukları sömürgelere sahip olmaya devam etmelerini, ezilen ulusların ezilmeye devam etmelerini meşrulaştırmaktadır. Zira aynı belgenin bütününe damga vuran statükocu yönü, meşru devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmamasını gerektirmektedir.

Sömürgeler bir “iç iş”tir. Kaldı ki sömürgelerde yaşayanların “istibdata karşı ayaklanmak zorunda kalmaması için”! Birleşmiş Milletler elinden geleni ardına koymayacağını baştan ilan etmiştir.

Burjuva Anayasalarında Bireylerin Hakları da Kağıt Üzerindedir

Bununla birlikte söz konusu bildirgenin sömürgeler ve ezilen uluslar için olmasa bile, bunların bireyleri için önemli güvenceler getirdiği sanılabilir; bu da bir yanılgıdır.

Çünkü bu bildirge de daha önceki bildirgeler gibi en büyük ikiyüzlülüğü bu alanda sergilemektedir. Metinde tanımlanan haklar kâğıt üzerindedir. Zira bu hakların hepsi meşru kabul edilen üye devletlerin yasaları çerçevesinde somutlaşmaktadır. Ve bu yasalar her zaman temel hak ve özgürlükleri tanımlamak için değil bunları sınırlamak için konur. Burjuva devleti hüküm sürdüğü müddetçe yasalar temel hak ve özgürlüklerin nasıl ve hangi kurumlar eliyle kısıtlanmasının meşru olduğunu tanımlamak üzere kaleme alınır.

Bu yasaların olumlu bir paragrafın ardından ama… diye başlayan bölümleri diğerlerinden esaslıdır. Üstelik bu metinlerdeki bütün güzel sözler, en temel hak olan mülkiyet hakkının (yani kapitalistlerin üretim araçları mülkiyeti üzerindeki tekelinin) kabullenilmesini sağlamak üzere orada yer almaktadır.

Burada her gün gerçek hayatta emekçilerin ve düzen karşıtlarının yüz yüze bulunduğu bu ikiyüzlü tablonun sergilenmesine gerek yok. Nihayet Birleşmiş Milletler Bildirgesi’ni açan ve somutlayan bir başka bildirgeden örnek vermek anlamlı olacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin de imza attığı Helsinki Nihai Belgesi AB’nin siyasi çerçevesini belirleyen temel belgelerdendir ve şimdi AKP’nin anayasası da bu çerçeveye uyum sağlama iddiasını taşımaktadır.

Bu belgedeki şu satırlar ibret vericidir:

“Birinci Bölüm, ikinci madde:
1- Her insanın yaşama hakkı yasanın himayesi altındadır. Yasanın ölüm cezasını öngördüğü bir suçtan dolayı mahkemece verilen bir cezanın infazı dışında, hiç kimse kasten öldürülemez.
2- Öldürme, aşağıdaki zorunlu hallerde bu maddenin çiğnenmesi haline gelmeyecektir.
a) Bir insanın gayrımeşru cebir ve şiddete karşı korunmasını sağlamak için;
b) Yasa hükümleri dâhilindeki bir tutuklamayı yerine getirmek ya da yasaya uygun olarak tutuklanan şahsın kaçmasını önlemek için;
c) yasalar çerçevesinde bir ayaklanmayı ya da isyanı bastırmak için…”

En temel insan hakkı diye tanımlanan yaşama hakkının bu sınırları, yeryüzündeki cinayetlerin büyük çoğunluğunu meşrulaştırmak için yeterli bir kılıf sunmaktadır. Bırakalım insan hakları savunucuları bu labirent içinde yasa koyucular ve uygulayıcılarla hukuk tartışmaları yapmaya devam etsinler; bu zeminde yürütülen bir kavgadan kimin galip çıkacağı baştan tayin edilmiştir. Minareyi çalanlar kılıflarını çoktan hazırlamışlardır.

Bugün AKP ve MHP’nin sunduğu anayasa taslağı da onu eleştiren burjuva muhalefetinin savları da aynı referanslardan hareket etmektedir. Ama ne hazindir ki komünist, devrimci yahut sosyalist olduğunu iddia eden akımların eleştirileri de bu genel çerçevenin dışına çıkamamaktadır.

Çünkü bu akımların çoğu çoktan beri asıl referansları unutmuş durumdadır.