“Halkın tümünü saran bir ortak duygunun etkisiyle Ulusal Muhafızlar da federe olmuştu; bir yüce şefin elleri arasında atıl ve bölünmüş bir yığın olarak kalacağına, özerk bir örgütlenmeye kavuşmuştu. Bütün birlik ve taburları birbirine bağlayan bu örgütlenme, kendi seçtikleri delegeler tarafından sevk ve idare edilen ve sadece kendi kurallarına bağlı olan geniş bir ortaklık oluşturuyordu. Bu delegeler de sonradan merkez komite olarak anılacak olan komiteyi oluşturacaktı.

Ulusal muhafızlar artık bir ordu değildi ve birlikleri de askeri bölükler olamazdı.

Eline silah alan yurttaş insan olmaktan çıkmıyordu; üniforma altında bir insan olduğu için de o mekanik askerlerden üstündü.

Kendini silahsızlandırılma tehdidi altında gören Ulusal Muhafızlar selameti o büyük sosyalist ilkeyi, özerklik ve federasyon ilkesini benimsemekte buldular. Yani her grubun bağımsız olması ve grupların özgürce biraraya gelebilmesini sağlayan ilkeyi.

Ulusal muhafızlar kendi dışlarından birilerinin kendilerine dayatılmasını kabul etmiyorlardı ve ordunun yapısı içinde onbaşıdan generale kadar istisnasız her rütbeden subayın kendi oylarıyla seçilmesini sağlıyorlardı. Ve büyük bir sükunet içinde ve aleni olarak yaratılan bu cumhuriyetçi örgütlenme devlet kendisine yönelik bir şiddete başvurmadıkça ve özgürlükleri ortadan kaldıracak bir niyet beslemediği sürece devletin hiç bir kanunu için ve devletin kendisi için bir tehdit oluşturmuyordu.

Ulusal Muhafızlar herhangi bir hükümetten kendisini kurtarmasını beklemiyordu; yol alırken sakin bir şekilde bir harekete örnek olacak adımlar atıyordu; kurtuluşu zaten bulunduğu yerde, yani kendine özgü bir hayatiyeti ve ortak çıkarları olan her doğal gruplaşmanın hak ve ödevleri arasında olması gereken dayanışmaya dayanan serbest girişimde arıyordu. Öte yandan devrimci ve sosyalistlerin oluşturduğu kesim ise hiç te iç savaşa yönelmeye niyetli değildi. Bilakis her yolu deneyerek bir iç savaşın patlamasından kaçınmaya ya da bunu mümkün olduğunca ertelemeye gayret ediyordu.

Zaten hemen şiddetli bir iç savaşın başlamasında ne çıkarı olabilirdi ki? Paris hiç bir zaman böylesine topyekûn cumhuriyetçi olmamıştı. Halk hiç bir zaman böylesine topyekûn silahlanmamıştı. Ulusal Muhafızlar hiç bir zaman bu kadar demokratik biçimde örgütlenmemişti.

Kuşkusuz çeşitli sınıfları dikkate alındığında Paris’in tümü radikal ve sosyalist özlemler içinde değildi; ama hiç değilse cumhuriyetçiydi ve Bordeaux (bordo) Meclisinin tehdidi altında bu farklı dallar tek bir demet halinde birleşip güçleniyordu.

Zaten alçaklığı saçmalık mertebesine kadar götüren şu Bordeaux Meclisi Paris halkının en gerici kesimlerine bile yabancılaşmanın yolunu bulmuştu. Doğrudan doğruya başkent ticaretini vuran kendisi ile müzakere içerisinde bulunanların yarıdan fazlasını iflasa değilse de büyük sıkıntılara sürükleyen iki kanunla bunu sağladı. Ticari borçların vadeleri ve kiralarla ilgili olan iki kanundan söz ediyorum.

4 Eylülü gerçekleştiren sonuna kadar mantıklı adamlar halka yiyecek karnesi dağıtma işini ileri atarken kiraları dondurmakla yetinmişlerdi. Öyle ki bu tedbirler yüzünden savaş bittikten sonra, hemen hemen herkes serveti ve itibarı bakımından bir darbe yemiş olarak çıkacaktı. Çünkü herkes kaynaklarının önemli bir kısmını mülk sahiplerine aktarmak zorunda kalıyordu ki bunlar bu büyük ulusal felaketten zarar görmeden çıkacak olan tek kesim olacaktı.

Mülk sahiplerinden oluşan Bordeaux Meclisi tüm Fransa’nın şanı ve servetinin önemli kısmını temsil eden Paris’in maddi refahına ve hatta sanayisine darbe vurma arzusundaydı. Çıkardığı iki kararnameyle sanayicileri bonolarını ve borçlarını ertelemeden ya da küçük ertelemelerle ödemeye zorlayarak aslında onları iflasa sürüklemekteydi.

Şu halde denebilir ki, Mart ayına gelindiğinde Paris’te herkes Komünden yana olmasa bile, Bordeaux hükümetinden yana kimse yoktu.

İki milyon nüfuslu bir kentteki hemen hemen herkesin memnuniyetsizliğine dayanan ve ateşin içinden çıkmış, kararlılık, cesaret ve enerji sınavlarından geçmiş en kötü tahminle 200 bin neferden oluşan bir orduya sahip olan devrimcilerin kampı neredeyse tamamen umutsuz bir durumdaydı.

Bu şartlarda bu müthiş etkenin yanı sıra bütün büyük şehirlerin hep bir ağızdan dile getirdikleri, sadece fikir olarak değil, çünkü bu zaten apaçıktı, ama eylemle de gösterdikleri sempatisini de hesaba katmak zorundaydı.

Bu durum sadece iki ay korunabilseydi, Bordeaux Meclisi kendine yüklenen utanç verici işi yani Prusyalılarla barış yapma işini bitirdikten sonra çekilmek zorunda kalacaktı.

Silahlanmış Paris’in, Lyon, Marsilya, Bordeaux, Nantes ve başkalarının karşısında iktidara el koyup kendini kurucu meclis olarak ilan etmeye asla cesaret edemezdi.

İhtiyarlık emareleri gösteren şiddet tedbirleri, kışkırtıcı ve hoyrat beceriksizlikleri bu iki oyda onu gözden düşürmeye yeterdi, nitekim öyle de oldu. Dürüst insanların tüm Fransa’ya yayılmış birkaç yüz bin Ulusal Muhafız’ın varlığından güç alan nefreti de bu hükümeti içinden çıktığı mahzenlere geri dönmeye bir an önce zorlardı.

Böylece tek bir mermi atmaya gerek kalmadan, sadece statükoyu koruyarak Fransa’da cumhuriyet kurulabilir Bordeaux Meclisi kovalanır ve kuşkusuz Thiers (tiye) iktidardan indirilerek halk en amansız düşmanından kurtulmuş olurdu.

Bu nedenle cumhuriyetçi, demokratik, sosyalist devrimci kampta kimsenin sokaklarda mücadele etmeye yanaşmaması anlaşılır bir şeydi. Aksine eylemden yana ve iyi yürekli her insan Paris’te hakim olan kamu oyunun bu düşüncesiyle ve iyi niyetle hemfikirdi. Bu nedenle bir provokasyon ancak hükümet cihetinden gelebilirdi. Meclis ve Thiers tarafından kararlaştırılıp önceden uzun boylu hazırlanmış ve nasıl yürürlüğe konup seyredeceğini göstereceğimiz bir provokasyon planı.

Herşey topların yarattığı sorun üzerine oturtuluyordu; bu, hükümet tarafından yaratılmış, özenle zehirlenmiş ve sürekli canlı tutulmuş bir sorundu.

Daha önce birkaç kez işaret ettiğim gibi bu toplar tamamen yurtsever bir kaygıyla, Prusyalıların eline geçmemeleri için elde edilmişti.

Genel olarak Fransız halkı ve özellikle de Parisliler meydan okumaya pek az yatkındır ve oldum olası maruz kaldıkları ihanetleri hafızalarında tutmaya alışkın değildir. O nedenle Prusyalılar geri çekildikten sonra, bu tehlikenin atlatılmış olduğu belli olunca, Bordeaux’dan gelen tehditler olmasaydı Ulusal Muhafızlar gönüllü olarak bu topları teslim ederlerdi. Ama Paris’e ve Cumhuriyete karşı tam bir savaş ilanı anlamına gelen bu tedbirler manzumesi alelacele gündeme getirilince iş değişti.

O andan itibaren topları teslim etmek bir alçaklık ve budalalık olurdu artık.

Zaten toplar kime teslim edilecekti ki?

Bu topların neredeyse tamamı Ulusal Muhafızların özel mülkiyeti altındaydı.

Bu topları devlet savaş zamanında kendi depolarından çıkarıp onlara emanet etmiş değildi. Bu topların maliyeti Ulusal Muhafızların maaşlarından kestikleri ödentilerle ve tek tek her yurttaşın yaptığı bağışlarla sağlanan birikimle satın alınmıştı.

Unutmamak gerekir ki eğer Paris müthiş bir biçimde silahlanmış idiyse bunun altında halkın medeni bağlılık duygusu sayesinde olmuştu. Halbuki hükümet hiçbir adım atmazken ve sürekli top ve cephane eksikliğinden yakınırken halk kendi tasarruflarıyla bu topları döktürmüştü.

Öte yandan bu yurtsever hareketi önleyemeyen hükümet 19 Ocak tarihinde Buzenval’deki huruç harekatında bile bu topların kullanılmasından imtina etmişti ve toplar gıcır gıcır, yepyeniydi.

Dolayısıyla apaçıktır ki bu toplar Ulusal Muhafızların kuruş kuruş kendi ceplerinden ödeyerek sahip oldukları öz be öz meşru mallarıydı. Hatta ellerindeki tüfeklerden daha çok onlara aitti toplar.

Kaldı ki Ulusal Muhafız teşkilatını dağıtan ve onların silahsızlandırılmasını emreden bir yasa da olmadığına göre toplar dahil silahlarını muhafaza etmekte ısrar etmeye tamamen hakları vardı.

Bu yüzden bu topların tahkim edilmiş siperlerle çevrili ve tüm şehre hakim Montmartre (monmartr) tepesinde bulunmasını kimse tartışma konusu etmeyi aklından geçirmiyordu; bu durumu olağandışı veya geçici bir durum olarak gören de yoktu.

Bu durum ise maddi olmaktan çok manevi bir tehlike oluşturuyordu hükümet açısından.

Doğrusu kimse kenti çevreleyen varoşlardan Paris’in topa tutulacağını ve kente ölüm ve yıkım geleceğini aklından bile geçirmiyordu. Bu tür senaryolar ancak Thiers’nin bunak ve kana susamış beyninde tasavvur edilebilirdi; ve bu senaryolara uygun planların gönüllü ve hevesli uygulayıcıları olsa olsa kralcılar, bonapartçılar ve her renkten muhafazakarlar arasından devşirebilirdi.

Zira Parisliler asla böyle korkunç senaryolar tasavvur etmiş değildi dolayısıyla böyle korkunç bir müdahaleyi de öngörebilecek durumda değildi. Zaman zaman yapıldığı gibi, Parislilerin yeryüzündeki düşmanlarına aşırı güven duydukları ve onlara karşı aşırı müsamahakar davrandıkları söylenebilir. Ama onların tarihinin hiçbir sayfasında bu aşamada olacak olanlar kadar korkunç sayfalar hiç olmamıştı.

Belki en akıl almaz derecede korkunç katliamlar onları nadiren görülen ve katliamlarla kıyaslandığında çocukça ve eften püften sayılabilecek bir intikam duygusuna yöneltebilirdi. Oysa Kilise’nin, mülkiyetin, ailenin ve düzenin Tropmannvari[3] seri katilleri periyodik olarak bu tür katliamların içine girmektedirler.

Mamafih gerçekte hiçbir fiili tehdit oluşturmuyor olsalar ve sonuçta ayaklarının altında uzanan Paris’e yönelik tek bir gülle dahi atmayacak olsalar da, bu toplar iktidar için muazzam bir tehdit oluşturuyordu. Bu nedenle de Ulusal muhafızlara karşı halkın bir kesimi arasında korku salıp Ulusal Muhafızların kötü niyetli olduğu yalanını yayarak endişe yaratmak için elverişli bir bahane oluşturuyordu.

Bu fırsatın büyülediği Versailles (versay) Meclisi hiç kaçırmadan bu bahaneye sarıldı ve onu daha büyüleyici bir silah haline getirdi. Thiers’nin parayla beslediği polis gazeteleri her gün iç savaşın patlak verdiğini ilan ediyordu. Yağma edilen başkentin sokaklarında oluk oluk kan akıtıldığını duyuruyordu.

Bu sırada hiçbir biçimde bir saldırıya geçmeye niyeti olmayan aksine daha önce işaret ettiğim gibi el yordamıyla yapılmış mevzilerinde beklemekten sıkılan Ulusal Muhafızlar bir sürekli savaşın eşiğinde bekleyip duruyorlardı.

Böyle bir savaşın mahzurlarını hissedip her yolu deneyerek bundan kaçınmanın yollarını arıyorlardı. Böyle bir durumun bir felakete yol açmadan sonsuza kadar süremeyeceğinin de farkındaydılar.

Bu nedenle önce yatıştırıcı adımlar atmaya çalıştı; Paris valisine gönderdiği aracılar vasıtasıyla topları düzenli ordu mevcutları arasına katılmaları için değilse de hepsinin belirlenecek bir alanda konumlandırılmak üzere taşınabileceğini, sonra da her taburdan tayin edilecek birlikler tarafından dönüşümlü olarak korunmasının sağlanabileceğini bildirdi.

Bununla birlikte Ulusal Muhafızlar ellerinde bulunan topların arasında bulunan ve aslında düzenli orduya ait olan birkaç tanesini hemen teslim edilebileceklerini de belirtmekteydi.

Topçuların merkez komitesi Ulusal Muhafızların bir topçu birliğinin yeniden kurulması gerektiğini de savunuyordu. Bu birlik kurulur kurulmaz topların bu birliğe teslim edileceğini de bildirmekteydi.

Hatta 61. Taburun (Montmartre) delegeleri daha da ileri gitti; 18. İlçe belediye başkanı Clemenceau’yu gayrı resmi bir aracı olarak gönderip, Ulusal Muhafızların onurunu kırmayacak bir formül bulunduğu takdirde, ellerindeki top ve cephaneleri derhal teslim edebileceklerini de bildirmişti.

Zaten bir uzlaşma niyetini bundan daha ileri götürmenin imkanı yoktu.

Hükümetin yapacağı Paris’te bir alan belirlemekten ibaretti. Böylece bu özel sorun hiç değilse bir an için çözülmüş olurdu. Her gün bir manga bu parkın önünde nöbet tutar7dı. Böylece hem yurttaş milisleri tatmin olmuş, çarpık zihniyetli huzursuzlar da biraz sakinleşmiş olurdu.

Sonuçta Ulusal Muhafızlar son derece basit ve mutlak surette hakları olan bir şey istiyordu: parasını kendilerinin ödediği, Prusyalıların eline geçmesine engel oldukları ve kendi mühimmat ve silah mevcudunun ayrılmaz bir parçası olan topların başında kendileri nöbet tutmak istiyorlardı.

Demek ki bir an için Thiers’nin uzlaşmaya niyeti olduğunu ve kan dökülmesini önlemek isteğini düşünsek bunu sağlamak şıpın işiydi. Hükümet Ulusal Muhafızlara yurtsever öngörülerinden dolayı teşekkür edip Paris’in birkaç yerinde alanlar belirleyip topların oralara taşınmasını sağladıktan sonra bunların başında her gün değişen bir Ulusal Muhafız mangasının düzenli nöbet tutmasına imkan sağlayacaktı, hepsi bu!

Hükümetin bu çözümden aşağılanma hissine kapılması için hiçbir neden yoktu.

Hatta hükümetin aklının bir köşesinde fırsatını bulduğunda bu toplara el koymak gibi bir niyeti varsa bile, bu çözüm bunu daha da kolaylaştıracaktı.

Paris halkının davranış biçimini bilenler açısından böyle bir tatmini sağlayacak bir çözümün, çoğunluğa hakim olan karşı koyma arzusunun kırılmasına hizmet edeceği açıktı.

Böylelikle ilk günlerdeki aşırı tedbirli bekleyiş azar azar gevşerdi. Sonra da toplara el koymak için bin tane fırsat bin tane bahane bulunurdu ve o takdirde bu işlem sert bir provokasyon neredeyse bir darbe gibi algılanmazdı.

Hükümet Ulusal Muhafız taburlarının pek çoğuna hakim olan bu uzlaşmaya hazır tutumdan yararlanmak istemedi; bunlara kulak asmadı bile. Onları Thiers’nin hükümete gelmesinden beri yürürlüğe koyulan taktiğe uygun küçümseyici bir sessizlikle öteledi.

Paris’in kimi kenar mahallelerinden gelen belediye başkan ve başkan yardımcılarıyla görüşmeleri sırasında Aurèle de Paladines gibi hükümet temsilcilerinin sarf ettiği olumlu sözleri ve verdiği vaatleriyse resmi bir tutum olarak ele almamak gerekir. Bunlar daha çok zaman kazanmak, tetikte bekleme durumunu bozmak ve karşı koyma eğilimlerini zayıflatmak için ortaya atılan kurnaz aldatmacalardan başka bir şey değildi.

Demek ki hükümetin halkın uzlaşma aradığını inkar etmesi mümkün değildi. Ama barışçıl bir çözüm hükümetin işini görmüyordu. Hükümet tüm devrimcileri, tüm sosyalistleri muazzam bir katliama sürükleyebilmek için Ulusal Muhafızları hezimete uğratıp tamamen silahsızlandırabileceği bir savaşa girişme niyetindeydi.

Thiers’nin istediği hiç de toplara el koymak değildi. Onun istediği Paris’in emekçi sınıflarının, sosyalizm ve devrim taraftarlarının tümünün boğazlanmasıydı.

Onun istediği bir iç savaştı. Paris’e elinde baltası ve arkasında yüz bin celladıyla muzaffer bir komutan olarak girmesini sağlayacak bir savaş istiyordu.

Toplar sorununda bir anlaşma sağlanmış olsaydı o zaman tüm hayatı boyunca hayalini kurduğu bu sahne ileri atılmış olacaktı. Oysa onun yaşında böyle bir erteleme olasılığı pek arzu edilecek bir şey değildi.

Doğrusu, mevcut durumun uzaması halinde bunun cumhuriyet ve demokrasi davasına ne büyük avantajlar sunacağının tüm devrim taraftarları kadar o da farkındaydı.

Ayağa kalkmış bir Paris’in yere çakılmış Thiers anlamına geldiğini de biliyordu.

Tıpkı daha sonra Komün sırasında da bazı belediye başkanlarının yahut bazı uzlaşmacı grupların sunduğu anlaşma önerilerini elinin tersiyle iteceği gibi, her türlü makul çözüm önerilerini aramaktan, dinlemekten uzak duruyor, böyle önerilerin gelmesine ilham verecek adımlar atmaktan özenle kaçınıyordu.

Hatta topları almak için ani bir baskın yapmaktan bile kaçındığı tahmin edilebilir. Zira bu takdirde devrimci birlikleri aşırı bir dağınıklığa ve maneviyat bozukluğuna sürüklemekten endişe ediyordu.

Beş aydır süren ablukayla tükenmiş durumdaki Ulusal Muhafızların Montmartre tepesi hakkındaki ihtilaflardan da usanmakta olduğunu da biliyordu. Mahalledeki taburlar arasındaki bu ihtilaflar gerçekten yıpratıcı derecede yorucuydu. Doğrusu Thiers bu sadık yurttaşlar arasındaki didişmeleri canlı tutmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.

Yoksa toplara el koymak için emir verildiği hakkında peş peşe haberlerin yayılması ve her seferinde bundan vaz geçildiğinin açıklanması başka neyle izah edilebilirdi?

Bu tür oyalama hamleleriyle aynı zamanda Merkez Komitenin az çok örgütlenmesine ve militan demokrasi taraftarlarının farklı silahlı unsurları arasında iyi kötü bir bağın kurulmasına fırsat tanımak istiyordu.

Nihayet 16 Mart günü Montmartre’ın müstahkem mevzilerine yönelik bir iki boy göstermenin ardından hükümet kuvvetleri Vosges (Voj) Meydanı’ndaki daha önemsiz bir müstahkem mevziye yöneldi. Marais (mare) mahallesinin (Hotel de Ville’e yakın bir mevkideki Yahudi mahallesi) tam ortasındaki bu mevzideki birlikler devrimci ruh bakımından varoşlardakiler kadar diri değildi. Doğrusu bunların hemen hemen yarısı küçük ve orta burjuvaziye mensup unsurlardan oluşuyorlardı.

Böylece 16 Mart gecesi saat 23’e doğru bir süvari mangası beraberlerinde topları çekmek için at arabalarıyla Vosges sokağının girişinde peydah oldu.

Nöbetçinin «kim var orda?» haykırışına rağmen süvariler cevap vermeden ilerlemeye devam ettiler. Nöbetçinin alarm işareti vermesiyle nöbetçi birliği elde silah koğuşlarından çıkıp, süngü takıp diz çökerek vaziyet aldılar; ateş açılacağı uyarısı yaptılar. Bunun üzerine süvariler çark edip kayboldu.

Oysa direnme iradesi gösteren topu topu otuz yurttaş vardı orada. Üstelik stratejik konum da oldukça elverişsizdi ve ciddi bir mücadele verme ihtimali pek yoktu. Zaten sadece üç çıkışı olan bir çıkmaz durumundaki meydanı kuşatmak çocuk oyuncağı idi.

O sıra tüm mahalleli uyumaktaydı.

Eğer hükümetin orada bulunan toplara gerçekten el koyma gibi bir kararı olsaydı oraya elli yerine birkaç yüz asker gönderirdi. Böylece bütün çıkışlar tutulup sadece üç çıkışı olan bir çıkmaz durumundaki meydan kuşatılırdı. Aynı anda bütün çıkışlar tutulmuş olsaydı bir fare kapanına kıstırılmış gibi olacak olan oradaki Ulusal Muhafızları geriletmek işten bile değildi. Mahalle halkı daha farkına varmadan bir saat içinde toplar ortadan kalkmış olurdu.

Halbuki hükümet muhtemelen herhangi bir direniş karşısında geri basma talimatı almış çok az sayıda asker göndermişti.

Bunun üzerine bütün mahalle ayaklandırıldı. Ulusal Muhafızlar sağa sola koşuşturmaya başladı, bütün geçiş yollarını tutmaya çalıştılar böylece tekrar bir saldırı olabilir endişesiyle bütün gece sokaklarda sabahladılar.

Bu1 girişimi haber alan Merkez Komite de durumun gerektirdiği kararları aldı. Haklı olarak Vosges meydanını savunmanın mümkün olmadığı kanaatine vardı.  Üstelik bu meydan gerici bir semt olduğu bilinen Marais’nin ortasındaydı. Ertesi gün sabahtan itibaren oraya gönderilen birkaç tabur topları alıp elleriyle çekerek Bastille meydanı civarındaki FaubourgAntoine (foburantuan) varoşuna çekip Basfroid (basfrua) sokağı ve civarına konumlandırdılar.

Bu harekat gün ortasında öğlene doğru gerçekleşti ve bir iki saat sürdü; ama bu arada ortalıkta hiçbir asker görülmedi.

Olan bitenden haberdar olan hükümet de bu girişime göz yummuştu.

Acaba hükümet Vosges Meydanındaki topçu mevzisinin çok kolay bir şekilde düşmesinden mi endişe edilmişti? Böylece Antoine mahallesindeki halk taburlarının Thiers ve suç ortaklarının arzu ettiği ayaklanmaya kalkışması için önemli bir dayanaktan mahrum kalmasını istemiyorlar mıydı yoksa?

Bununla birlikte bu girişim aynı zamanda bir başka şeyin çok yüksek manevi değeri olan bir olgunun ortaya çıkmasına da vesile oldu. Daha sonra da farkına varma fırsatı bulacağım gibi, varoşlardan uzak ve haksız yere nispeten gerici bir muhit, hiç değilse kesinlikle ılımlı bir muhit olarak kabul edilen IV.  bölge bile silahlarını teslim etmeye ve Bordeaux Meclisi karşısında savunmasız kalmaya razı değildi.

Versailles’cı katillerden başka herhangi birisi bu güçbirliğini gördüklerinde Paris hareketinin sadece kentin dış çeperleriyle sınırlı olmadığını, hatta «varoşlardaki alçaklar» diye bahsedilen tehlikenin çoğunluğu sağlayamayacağı zannedilen merkezdeki bölgelerde bile derin ve canlı kökler saldığını fark ettiğinde derin derin düşünmeye başlardı.

Şimdi kaç numaralı tabur olduğunu hatırlayamadığım Vosges meydanındaki tabur herhangisi idiyse en büyük övgülere layık sağlam bir kararlılık ve enerjik bir sükunet göstermişti.

Demek ki 17 Mart akşamı durum oldukça sarihti. Bir yanda savaşmaya hazır Paris hükümet tarafından gelecek herhangi bir darbe veya silahsızlandırma girişimine karşı kendini savunmaya kararlı bir biçimde duruyordu; öbür tarafta ise Paris’in tedbirli tutumunu terk etmesini ve bir fırtınayı, iç savaşı tetiklemeye kararlı şu hükümet duruyordu. Hükümet böylece bütün düşmanlarını ve bütün hasımlarını bir seferde vurmasını sağlayacak korkunç bir katliama bahane arıyordu.

Ortam buna uygundu.

Prusyalılarla savaştan yorgun düşmüş Fransa’nın biraz soluklanmayı tercih edeceği sanılıyordu. Üstelik yedi aydır başkentle bağı kopuk olan ve 4 Eylülden beri Paris’in durumu hakkındaki kasıtlı şayialarla beslenmiş varoşların hepsini olduğu gibi Paris’e karşı harekete geçirebileceklerini umuyorlardı.

Nihayet Prusyalılar da oradaydı; şehri kuşatan kalelerin yarısını ellerine geçirmiş durumdaydılar.

O halde eğer Parislilerin ayaklanmasının muazzam bir boyut alması halinde ve muzaffer olmalarının ihtimali belirdiğinde, Bismarck’a bir işaret çakmak yeterli olacaktı. Böylece yabancılarla ittifak eden Thiers Paris’e yığılmış devrim dinamiklerini ezebilecekti.

Fransa’nın tam anlamıyla yere çakılmış olduğu doğruydu; bunun insanın en zalim düşmanının başına gelmemesini bile dilemeyeceği en aşağılık durumlardan birine düşmüş olmak anlamına geldiği de doğruydu. Ama durum buydu ve tarih diyeceğini diyecekti.

Muzaffer Almanların gözü önünde Paris halkını sokağa dökmek; daha yeni yeni soğumakta olan alman toplarının önünde iç savaş kıvılcımını çakmak…. İşte hiddetli bir iktidar takıntısının yan sıra, işçi sınıfına ve sosyalizmin ilkelerine amansız bir nefretle dolu bir ihtiyarın, insanın havsalasının alamayacağı bir kayıtsızlık ve kararlı bir sabır ile tasavvur edip uygulamaya koymaktan çekinmediği Makyavel’e layık hesap buydu.

Thiers’nin saldırıyı başlatıp muharebeyi kışkırtmakta büyük çıkarı vardı. Paris’in ilk kuşatmanın yorgunluğunu atmasına fırsat verilmemeliydi. Ulusal muhafızların toparlanıp örgütlenmesine fırsat tanımamalıydı. Bilhassa Paris’in yeniden Fransa’nın geri kalan kısmıyla irtibata geçmesine izin verilmemeliydi; zira bu takdirde varoş sakinleri kendilerine yutturulan şayiaların gerçek yüzünü fark edebilir, Paris’i yakıp tutuşturan yurtsever ve devrimci ateşin kıvılcımları oralara da sıçrayabilirdi.

Thiers’nin aynı zamanda saldırılara karşı olabildiğince ciddi bir direnişin baş göstermesinde de çıkarı vardı; çünkü böylelikle burjuvazinin çılgınca dehşete kapılması sağlanabilecek kendisi de esaslı ve vazgeçilmez bir kurtarıcı olarak kendini dayatabilecekti.

İşin doğrusu eğer Paris hiç karşılık vermeden silahsızlandırılmaya razı olsa ne olacaktı?

Gericilik zafer kazanacak, Cumhuriyet derhal yıkılacak ve binlerce sosyalist ve cumhuriyetçi sürgüne gönderildikten sonra önce vekâleten bir genel vesayet rejimini takiben monarşi tekrar ilan edilecekti. Yani 2 Aralığın[4] tekrarı yaşanacaktı.

Ama bu durumda Thiers kestaneleri başkaları için ateşten alan bir maşaya indirgenmiş olmaz mı? Bu durumda iktidar elinden kaçmaz mı? Tüm varlığının hülyalarını süsleyen birinci adam olma durumundan ikinci üçüncü adam durumuna düşmez mi?

Kim bilir? Belki Chambord Kontu veya d’Aumale Dükü[5] onu özel hayatında bile bulunduğu yerden edebilirler.

Devrim yenilmiş olur ama Thiers hiç de muzaffer olmuş olmaz.

Tekrar ediyorum onun istediği bir muharebe, korkunç bir muharebeydi. Büyük komutan hülyalarını tatmin eden ve mutlak bir zaferin Prusyalıların teminatı ile önceden sağlama alındığı bir muharebe lazımdı ona. Öyle ki müthiş ve tehditkar boyutları eşyanın tabiatı gereği onun işlerin yönetimini ellerine almasını sağlasın!

Her zaman takdir ettiği Bonapartlar için olduğu gibi bu pis darbenin ona her zaman hayalini kurduğu şu fiili diktatörlüğü sunsun. Hatta mümkün olan her yoldan sağlamayı düşlediği bu diktatörlük zaman zaman söylendiği gibi bir Versailles Cumhuriyeti etiketi altında bile olsa razıydı.

Eğer meramımı sarih biçimde anlatabildiysem demem o ki,  iç savaştan tek çıkarı olan gericilikti. Bu iç savaşın tarihi de tamamen Thiers’nin kişisel hedeflerine, gizli ihtiraslarına göre belirlenmekteydi.

Şunu da eklemek gerekir ki planının sırlarını da sadece Thiers biliyordu.

Bordeaux Meclisi’nin[6] bu plandan haberi olsaydı önlerdi. Bu meclisin çoğunluğu yalın ve yalnızca monarşiyi tekrar getirme arzusundaydı; aslında nefret ettiği Thiers’nin yükselmesi için çalışmayı asla istemezdi.

Kaldı ki bu meclis herhangi bir siyasi planı anlayıp idrak etmekten de acizdi.

Thiers suç ortaklarını ancak solda (yani cumhuriyetçiler arasında) bulabildi; esasen bunların ortaklığına da ihtiyacı da yoktu çünkü zaferinden sonra onlar arasından kendisini hoşgörüyle karşılayanlar çıkacağını gayet iyi biliyordu.

Belki de Mart ayının ilk onbeş gününde yetkiyi elinde bulunduran hükümetin tereddütlü tutumu ve çelişkili adımları şefinin gerçek amaçlarını bilmeyişinden ötürüydü.

Bu nedenler dikkate alınmaz ise 18 Marta öngelen ve o gün nihai safhasına varan olaylar tarih bakımından tamamen saçma ve hiç bir biçimde anlaşılmaz olurlar.

En ince ve en fena alçaklığı mı, düpedüz budalalığı mı seçmeli?

Herne kadar Paris halkının atılımı Thiers’nin tahmin ettiğinin çok ötesine geçmiş olsa da, kendi kurduğu tuzağa düşeyazmış olsa da, onun tezgahladığı darbenin müthiş bir ustalıkla hesaplandığını teslim etmek gerekir.

Transnonain’in[7] ardındaki adam kurnazlıkla yoğrulmuş bütün küçük canavarlar nereden besleniyorsa oradan besleniyordu. Bunlar daima ne olduğunu bilmedikleri bir gücü hesaba katmaktan acizdirler: bir davaya bağlılık, halkın fedakarlığı ve ülkülerden ve mücadele geleneklerinden gelen başkaldırıyı bilmezler.

Nihayet tarihin bir daha unutmayacağı ve doğar doğmaz geleceği fethetme yolunda en vaadkar çabalardan biri olarak kayda geçecek olan gün doğdu.

Kanlı bölüm başlıyordu; Paris’in hükmü kesilmişti.

Paris uyanırken duvarlarında hiçbir uzlaşma girişiminde bulunmaya yanaşmayan ve bu doğrultudaki tüm girişimleri elinin tersiyle iten hükümetin Paris halkına savaş ilan ettiğini duyuran tehditkar ve pervasız bir afiş gördü.

Düello daveti anlamına gelen eldiven yere atılmıştı; onu almalı mıydı?

Boyun mu eğmeli; tüfeğini mi doldurmalıydı?

Boyun eğmek, cumhuriyeti terk etmek, kurban etmek olurdu. Sosyal yenilenmeden vaz geçip boynunu halkın cellatlarına uzatmak olurdu; aşağılamak ve istifa etmek olurdu!

Direnmek silaha sarılmak kuşkusuz ölüme yürümek olurdu.

Ölüme inancını dile getirmek, bir ilkeyi sağlamak, bir bayrağı yükseltmek anlamına gelir; yeni ve sahici bir düşünceyi kanıyla tüm dünyaya fışkırtmak anlamına geldiği öyle anlar vardır ki, ölmeyi bilmek gerekir.

Paris savaşı kabul etti.

Dilerseniz bunun kendisi için bir çılgınlık olduğunu söyleyebilirsiniz ama yiğitçe ve yüce bir çılgınlıktı. Yararlı bir çılgınlıktı. Alt üst olan Avrupa’nın her yanında daha o andan itibaren hissedilir sonuçları olan bir çılgınlıktı.

O günün tüm ayrıntıları biliniyor.

Önce Montmartre tepesi ansızın basıldı. Bu çok kolay zafer Thiers’in amaçlarına ulaşmasına yetmedi. Zaten el koymak için gittikleri topları taşıyıp çekmek için at ve araba göndermek bile hesap edilmemişti.

Ama Montmartre’da zafer kazanılırken Ulusal Muhafızlara haber verip oraya yetişmelerini sağlamak için gerekli zaman harcanmış oldu.

Paris halkına özgü ve cömertçe gösterdiği duyarlılığın duygusallığa yol açan ifadesi olan ışıltılardan biri daha orada görüldü. Önce kadınlar geldi. Askerlerin ele geçirmiş olduğu topların üzerine atıldılar, toplara sarılıp taşınmalarını önlediler.

Düşman saflarının içine daldılar, askerlere kardeşlerine ateş etmemeleri için ısrarla haykırdılar. Onları tek tek ikna ettiler; ellerinden tüfeklerini aldılar.

O sırada Ulusal Muhafızlar silahlarını dolduruyor ve toplanmaya başlıyordu.

Muharebelerden yorgun düşmüş, komutanlarına güvenmeyen ve onlara itibar etmeyen askerler kendilerini koyverdi. Silahlarını ters çevirip kalabalığa karıştılar.

Bu genel gidişata karşı direnenler sadece jandarmalar, Paris muhafızları ve şehrin belli başlı subayları oldu.

Bunlar çocuklarının, kardeşlerinin, eşlerinin malı olan tüfekleri taşıyorlardı zaten; ricat ettiler.

Antoine mahallesinde güvenlik daha etkindi. Basfroid sokağındaki parka ani bir baskın yapılamadı.

Sabahleyin ben Bastille meydanına geldiğimde meydan mitralyözlü askeri birliklerle doluydu. Polisler sütun boyunca dizili taçları sökmekteydi.

Sütunun tepesindeki Cin’in elindeki kızıl bayrak kaybolmuştu bile; «evrensel cumhuriyet» tabelası da öyle.

Ama mahalleden meydana açılan sokakların hepsi barikatlanmıştı bile. Bu sokakların her birinin başında bir Ulusal Muhafız kolunda tüfeği ile düşmanın öncü birliklerine yirmi adım mesafede kol gezmekteydi.

Askerlerin geri kalanı yorgun bitkin ve heyecansızdı; hatta hoşnutsuzdu. En gençlerinden bazıları saflarından kaçıp civardaki şarapçılarda şarap içmeye gidiyordu. Orada halkın arasına karıştıklarında etraflarını saranlar onlara nutuklar atıp akıllarını çelmekteydi.

Öğlen olduğunda ricat kararı geldi. Hemen hemen her yerde böyle oldu. Ordu ricat etti ve Ulusal Muhafızlar kentin tek hakimi haline geldi.

Düzenin kendi birlikleri bile Versailles’ın paralı askerlerine maşa olmaktan geri durmuşlardı.

Aynı gece hükümet Paris’ten sıvıştı böylece Paris ansızın kuşkusuz hiç tahmin etmeden ve istemediği halde o anda mutlak surette kendi başına buyruk hale geldi.

Zarlar atılmıştı.

Komün doğmaktaydı.”

Athur Arnould (Artür Arnu)