8 Mart Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Yerel Seçimlerden Bir Yıl Sonra: Kadın Adaylar” başlıklı söyleşiye katıldık. 2019 İBB seçimlerine aday olan Güldes Özkoyun, Aysel Tekerek ve Özge Akman’ın katıldığı söyleşide birinci oturumda konuşmacılara şu sorular yöneltildi:

  • Mart 2019 yerel seçimlerine neden ve nasıl oldunuz? Adaylık ve kampanya süreci değerlendirmeniz nedir?
  • Seçim sonrasında Türkiye’deki bir senelik süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
  • Kadın hareketi Türkiye’de an itibariyle ne söylemle ve taleple hareket etmektedir? Kadın hareketinin siyasi boyutu nedir ve ne hedeflemelidir?

Aysel Tekerek konuşmasına başlarken öteki konuşmacılarla ortak noktalarının kadın olmak değil, komünist olmak olduğunu belirtti. Komünist olmanın tek başına hiçbir anlam ifade etmediğini; emperyalizmin eleştirisini vermenin, sosyalist siyaset için kapitalizmin teşhirinin yeterli olmayacağını belirterek güncel politikanın değerini vurguladı. Seçimlere girme nedenini de güncel politika ekseninde açıkladı. Bunun yanı sıra, seçimlere aday olmalarındaki maksadın, sosyalist hareketin sesini yükseltmek olduğunu söyledi. İnsanların fikrini değiştirebilmek ve sosyalizmin sahici bir seçenek olduğunu göstermek için seçimlerin önemli fırsatlar olduğunu belirtti.

Seçimlere ikinci defa girmeme kararının boykot da destek de olmadığını söyleyip ikinci turda olmamasını sermaye sınıfından bağımsız, solcu, halkçı bir aday olmamasıyla açıkladı. İmamoğlu’nun sermayedarlarla aynı gemide olduğunu; bu sebeple İmamoğlu’na oy vermediklerini belirtti. İmamoğlu’nun seçimleri kazandığı günden bugüne herhangi olumlu bir gelişme olmadığını, halkın nefes alamadığını söyledi.

Konuşmasının sonunda aday olma sürecindeki temel saiklerinin AKP’nin karşısında düzenin içinde sosyalist bir harekete yer açmak olduğunu vurguladı.

İkinci konuşmacı olan Güldes Önkoyun ise konuşmasında şunlara yer verdi:

2019 yerel seçimlerinde bugünde daha rahat görüneceği üzere Cumhur ittifakına karşı, millet ittifakının destekleneceği apaçık ortadaydı. Buna karşılık iki gerici burjuva ittifakına karşı ezilenlerin ve emekçilerin ortak bir adayı olmadığı için aday oldum. Tüm seçim çalışmam eğri yolda doğru durulabileceğini göstermek üzerine oldu. Adaylığım boyunca milleti ittifak ile Erdoğan’ın geriletilebileceği yanılsamasına karşı durdum.

Bunun birinci nedeni; Erdoğan 2009 yılından beri her dönemeçte daha da batarak gerilemektedir. Erdoğan’ın ömrünü uzatanların ise Erdoğan’dan parlamentarist hayallerle kurtulacağını düşünenler üzerinden olmuştur. 2019 yerel seçimlerinin de aynı olacağını eğer kitlesel bir seferberliği düzenleyemezsek Erdoğan’ın ömrünü uzatacağını anlatarak seçim çalışmalarını başlattık. Millet ittifakına destek olmak emekçilerin kendilerini silahsızlandırması anlamına gelir dedim. Zira ABD istikrarlı bir Türkiye istiyor bu yüzden de Türkiye’de sokağın hareketlenmemesi gerekiyor. Millet ittifakının seçimleri kazanması için emekçilerin eylem yapmaması kayyumlar karşısında sessiz kalması Kürtlerden söz etmemesi gerekiyordu

Ben de Kürtlerin emekçilerin sesini yükseltmek acil görevin hükümeti süpürmek olduğunu söylemek için aday oldum.

Flormar’da direnen kadın işçilerin, cenazesi günlerce yerde kalan Taybet Ana’nın, evlatları ellerinden alınan Roboskili annelerin, evinde işyerinde tacize karşı direnen kadınların, tecrite karşı direnen Leyla Güven’in mücadelelerini birleştirmek gerektiğini bu saldırıların odağındaki sorunun Erdoğan olduğunu anlattım.

Türkiye’de her şeyin saraya bağlandığını anlatmak için aday oldum. Hükümet gitmeden Türkiye’de kimsenin nefes alamayacağını anlattım. Hükümet gitmeden KHK ile atılanlar işlerine dönemeyeceğini, mahkemeler sarayın emir eri olmaktan çıkamayacağını grev yasakları kalkmayacağını kayyumların durmayacağını, Kürtlere yönelik saldırılar, aşağılamalar son bulmayacağını belediyelerde emekçiler lehine bir düzenleme yapılamayacağını anlattım.

Yerel seçimlerin çalışmasında belediyecilik faaliyetinden sosyal haklardan bahsetmedim. Ya da sosyalist belediyecilik şu şekilde olmalı demedim. Buna dair bir fikrim olmadığından değil. Çünkü ortada rejim krizi varken bir dizi belediyecilik faaliyetinden bahsetmenin açıktan cumhur ittifakına karşı bir çalışma olmadığı gibi hükümetin gönderilmesini öncelikli görev olarak görmeyenlerin yapacağı halktan yana yerel yönetim propagandası, yerel yönetimler aracılığıyla siyasi iktidarın kuşatılıp, geriletebileceği yanılsamasını büyütürdü. Aynı zamanda bu seçimlerin olağan bir belediye seçimleri olduğunu düşündürürdü.

Oysa ortada bal gibi bir gerçeklik varken aynı zamanda yanılsama da yaratmış olurdum. Çünkü Cumhur ittifakı, Amerikancı muhalefetin adayını destekleyen veya hiçbir şey söylemeyerek karşısına almayanlarında inandığı gibi seçimlerle gitmeyecek. Cumhur ittifakı ancak kitlesel bir seferberlik sonucu yıkılabilir ve seçim çalışmam boyunca en çok bunu anlattım. Adaylığım boyunca emekçi mahallerinde çalışma yürütürken tüm sola gelin bu çalışmayı birlikte yapalım demek için ziyaretlerde bulundum.

Tüm bu çalışmaları yaparken bunları en iyi anlatabilecek en iyi aday değildim ama millet ittifakına yedeklenmeyen ve açıktan Cumhur ittifakı karşıtı bir çalışma olmadığı için aday olmuştum.

31 Mart seçimlerinden sonra ikinci turda da adaylığımdan İmamoğlu lehine çekilmedim. Aynı nedenlerden ötürü ikinci turda da seçimleri boykot etmek gerektiğini söyledim. Şimdi Bir sene sonra duruma bakıyorum yaptıklarımın tümüyle doğru olduğunu düşünüyorum. Bugün seçimlerin üzerinden bir yıl geçmiş ve 1 yılı değerlendirdiğimde Türkiye’de emekçiler ezilenler zaten gerileyen Erdoğan’a karşı İmamoğlu’nu destekleyerek kendilerini silahsızlandırılarak siyasetsiz bıraktılar Türkiye siyasetinin bir bütün olaraktan kaymasına yol açtılar. Kürtlerin ve ezilenlerin uyumun cepte olduğunu düşünen Amerikancı muhalefetin merkezindeki Kılıçdaroğlu tayfası Saadet Partisi’nin Akşener ve Gülleri ürkütmemek için emekçileri topyekûn bir eylemsizlik vadettiler. Hükümet tarihin en acımasız saldırısını yaparken topyekûn her yerde genel bir eylemsizlik ve sessizlik oldu: Kayyumlar geldi kimse ses çıkarmadı. Ya da kınamanın ötesine geçilmedi. Kobani’ye yapılan işgal hareketi soyut barış temennileri ile geçiştirildi. Bütün bunlar olurken Hükümet ne yaparsa yapsın emekçileri kendi yanında devletin arkasında yedekleyemedi. Buna karşılık Amerikancı muhalefet bir bütün olarak Emekçi hareketinin elini kolunu bağlıyor. Türkiye’de İmamoğlu yanlısı olmak solun İmamoğlu hakkında sahip olduğu yanılsamalardan kaynaklanmıyor; Erdoğan’dan parlamenter yollarla kurtulmanın mümkün olmadığını söylemekten kaçınmaktan kaynaklanıyor. Erdoğan’dan parlamenter yollarla kurtulmanın mümkün olacağını düşünüyorsanız varacağınız yer kesinlikle İmamoğlu’dur. Bugün İmamoğlu’na 1. Ya da ikinci turda açık ya da sessiz kalarak örtük destek verenlerin yaşadığı açmaz aslında parlamentarizmin açmazıdır.

Son olarak söz alan Özge Akman ise CHP ve AKP’nin bir olmadığını ve hatta İmamoğlu ile Kılıçdaroğlu arasında da fark olduğunu söyledi. İmamoğlu’nun seçilmesini CHP’nin en büyük başarısı olarak değerlendirdi. Ekonomik krize sık sık vurgu yaptığı konuşmasında devrimin hiçbir şeyi çözmeyeceğini, devrimle hiçbir şey gelmeyeceğini vurguladı. Sosyal belediyeciliğin mümkün olduğunu anlatmak için seçimlere girdiğini söyledi. Gezi’yi hasretle yâd eden Özge Akman bu halkla (Türkiye halkı) devrim yapmanın mümkün olamayacağını söyledi. Halkın İmamoğlu’ndan medet ummaması gerektiğini öğrenmesi için seçimlerin ikinci turunda İmamoğlu’nu desteklediklerini açıkladı.

Kısa bir aranın ardından söyleşi konuşmacıların Türkiye’nin Suriye politikaları ve Türkiye’deki kadın hareketi üzerine değerlendirmeleriyle devam etti.

Güldes Önkoyun kadın hareketi ve 8 Mart’a ilişkin tutumu hakkında şunları söyledi:

8 Martları anarken bir noktanın altını ısrarla çizdik. Bize göre 8 Mart, yalnızca kadınların kadın olmalarından kaynaklanan sorunları konuştuğu, yalnızca kadınları ilgilendiren bir gün olarak anlaşılamaz. Biz 8 Mart’ı anarken aslında bir yönüyle Şubat Devrimi’ni anarız. Yani 8 Mart, komünistler için kadın emekçilerin cesaretinin kıvılcımını çaktığı büyük Ekim Devrimi‘ni de anmak ve anlamak için önemli bir gündür. 8 Mart kadınların yalnızca cinsiyetçiliğe, yalnızca erkek egemenliğine karşı çıktıkları bir gün değildir. 8 Mart kadınların siyasal mücadeleye katıldıkları, hatta Şubat örneğinde olduğu gibi erkek emekçileri de kollarından tutup bu mücadeleye kattıkları bir gün olarak anlaşılmalıdır. Hele hele bu topraklarda 8 Mart, yoğun bir dizi siyasal eylemliliğin (Newrozun, 16 Mart’ın 30 Mart’ın, 1 Mayıs’ın) içerisinde yer aldığı, Mart-Mayıs süreci olarak andığımız sürecin de ilk uğrağıdır. 8 Mart’ın içeriği, coşkusu, dinamizmi aslında bütün Mart-Mayıs sürecini belirler, onun nasıl geçeceği hususunda bizlere ipuçları gösterir.

Biz komünistler olarak sürekli solda sık sık yanlış kullanılan bir kavrama müdahale ederiz. İşçi hareketi kavramına. Devletle ilişkisinden yani siyasi konumundan bağımsız bir işçi hareketinden söz etmenin mümkün olmadığını söyleriz. Siyasi kimliğinden bağımsız devletle ilişkisinden bağımsız bir işçi hareketi yoktur, olamaz. İşçi hareketi genellemesi AKP’nin güdümündeki Hak-İş’in, CHP’nin uzantısı sarı DİSK’in, Newroz alanlarına sığmayan HDP’li işçilerin de aynı paydada buluşabileceği yanılsamasını üretir. Böyle bir şey mümkün değildir. Aynı şey öğrenciler için de gençler için de kadınlar için de geçerlidir. Bugün Türkiye’de kadın hareketi olarak adlandırılabilecek bir hareket yok. Birden fazla kadın hareketi var. Bu hareketlerin en büyüğü ve etkilisi AKP’nin üstelik. AKP’nin devlet ve sermayenin olanaklarından faydalanarak yarattığı kadın örgütlenmesi ve mobilizasyonu diğer hareketlerle kıyaslanamaz nitelikte. Yani aslında en güçlü hareketi tümüyle gerici, Kürt ve emekçi düşmanı bir çizgide ilerliyor. Çap ve etki bakımından ikinci sırada bulunan kadın hareketi de gericilikte AKP ile yarışan CHP’nin güdümündeki kemalist kadın hareketi. Nihayetinde kendini esas olarak HDP ile ifade eden Kürt kadınlarının hareketine geliyoruz. Kendi siyasi önceliklerine göre kimi zaman görünür kimi zaman görünmez olan, bugün ise Millet İttifakı’nın önüne koyduğu sınırları aşamayan bir hareket olarak karşımızda. Bugün Türkiye’de siyasi olarak belirleyici olan bu üç hareketin hiçbiri bağımsız bir kadın hareketi olarak adlandırılamaz. Zira bağımsız bir kadın hareketi olmanın koşulu burjuvazinin hükümetinden de muhalefetinden de kendisini ayırmış olmaktır. AKP gericiliğine olduğu kadar CHP gericiliğine karşı da mücadele etmektir. AKP’li kadınlar bir yana geri kalan kadın hareketi ve yörüngesindekiler zaten Millet İttifakı’nın peşinden gitmektedir. Kalan diğer grupların neredeyse hiçbiri hem AKP’yi hem Millet İttifakı’nı hedef tahtasına oturtamıyor. Böyle bir durumda bağımsız bir kadın hareketinden de söz edilemez. Tam da bu nedenle yani hükümeti de Amerikancı muhalefeti de karşısına alan bir kadın hareketi olmadığı için bugün kadınların haklı talepleri karşı devrimci cephenin farklı kanatları tarafından istismar edilmektedir. AKP’nin kadın düşmanı politikaları teşhir edilirken aslında örtük hatta çoğu zaman açık Millet İttifakı propagandası yapılmaktadır. Bağımsız bir kadın hareketi adını almayı hak eden bir hareketin düzenin tüm kesimlerini karşısına almış olması gerekir. Durumun böyle olmadığını 8 Mart’ların düzenlenme biçimine bakarak da anlamak mümkündür. Düzenin tüm güçlerini karşısına almak siyasi bir mücadeleyi gerektirir. Siyasi bir mücadele vermek içinse devlete karşı tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin birleşik mücadelesini örme iddiasını taşır. Böyle bir mücadeleyi yürütmek içinse kadınların, yani bağımsız bir kadın hareketi olma iddiasında olanların, kendi kabuklarına kapanmamaları, kendilerini kimlikleriyle diğer hareketlerden ayırt etmemeleri gerekir. Yapılması gereken tam tersine kadınların inisiyatifimiz kırılmasın, kendimizi ayırt edelim, kendi sorunlarımıza dikkat çekelim demek yerine tam tersine kadınları tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelesine önderlik etmeye çağırmak olmalıdır. Tam da bu nedenle 8 Mart kadınların kendi başlarına düzenledikleri bir şenlik değil bağımsız bir siyasi iddiayla kadını erkeği, Türkü Kürdü, alevisi sünnisiyle hükümetin karşısında düzen partilerine yedeklenmeden yer alan tüm güçleri eylemli birlikteliğini örme kaygılarının damga vurduğu miting olmalıdır. Kadınlar tıpkı 8 Mart 1917’de Çarı yıkmak için harekete geçen kadınlar gibi tüm ezilenleri bugünkü çar taslaklarının karşısında seferber etmeliler. Bağımsız bir kadın hareketinin yani hükümete ve onun sahte muhaliflerine karşı harekete geçmiş bir hareketin 8 Mart’a yaklaşımı da bu çerçevede belirlenmelidir.

Kadına şiddet meselesinden başlayalım. Bağımsız bir kadın hareketinin görevi kadınları erkeklerin kurbanları olarak göstermek değil bu sefil düzene başkaldıran kadınlara ve onların temel düşmanının kim olduğuna dikkat çekmektir. Aksi takdirde kadına yönelik şiddet kadını kurbanlaştırarak onun esaretini pekiştiren soyut bir şekilde ele alınmış olur.

Bağımsız bir kadın hareketi kadına yönelik şiddetin asıl öznesinin devlet olduğunun altını kalınca çizmelidir. Tamda bu nedenle devletin yapacağı muhtelif düzenlemelerle, şu ya da bu sözleşmeyle kadınların durumu düzelmez, düzelmeyecek.

O yüzden de kadına şiddet gündeme geldiği zaman sadece Ceren Özdemir’den, Ceren Damar’dan bahsetmek yetmez. Hendek barikat savaşlarında devlet tarafından katledilen cenazesi 7 gün ortada kalan Taybet Ana’dan daha fazla söz etmek gerekir.

Bugün Gültan Kışanak hapisteyse bu kadına yönelik şiddetin bir parçasıdır. Sebahat Tuncel, Figen Yüksekdağ hapisteyse, MKP’li Aysel Koç cezaevinde infaz edildiyse bu kadına şiddetin dik alasıdır. Çünkü kadına şiddetin en yoğunu bu düzeni reddeden, reddetmekle kalmayıp devlet aygıtına karşı dolaylı değil doğrudan cepheden mücadele edilen kadına yönelik şiddettir.

Tam da bu nedenle öldürülen, tutuklanan kadınlardan daha çok devlete karşı mücadele eden kadınlara dikkat çekmeliyiz. Bizim yolumuz komünist enternasyonalin yolu. Komünist Enternasyonal’in platformu da şiddete karşı şiddet diyor. O zaman kadına karşı şiddet gündeme geldiğinde de biz Rojava’daki Şehit Ruken Kadınlar taburundan bahsedeceğiz, Zilanları Beritanları anlatacağız. 12 Eylül sonrasında cuntayla çarpışan Mine Bademci’yi bayraklaştıracağız.

Ancak önümüzdeki dönemde kadınlar sadece devlete karşı genel bir mücadele vurgusuyla da yetinemezler. Bugünkü siyasi tabloyu belirleyen işgal hakkında da siyasi gerçekleri açıklamak zorundadırlar. Kadınları devrimci bir mücadeleye davet etmek isteyenler Suriye konusunda şu konularda kekelememeden konuşmalıdırlar:

Her şeyden önce karşımızdaki savaş şu anda toprak bütünlüğünü korumak için mücadele eden Suriye ile cihatçılarla iş tutan Türkiye arasında bir savaş olarak görünüyorsa da asıl sorun Kürdistan sorunuyla ilgilidir. Bugün yaşanan sorun tek taraflı bir işgal sorunu değil iki işgalci devletin Kürtler’in topraklarının üzerinde kavgasıdır. İki işgalci gerici devletin haksız savaşıdır. Bu devletlerden biri diğerinden daha az işgalci değildir. Esas olarak Kürtlerin toprakları üzerinde kim egemen olacaktır. Savaşın özü bu şekilde gerçekleşmesi Rojava devrimiyle ilgilidir. Kürtlerin toprakları üzerinde çarpışan iki gerici, işgalci ezen ulus devleti vardır karşımızda. Bugünkü savaş elbette Cumhur İttifakı’nın marifetidir. Ancak bugün savaş karşısında Cumhur İttifakı’nı teşhir etmek kesinlikle yetersizdir. Daha önemli olan sözümona onun muhalifi olan Millet İttifakı’nın teşhiridir. Meclisteki dörtlü deklarasyona imza atmış tüm siyasi partiler aynı derecede sorumludur bu savaş politikalarından. Bu haksız savaşa karşı tutum almak, işgale işgal demekte yetmez veya bütün savaş politikalarına karşıyız demekte yetmez. Bugün iktidarıyla muhalefetiyle bütün burjuva siyasetçilerin işgal politikasında birleşiğini tespit etmek gerekiyor. Bu 4’lü tezkereyi imzalayanların hepsinin emekçilerin düşmanı olduğunu teslim etmek gerek. Cumhur ittifakı da, İmamoğlu’nu parlatan millet ittifakı da halkların düşmanıdır. Ben imzalamadım demesi yetmez. Ben imzalanmasına karşıyım demek yetmez bunların dördünün de emekçilerin ortak düşmanı olduğunu belirtmek gerek. Dördüne karşı ortak bir tutum almak gerek. Yani millet ittifakına hiçbir şekilde yanaşmamak gerek. İşgali destekleyenlerle birlikte kanal istanbula karşı ortak durulmaz. Bu durumda siz onu çekmezsiniz tersine işgale destek veren millet ittifakıyla hareket bugün yaşanan işçi hareketinin elini kolunu balarsınız. İşgali destekleyenlerle demokrasi mücadelesi verilemez. Daha da önemlisi bu tür gerici deklarasyonları imzalamamak da yetmez. İmzalayanları somut bir biçimde eleştirmeyenler de kadınların bağımsız mücadelesini öremezler.

Bugün için asıl gerekli olan şey emekçilerin Cumhur İttifakı’ndan nasıl kurtulabileceğini göstermektir. Cumhur İttifakı’ndan parlamenter yollarla kurtulmanın mümkün olmadığını Rejim krizi sürdükçe Erdoğan’ın ayakta kalacağını yeni rejimin ancak bir kurucu meclisle kurulabileceğini anlatmak gerekir.

Aysel Tekerek ise Güldes Özkoyun’un aksine Suriye’de süren savaşın Kürdistan’ın işgaliyle alakası olmadığını; Suriye’nin Amerikancı olmadığı için, Suriye halkının  direnerek Amerika’nın oyununu bozduğu için bu savaşın sürdüğünü söyledi. Rojava’da direnen Kürtler’in de Türk ordusunun da Amerikan oyununa alet olduğunu belirtti.

Kadın sorununun ancak ve ancak laiklik ve bağımsızlık mücadelesiyle geleceğini söyleyerek konuşmasını sonlandırdı.

Üniversitelerden Komünistler