Komünizm Temel Kavramları seminer serisinin “Devlet ve Devrim” başlığını taşıyan üçüncü oturumunun transkripsiyonu yayımda.

Konuşmacı:

Merhabalar arkadaşlar, bugün Devlet ve İhtilal’i konuşuyoruz. Çarpıcı bir şekilde başlayıp yine aynı şekilde biten bir kitaptan söz ediyoruz. Bitişi hakkında çok konuşmayacağım, oradan başlayayım o yüzden. “Bir devrimi yapmak, devrim hakkında yazmaktan daha iyidir; ben kitaba ara verdim” diye bitiyor. Ekim Devriminden birkaç ay önce Lenin’in Finlandiya’ya kaçtığı dönemde aldığı notlardan oluşuyor aslında ve notları tamamlayamıyor. Devrimin içinde silahlı bir ayaklanmanın hazırlık arifesinde polemik adına politik notların alınmasıdır esasında. Bu teorik mücadelenin ne zaman ve nasıl şekilde verileceğine dair bize fikir veriyor. Ben daha çok kitabın başlangıcı hakkında konuşacağım. Önce öldürürler sonra azizleştirirler, diye başlıyor. Ezerler, unuttururlar sonra da her yere asarlar diyor resimlerini. İkon haline getirirler. Ölümünden 50 yıl sonra Marks’ın düştüğü durum budur diyor. Ben bu notları niye yazdım sorusunu kendince yanıtlamaya çalışıyor. Marks’ın 1870’e dair yazdıklarından bahsediyor sonra, Paris Komünü hakkında olanlar. Marks’ın burada yazdıklarından devrimci yerleri bulabilmek için arkeolojik kazı yapmak lazımdır diyor. Devlet ve İhtilalin yazarı da ben bu kazıyı yapacağım ve Marksizm’in devrimci özünü ortaya koyacağım diyerek bu işe girişiyor. O günkünden daha da büyük bir ihtiyaç bugün. Bugün, herkes Marks haklıydı diyor, Lenin’i sevmeyen yok ve hatta kendine devrimciyim demeyen yok. Sen devrimci değilsin dediğin zaman evet ben reformistim diyen yok. Devrimciliğin ne olduğu tamamen belirsizleşti. “Kırılmayalım” ruh halinde ilerliyoruz. Bu halde bu kazının ihtiyacı çok daha mühim. Çünkü bu iddiada olanların tümüne, aslında kitapta ele alınan Kautsky oportünist çizgisinden farksızsınız, denilmesi bir zaruret halinde. Zaten bu kitap fazlaca okutulmaz. Normalde başka yazdıklarını yorumlayabiliyorsunuz ancak bu kitapta mümkün değil. Bu kitap genelde eğitim çalışmalarında da kullanılmaz. Hatta Lenin’in anarşizme en yakın olduğu eser denilir. Ayakları en yerebasmaz eseridir derler. Düşünün silahlı bir ayaklanmayı örgütlemeye çalışan bir liderden söz ediyoruz. Ekim Devrimi gerçekleşince de bu tespitlerin unutulduğu da söylenir. Anarşizan sapma olarak da bahsedilir. Oysa komünistlerin, devrim teorisinin esasları burada yer alır. Daha sonraki Komünist Enternasyonalin birinci kongre kararlarında da demokrasinin ne olduğuna dair tezlerde zaten yer verilmiştir bu kitabın tezlerine. Bu nedenle okunmalıdır: Kim devrimci kim değil ayırt etmek adına. Hatta şunu da anlatıyor; biz sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir topluma gideriz. Sınıflı bir toplumdan sınıfsız bir dünyaya hangi devrimlerle gidiliri yanıtlıyor. Biz bugün dünyaya baktığımızda giderek genişleyen ve etki alanı artan hatta dünya çapına yayılmış bir devrimci durum tespiti yapıyoruz. Bunun en yoğun olarak da Türkiye’de bulunduğunu söylüyoruz. Türkiye ve Kürdistan’ın emperyalist zincirinin zayıf halkası olduğunu söylüyoruz. Proleter devrimlerin buradan başlayacağını söylüyoruz. Tek devrim de komünist devrim değildir. Baktığımız zaman 1927’den beri bir dizi devrim olmuş; sadece birisi Ekim Devrimi. Biz de Ekim Devrimi gibi devrimlerin olmasını istiyoruz. Bunu nasıl sağlarız sorusunu yanıtlamak lazım. Devrime önderlik edecek bir parti yaratmak istiyoruz. Bu partinin devrim stratejisi ne olur sorusu bu yüzden çok önemli. Devlet ve Devrim’i bu gözle de etüt etmek lazım. Proleter devrim nasıl bir devrimdir? Kitap, devlet tanımı ile başlıyor. Neden? Sonra da egemen sınıfın baskı aygıtıdır diyor. Bunun bir pratik, konjonktürel nedeni var. Ne zaman yazılıyor 1917 ağustos- eylül aylarına yani 7 Kasım’a yakın. Tartışılan konu ne? Bir ikili iktidar durumu var. Bir tarafta geçici hükümet var. Çar kaçtıktan sonra hemen bir kurucu meclis toplaması için oluşturulan geçici hükümet içinde bir prensin de olduğu bir hükümet. Başına da sosyalist devrimci Kerenski geliyor. Bunlar bir yandan devleti işletirken bir yanda da kurucu meclis toplamaya çalışıyorlar güya. Bu ikili iktidarın bir tarafın da geçici hükümet var; kurucu temsili toplama vaadi ile varlığını açıklayan bir yapı var. Öte yandan işçi emekçi asker sovyeti var. Bozguncu ayaklanmalar sonucu ortaya çıkmış egemenliğini ilan etmiş yerel iktidar organları var. Soru basit: Rusya’yı kim yönetecek? Burada ikisi de olsun diyen de var, birisi olsun diyen de var, yalnızca Sovyetler diyen de. Lenin bu soruda kayıtsız şartsız sovyet iktidarı diyor. Bunu gerekçelendirmek için de devletin ne olduğunu anlatması lazım. Sovyet iktidarının kurulması var olan devletin yıkılması anlamına gelir. Diğerleri yıkım anlamına gelmiyor. Bu kitabın siyasi kaygısı bu esasında. Sovyet iktidarının işçilerin ve emekçilerin kurtulması için neden kaçınılmaz olduğunu anlatıyor. Yani buradan bile sadece Lenin’in iki taktikteki saptamasını görüyoruz. Bütün devrimlerin temel sorunu iktidar sorunudur diyordu, yani devlet şiddetinin nasıl uygulanacağının sorunu. Bütün ciddi devrimler karşılarındaki ciddi silahlı gücü ne yapacağını araştırır. Lenin de buna yanıt aramak istiyor. İkincisi, daha genel bir harita çiziyor: “Kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş nasıl olur”un cevabını sistematize etmek istiyor. Yani ücretli kölelikten özgür üreticilerin gönüllü üreticiliğine nasıl geçilir sorusu. Marks’ın muhtelif eserlerinde özellikle Kapital’de bu konunun sosyal ve iktisadi boyutu net bir şekilde tanımlanmıştır. Önce şu sorunun yanıtını düşelim, özgür üreticilerin gönüllü birliği derken ne kastediyoruz? Herkesin yeniden üretim araçlarına sahip olması; bugüne kadar fabrikalar, makineler patronların da bundan sonra her işçinin bir atölyesi mi olacak? Daha radikal bir talep mi? Mesela kimi mitinglerde görüyoruz: Fabrikalarda işçi yönetimi ve işçi işgali mi? İşçilerin fabrikaların yönetmesi mi komünizm? Bu da değil, böylesine dar bir talep değil. Bu memleket bizim mi yoksa? Hayır bizim değil, ileride de olmayacak. Komünist dünya herkesindir. Bir özyönetimcilik de değil. Bütün dünyadaki üretimin bütün dünya emekçileri tarafından sevk ve idare edilmesinden bahsediyoruz. Yani Brezilya’da, Mali’de, Kore’de ne olduğuna da Bağcılardaki işçinin karar vermesidir. Yani dünyanın her yerinden emekçilerin sorumlu olduğu ve planladığı bir sistem. Devlet ve Devrim’de o yüzden üzerinden durulan şey esasen merkeziyetçiliktir. Marks’ın neden Proudhon’cu federalizme karşı olduğu ayrıntılı bir şekilde kitapta anlatılıyor. Bu nasıl olacak peki, mümkün mü? Buna yönelik Kapital’deki argüman şu: Aslında kapitalizmin temel çelişkisi, üretim toplumsal bir karakter kazanırken mülkiyet bireysel bir karakter kazanıyor, bu sosyal argüman. Yani kapitalizmi devrimci kılan şey, bir dünya pazarı yaratması ve hatta üretim ilişkilerini de dünya çapında örgütleyerek üreticileri birleştirmesidir. Dolayısıyla zaten kapitalist toplumun kendisi, dünyadaki bütün üreticileri birbirine bağladığı ve otomasyonu geliştirdiği için -işleri basitleştirdiği, herkesin kolayca her işe dahil olabildiği için- hem herkesin hem her konuda uzman görüşünü dinleyebilmesi mümkün hem de herkes birbirine bağlı. Bu süreçte yer alanlara biz proletarya diyoruz zaten. İşçi sınıfı komünizmi böyle bir sürece dahil olabildiği için kurabiliyor. Köylülük, küçük burjuvazi de buna sahip olmadığı için kuramıyor. Sosyal denklemi bu. Üretim zaten sosyalleştiği için dünyayı da sosyal olarak yönetebileceğiz diye bir argüman var. Buraya kadar güzel. Planlama nasıl olacak? Bunun için de bir idare lazım deniliyor. Yani malların nereye gideceğine karar verecek bir yapı. Sevk ve idare diyorlar. Bunun için de devlet lazım deniliyor. Bu yüzden de ilkel yamyamlar olmayacaksak merkezi ciddi bir devletin olması lazım, yani devletin kendisi. Evet insanlar çok uzun bir süre devletsiz yaşadılar ama insanlar çok uzun süre tekerleksiz de yaşadılar. Devlet de ateşin bulunması gibidir ve asla vazgeçilemez diyorlar. Lenin’in hasımlarının temel argümanı bu. Dolayısıyla Lenin niye şunun altını çiziyor: Devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır diyor. Bir sürü kurumu var. Devlet sadece ordu mu? Değil. Çarlık Rusya’sı okul açmıyor muydu? Okul gereksiz bir şey mi? Lenin neden sürekli hapishaneden, ordudan ve merkezi bürokrasiden bahsediyor? Lenin burada şunu yapıyor: O zamanki devletin sadece mahkemelerden, hapishanelerden oluştuğunu düşünmüyor elbette. Devletin ikili bir işlem üstlendiğini biliyor. Birisi siyasi işlevi diğeri ise idare ve planlama işlevi. Tren saatlerini düzenlemesi mesela. Revizyonistler ve anarşistler bu devletin ikili işlevini karıştırdıkları için iki farklı uca savrulan argüman geliştiriyorlar. Revizyonistler diyorlar ki “evet, devlet idare için lazımdır. Bizim daha büyük daha yetkin devletimiz olmalıdır.” Dünya toplumunun idaresinden vazgeçemeyiz diyorlar. Herkesin kafasına göre takıldığı yerellikler yaratamayız diyorlar. Tersine anarşistler bu baskı aygıtını kaldıralım diyorlar. Lenin ise otorite ve siyaseti birbirinden ayırıyor. Devlet dediği şey esas olarak idari kısmı değil, posta teşkilatı değil. Bunlar komünizmde de olacak şeyler: Orada da dur, diyecek. Komünistlerin yok etmek istedikleri şey bu değil. Bu olacak ama elbette oluş tarzı da değişecek. Bahsedilen şey, bizim bugün devlet dediğimiz şey, aslında bu silahlı bürokratik yapıdır diyor. Her bölümde bir kez daha diyor. Aksi takdirde anarşistlerden bir farkı kalmıyor çünkü. Öbürü ise kalır diyor. Diğer organizmaları da daha nitelikli şekilde kuracağız elbette ama organizasyon işleri devam edecek diyor. Biz hapishaneleri ve mahkemeleri kaldıracağız diyor. Burada da Marks’ın koyduğu basit denklemi hatırlatıyor. Bu devlet dediğimiz, yani siyasetle ilgili bu kısım, niye var? Yani posta teşkilatını anlıyoruz ama neden hapishane var? Neden ordu var? İnsanların buğday yetiştirmesi için ya da posta göndermeleri için birbirlerini hapse mi tıkmaları gerekiyor? Zorunlu koşul mu bu? Sanayi üretimi için mahkeme olması lazımdı diye bir denklem mi var? Bunları karıştırıyoruz zaten. Bunlar başka bir şeyden dolayı var: Üretimin sosyal örgütlenmesi ve sınıflı topluma bölünmesinden dolayı var. Devlet sınıflı toplumun ürünüdür diyor Marks. Çünkü sınıflı toplum, diğer burjuva ideologlarının da teslim ettiği gibi sınıf çatışmasının olduğu bir toplumdur. Ve devletin işlevi bu çatışan sınıflardadır; bunlar sadece eşit sınıfta da değiller. Hakim sınıf sömüren sınıf gibi dinamikler de mevcut. Bu azınlığın bu çoğunluğu sömürmesi için onun üzerinde şiddet uygulaması lazım. Kitapta da ordudan bahsederken italik bir kısım yer alır. Der ki, özel güçler, özel memurlar… Özel bir aygıt olarak ele alıyor. Bir özel ve genel ayrımı var. Devlet nedir? Toplumdaki bir grup insanın özel çıkarlarıdır.

Sonrasında proletarya diktatörlüğü neden eski devletler gibi değil? Genel bir devlet aslında. Herkesin katılabilmesini müsait kılan bir devlet. Özel bir yanı mevcut ancak buna birazdan geleceğim. Burada toplumda çatışan iki sınıf var. Bu çatışan sınıflardan birinin özel ihtiyaçlarını gidermek için tutulmuş memurlar topluluğuna devlet diyoruz. Halka ve topluma yabancılaşmış silahlı bir şiddet örgütlenmesinden bahsediyoruz. Bunun doğrudan maddi üretimle hiçbir alakası yok. Sömürüyle üretimin sosyal karakteri ile alakası var. Buğday üretmek için hapishaneye gerek yok. Birilerinin ürettiği buğdaya el koymak için hapishaneye gerek var. Devam edelim, burjuva ideologları devleti nasıl gerekçelendiriyorlar? Posta teşkilatı kurmak için devlete ihtiyaç vardı, hayvancılık gelişsin diye vardı. Hiç böyle argümanlar duydunuz mu siyaset teorisinde? Birileri birilerinin malını çaldığı zaman sorun çıkıyor, mülkiyetle ilgili. Birileri çalışmıyor, çalıştırılmıyor o yüzden ihtiyaç var. Bu zaten Marks’ın özgün bir keşfi değil. Ama genel bir düzen arayışından değil. Bir sınıfın diğer sınıfı ezmesi için devlet var, bunu net bir şekilde koymamız lazım. Demek ki her devlet birilerini ezer demiş oluyoruz, her idare demiş olmuyoruz. Yani bir yerde silah varsa hapishane varsa birileri birilerini kesinlikle eziyor demektir. Özel yapıya tekrar baktığımız zaman iki şeyi öne çıkaracağız; var olan sınıflı toplumun devletin iki temel karakteristik özelliği var. Burjuva demokrasisinin de en yetkin halidir bu. Hep aşiret toplumu ile kıyaslama var, o yüzden Engels’e atıfta bulunuyor hep. Aşiretin kendisi silahlıdır, kan bağı ile bağlı akrabalar topluluğu. Hepimiz birimiz için mantığı ve hep beraber karar alıyorlar. Bu manada ilkel bir aşiret demokrasisi de söz konusu. Mesela kan davası var; kim vuracak? Ya bir töre belirliyorlar ya da sen vuracaksın diye karar alıyorlar. Burada daha demokratik bir yapı var. Modern devletse toprağa bağlı bir sistemle ortaya çıkar. Yani artık aralarında bir akrabalık ilişkisi yok; bir piyasa, üretim ve sınıf ilişkisi var. Burada siz bunlara bulaşmayacaksınız deniliyor insanlara. Siz artık güvenlik, mahkeme işlerine karışmayacaksınız deniliyor. Modern devlet “siz bunlara karışmayın; biz hukuku getirdik, bir de yargıç koyduk. Size ihtiyaç yok. Siz çalışın, kafanızı kurcalamayın” diyor. Halkı cezalandırmayı, şiddeti yani devleti devlet yapan alanların dışarısına itiyor devlet. Dışlayıcı bir şey. Kendisi idareyi merkezileştirirken devletin esas siyasi karar organını da kendi eline alıyor. İkincisi çok önemli; bir parlamenter demokrasi eleştirisi var. Burjuvazinin iktidarı halkı parçalamak için kurulmuştur diyor. En parçalanmış sistemdir parlamenter demokrasi; temsilcinin temsilcisi var. Yani artık siz bir organı değil sadece temsilcinizi tanıyorsunuz. Bizler de birleşemiyoruz. Parlamenter demokrasi sadece işçiyi köylüyü ayırmıyor; bunları da kendi içinde ayırıyor. İşçilerin farklı illerde yaşayan kesimlerini de ayırıyor ve birbirine düşman ediyor aslında. Çünkü her bölgenin çıkarları birbirinden farklı. Biz komünist topluma giderken özgür üreticilerin karar alma birliğini kurarken bu devletle hareket edemeyiz. Çünkü zaten devletin kendisi yapı olarak bizim karar almamızı mümkün kılan bir şey değil. Karar alma sürecinin dışında bırakan bir şey. İkinci olarak bu devletin en yetkin biçimi olan parlamenter demokrasi de bizi birleştiren değil parçalayan bir yapıya sahip. O zaman burada bir duralım.

O zaman tartışılan şey ne? “Çarı devirdik efendim, mutabakat kuralım. Bak burjuvazi var şu var bu var. Hep beraber gelelim, anayasa yapalım” diyen uzlaşmacı görüş var. Bu mümkün olamaz; devletin içinde hep beraber burjuvazi ile işçiler aynı devlete bizim devletimiz diyemez diyor. Bir devlette iki sınıf oynamaz yani. Devlet ya birini ya da öbürünü tepeler. E siz de zaten var olan devleti kullandığınıza göre sizi tepeler diyor bu devlet. Daha rafine biçimi var: Kautsky, diyor. “Evet, devlet bir baskı aygıtıdır; biz de burjuvaziyi ezeceğiz!” dinleyince çok sert, değil mi? “Biz bu devleti ele geçireceğiz, düne kadar bizi nasıl eziyorlardıysa biz de aynısını yapacağız aynı devletle.” Asıl bizim açımızdan kritik nokta burada devreye giriyor. Çok radikal; üretimi özgürleştireceğiz diyor, burjuvaziden nefret ediyor. Bu devleti kullanarak yapacağız diyor. Lenin ne demiş oluyor? Komünistler, Marksistler proletaryaya bunu söyleyemezler, devleti ele geçirmekle yetinemezler. Bu devleti parçalamaları gerekir. Çünkü bu devlet aygıtı iki özelliğe sahiptir: Emekçileri dışlayan siyasetin dışına atan ve emekçileri parçalayan bir aygıt. Yönetime sen gelsen de aynısı olacak. Bu öyle nötr bir şey değil. O yüzden başka türde bir devlete ihtiyaç var sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçerken. Marks’ın teorisini özetlerken, Lenin kitapta sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişin teorisini yaparken, anarşistler farklı olarak şunu diyor: Anarşistler bir kararname ile devleti kaldırdık deyip işi bitiriyorlar. Yani bu, insanlar fikirlerini değiştirdiği anda yeni bir toplum kurulabilir anlamına gelir. Nasıl kapitalizm feodalizmin insan malzemesi ile yaratıldıysa komünizm için de aynı şey geçerli. Biz de komünizmi kapitalizm içinde bulduğumuz koşullarla yaratacağız. Ne anlama gelir? Biz devrimi yaptığımız zaman karşımızda bu devrimin batmasını isteyen bir burjuvazi olacak; hâlâ malına mülküne arazisine sahip çıkmak isteyen bir köylülük olacak. Burjuvazinin beslediği uşaklar ve uzmanlar takımı olacak. Bunlar eski ayrıcalıklarını korumak isteyecekler. Bunlar birdenbire buharlaşmayacak. Aynı zamanda dünyanın geri kalanında yıkılmamış burjuva diktatörlükleri olacak. Hepsi bizi boğmaya çalışacak. Bunun dışında insanlar tembel olacak, o çalışmadı diye kavga çıkacak. Dini, cinsiyetçi önyargılar olacak. Evet bu insanlarla kurulacak. Devrim bunun başlangıç noktası olacak. Nasıl olacak? Buradan buraya geçişin teorisi nasıl oluyor? Model olarak mantık olarak nasıl olduğunu Gotha Programı’nda koymuş ama bu kitap deneyimlerden süzülüyor. Başka bir şekilde ilerliyor ve üç merhalesi var diyor: 1, komünizmi ikiye bölüyor. Kapitalizmden komünizme geçerken bir safha koyuyor. Kapitalizmden komünizme geçiş bir siyasi geçiş sürecidir diye siyasi bir geçiş sürecinin önemini vurguluyor. Neden siyasi diyor; ekonomik olmadığını vurgulamak için. Yani bir kapitalizmden komünizme geçiş aşaması var, bir de komünizmin iki aşaması var: sosyalizm ve komünizm. Proletarya diktatörlüğü komünizmin alt aşaması. Üst aşama hakkında konuşmak soyut konuşmak olur ki zaten tarif edilmiş: Özgür üreticilerin gönüllü birliği. Buradan sonra artık neler olur bilmiyoruz. Bu topluma kadar da iki ayrı aşama var. Bu aşamalar Devlet ve Devrim’de nasıl tanımlanıyor: Biri siyasi bir geçiş süreci öbürü ise sosyal bir geçiş süreci. Birincisi proletarya diktatörlüğü diğeri ise sosyalizm. İkisinde de mücadele oluyor. Proletarya diktatörlüğünün amacı sınıflı topluma son vermek; burjuvaziyi imha etmek, küçük üreticiliği kaldırmak, bütün üretimi kamunun elinde toplamak. Bu bir savaş dönemi. Dünya çapında üretim araçlarını elinde tutanların araçlarını elinden almanız lazım. Ben tarlamı vermem diyen köylüleri ikna etmeniz lazım. Lenin çok net bir saptamada bulunuyor: Sınıflar olduğu sürece sosyalizm olmaz, sosyalizm olduğu sürece proletarya diktatörlüğü olmaz diyor. Proleterya diktatörlüğü burjuvaziyi siyaseten mülksüzleştirme sistemidir ve devlet emekçileri parçalayan siyasetsizleştiren bir devlet olamaz. Tam tersi olmalı, onları dahil eden ve birleştiren bir devlet olması lazım. Yani halktan yabancı, burjuvazi yetkinleştiriyor diyor ya seçen ve seçilen ayrımı yapıyor; meslek olarak siyasetçiler grubu yaratıyor. Merkezi burjuva devletinin tanımlayıcı özelliği budur, bunların hepsini ortadan kaldırmak gerekir diyor. Demek ki yöneten ve yönetilen ayrımının olmadığı bir siyasi mekanizmadan söz ediyoruz. Kuvvetler ayrılığı karşısında tek sınıf rejiminin uygulanması ve silahların halka dağıtılması lazım. Bu yönüyle proletarya diktatörlüğü hala özel bir devlet. Niye özel? Toplumdaki özel bir gruba işaret ediyor: proletarya ve köylülüğe. Onun dışında kalan kesim de burjuvazi. Burjuvazinin burada ezilmesi gerekiyor. Bu özel kesim bütün halkı kattığı için yönetime, meslek olarak kimse siyasetçi olmadığı için diğer devleti ortadan kaldırmış. Sönmeye başlayan bir devlet kuruluşudur aslında bu. Halkın silahlandığı her yerde karar alma sürecine katıldığı bir doğrudan demokrasi süreci geliyor. Burjuvazi de ortadan kalktığında bu devlet işsiz kalacak.

Böyle baktığımız zaman bu bize Sovyet deneyimini de anlatıyor. Tek ülkede sosyalizme bakışımızı da berrak kılıyor. Proletarya diktatörlüğünün amacı burjuvazinin bir sınıf olarak kaldırılması ve burjuvazinin sınıf olarak merkezi planlamaya dahil olmamasıdır. Bir ulus devleti yıkıp burada yerel manada proletarya diktatörlüğü kurmak mümkün, devletin yarısında da kurabilirsiniz. Tek ülkede proletarya diktatörlüğü olur, dünya devrimine gerek yok bunun için. Sosyalizmin başlaması için bütün dünyada burjuvazinin ortadan kalkması lazım. Sürekli olarak onları ezmek için plan yapmalısın. SSCB ne yapıyor? Biz komünizme ilerliyoruz, diyor; barış içinde yaşama tezi geliyor. Kuramazsınız tek ülkede, çok ülkede de sosyalizm olmaz. Sosyalizmin kendisi de sorunsuz bir toplum değil ki. Sadece insanların özgürlüğü yolundaki siyasi engel ortadan kalkmış oluyor. Yani bizim tekerimize çomak sokacak güçler ortadan kalkmış oluyor. Coğrafi, kültürel eşitsizlikler duruyor. İnsanların çalışmayı yeniden insanlaştırıcı bir süreç olarak değerlendirmesi başlıyor. Ara aşamaya da zaten burjuvasız burjuva devleti demesi de manidar. Elbette farklı bir örgütlenmesi var zaten, anlattık. Sosyalizmin başlayabilmesi için burjuvazinin ortadan kalkmış olması lazım. Eğer geçiş dönemi karakteristik özelliği siyasi bir şeyse sürüp sürmediğini anlamak için siyasi kriterin uygulanması lazım. Geçiş döneminde sizin çelik üretimini sosyalleştirmek gibi bir amacınız yok, sanayileşmek gibi bir amacınız yok. Sizin amacınız ayakta kalmak. Sovyet pratiğine baktığımızda ne görüyoruz? 1920’den itibaren Sovyetler bakıyor biz elimizdeki kaynaklarla halkı doyuramıyoruz. Ne yapacağız? Yabancı sermayeye izin vereceğiz. Köylülere de zenginleşebilirsiniz diyorlar, yani ücretli emek sömürüsüne izin veriyorlar. Ne diyeceğiz: “Hani siz sosyalizmi kuracaktınız, gene fabrikalardasınız?” mı? Kesinlikle hataydı diyor Troçki. Tek ülkede sosyalizm oluru en çok savunan bu manada Troçki oluyor. 1928 NEP ortadan kalkınca nihayet diyor. Devlet ve Devrim’de anlatılan çerçeveye uygun bakarsanız, NEP olur. Sorun değil, önemli olan siyasi iktidarı ayakta tutmak. Siyasi iktidarı ayakta tutmak için sosyal konularda taviz verilebilir. O yüzden NEP geri adım değil. Proletarya diktatörlüğünü sağ tutmak amacıyla yapılabilir bir şey. Belki de Sovyetler Birliği’nin yapması gereken siyaseten ayakta kalmaktı.

Ekim Devrimi’ni diğer sol akımlar nasıl anıyor? Sovyet döneminde sağlık hizmetleri şöyleydi, satrançtı, uzaydı… Sovyet nostaljisi de giderek artıyor. Sovyetlerden direkt kaçacak insanlar Sovyet dostu gibi duruyor. Siz Sovyetler Birliği’ni böyle anlatacak olursanız; biri de kalkar der ki, Mustafa Kemal de bu ülkeyi demir ağlarla ördü, şeker fabrikası kurdu, şunu yaptı bunu yaptı. Tayyip de ben köprü yaptım der. Küba’da mesela çocuk ölümleri çok düşük diye anlattığınızda, bunlar başka yerlerde de olur. Bunların hepsi devrim sayılmalıdır der. Bize göre Ekim Devrimi’nde bunların hiçbiri olmayabilirdi. Hatta Lenin Komintern’in 2. kongresinde devrimden sonra işçilerin hayatı iyi olacak diyen herkes yalan söylüyordur, haindir diyor. İnsanları savaşa çağırırken çok iyi olacak diye çağırıyor muyuz? Devrimden sonra işçilerin emekçilerin durumu hemen iyiye gitmez. Bir savaş dönemidir; devrimi yaymak gerekir o yüzden. Ekim devriminin asıl kazanımı proletarya diktatörlüğüdür. Horlananların, aşağılananların egemen olabileceğini ve silah kullanabileceğini göstermiştir. Marks’ın Manifesto’da egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın neye tekabül ettiğini burada görüyoruz. Marks ne diyordu? Kurtuluşun ilk adımı egemenliği elde etmektir. Egemen olmak ne demek yazmıyor ama Lenin egemen olmak sovyetle olur diyor; Ekim Devrimi’nin de kazanımı Sovyetler. Biz işe 1848’deki gibi egemenliği öne çıkararak başlayacağız. Bu egemenliğin nasıl olduğunu da Devlet ve Devrim’de, Komünist Enternasyonal’de somutlayacağız. Bunlar neyi gösterir?

1- Bugünkü sol tabloya bakınca aslında herkesin Kautsky’nin dahi gerisinde olduğunu görürüz. Kautsky en azından devleti ele geçirmemiz ve hepsinin tepesine binmemiz gerekir derken şu anda Lenin’in uzlaşmacılar diye küçümsediği en pespaye revizyonistlerin durumunda herkes. Yani devletin baskı aygıtı olduğunu bile unutmuş, parlamenter budalalıkların peşinden koşanlarla karşı karşıyayız. Lenin bunları, burjuvazilerin partileri ile anayasa yapmaya gidelim diyen Menşevik ve Sosyalist Devrimci unsurlar için söylüyordu. Temsili demokrasi burjuva egemenliğinin bir biçimidir. Bu da bir baskı aygıtıdır, diktatörlüktür ve genel oy hakkının da hiçbir şekilde egemenlikle ilişkisi yoktur.

2- Devrim falan diyenler de Türkiye dışına çıkıldığında Suriye devletini emperyalizme karşı savunmalıyız diyor. Küba da bizimkiler oldu. Küba’nın yıkılması gerekiyor demek lazım. Troçki ajandı, devleti yıkmaya çalıştı deniliyor. Biz ne diyoruz? Yapmadı ve yapması gerekirdi. Emperyalistlerden yardım falan alarak değil ama yapmalıydı. Yeniden kurulması lazımdı diyoruz. Çünkü devlet ve devrimde çok net bir tarif var: Ya burjuva diktatörlüğü ya da proletarya diktatörlüğü. Bunun ortası yok. Bugünkü revizyonistler ne diyor? Sosyalist olmayan halkçı rejim. Nedir bu? Siyaset yapmayacağız demiş oluyorsunuz. Hayır, Küba da yıkılmalı Çin de. Var olan hakim sınıfın devlet aygıtı parçalanmadan da işçiler refaha erebilir düşüncesi var -esas sorun midedir diyenler, daha konforlu yaşamdır- Bunları söyleyince devlet ve devrimdeki saptamayı unutmuş oluyoruz. Geçiş süreci siyasi bir karakter taşır, siyaset de birleştirmektir.

3- Devrimci akımlar var bir de. Gerilla efsanesi var. Gerilla mücadelesine nasıl bakarız biz? Komünistler gerilla stratejisini benimsemezler. Neden? Birincisi Devlet ve Devrim’deki modelden ötürü. Programatik kavrayıştan ötürü benimseyemezler. Çünkü dağda Sovyet kurulmaz. Sovyeti halkın yaşadığı yerde kurman lazım. Onların silahlanması lazım. Gerilla mücadelesi halktan bağımsızdır ve bu örgütlenmeyi egemen kılar. Böyle bir mücadelenin kendisi zaten komünizme giden yol olmaz. Bunların yaptığı devrim olmaz, engeldir hatta. Burada Devlet ve Devrim’de iktidar nüvelerinin çıktığını daima gösteriyor. İşte bizim bunun yolunu açan bir parti kurmamız lazım. Rojava’ya giderek kuyrukçulukla bunun önünü açmazsınız. Rojava’da karşınızda 2 tane mücadele yöntemi var, değil mi? Birincisi, halkı silahlandırmak diğeri ise halktan bağımsız. Sizin komünist olarak yapacağınız şey halkın ordulaştırılmasına yani askere alınmasına karşı halkın egemenliğini savunmak olmalıdır. Halkı silahsızlandıranlar zaten o devrimi boğmak isteyenlerdir. O yüzden hendekler diye bir şey patlak verince hendeklerin önünü açmaz. Çünkü o halkın silahlanmasına doğru gider. Onun kontrol altına alınması gerekir. Çünkü gerilla mücadelesi zaten halkın ayaklanamayacağı düşüncesi ile “yeni dünyada” çıkmıştır. O yüzden halk ayaklandığı zaman onu bastırırlar. Devlet ve devrim bize bunları söylüyor.

SORU: “Sınıf savaşımının belli dönemlerinde bir denge durumuna yaklaşılır ve devlet iktidarı egemen sınıftan bağımsız gözükür. Burada birinci ve ikinci Bonapartizm ve Bismarck örneğini veriyor.” Şu an birçok akım devletin özerkliğine dair tartışmalar yapıyor. Biz komünistler bu devlet-kapitalist ve burjuva ilişkisine nasıl bakmalıyız? Kapital’de yaptığımız kapitalist ve burjuva ayrımı yardımcı olur mu?

Şu an demokratik cumhuriyet birçok sosyalist akımın talebi olarak çıkıyor. Demokratik cumhuriyetten Lenin ne anlıyor?

SORU: Demokratik cumhuriyetin en kısa yol olduğuna dair bir söylem var; bunu açabilir miyiz?

SORU: Merkeziyetçilik ve federalizm tartışması yaparken Sovyetler Birliğinin federatif yapısını nasıl değerlendirmeliyiz?

SORU: 15. sayfada kapitalizm içinde demokratik cumhuriyeti savunuruz diyor. Bu noktada demokratik cumhuriyet tehlikeye düştüğünde komünistler ne yapmalı? Sosyalistlerin bu hallerde İmamoğlu’nda birleşmesine dair tutum ne olmalı?

SORU: Marks, İngiltere’de devlet aygıtı parçalanmadan bir devrim olabilir diyor; buradan ne anlamalıyız?

SORU: Bir iç savaşta ordu kurulması ve askere alma deneyimi var, buna nasıl bakmalıyız?

 

Soru: Kitabın başlarında Lenin “Marksizmi sınıf mücadelesinden ibaret görenler aslında Marksist değildirler.” diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Konuşmacı: Öncelikle Amerika ve İngiltere meselesinden bahsedelim. İlk olarak bu metinleri nasıl okumamız gerektiği üzerinde durmak lazım. Bu metinlerde Marks ve Lenin bir şey söylediğinde her söylediklerini doğru kabul eden bir gözle kabul etmemiz gerekmiyor. Bunları bir çerçevenin nasıl oluştuğunu anlamak için okuyoruz. Bu çerçevede son oturumda konuşacağımız Komünist Enternasyonal’in kongre kararlarıdır. Oradaki zihinsel yapıyı ve tartışmaları anlamak için buraya bakıyoruz. Bunu söylemek orada yazılan her şeyi doğru kabul etmek anlamına gelmiyor. Hatta bana kalırsa İngiltere’de sosyalizme geçişin barışçıl olanaklarından bahseden pasaj Lenin’in tam öyle yapmamasından kaynaklı bir güçlüğü gösteriyor. Lenin aslında orada İngiltere’de sosyalizme barışçıl olarak geçilebileceğini söylemiyor. Marx öyle bir olayın teorik olarak gerçekleştirilebilir olduğundan bahsedip onu tırnak içine alıyor. Lenin de sadece teorik olarak düşünülebilir bir şeyi strateji yaptılar diyor. Bunun teorik olarak düşünülebilir olmasının nedenlerini açıklıyor. 1870’ten sonra, İngiltere emperyalist olduktan sonra olmaz deniyor. Bizim platformumuzun bir İngiltere tahlili yok, gerçi olması da gerekmiyor.  Şahsi kanaatimi sorarsanız yanlış bir şey söylüyor. Marx da sonrasında bunu tekrarlamıyor, bir kere söylediği bir şey. Çünkü o dönemde yeterince despotik, merkezi ve baskıcı bir devlet var zaten. Birdenbire 1871 yılında bir şimşek çakıyor emperyalist oluyor ve bürokrasi büyümeye başlamıyor. 17. yüzyıldan itibaren, 17. yüzyılın ortasındaki devrimden itibaren bir merkezileşme yaşayan, bürokratik bir örgütlenmeden, bir devletten bahsediyoruz. Bu olmasaydı Fransa’yı mağlup edemezdi. Bürokratik kapasitesi olmadan Amerika savaşlarında Fransa’yı Amerika kıtasından atmazdı ve Kanada’ya sürmezdi. Demokratik cumhuriyete dair soruyla da bağlantılı en basit bir demokratik cumhuriyetin bile burjuva anlamda cumhuriyetin yıkılması gerekiyor zaten. İngiltere’nin de yıkılması gerekiyor ki onlar da direneceklerini varsayıyorlar. Buradaki asıl tespit şu, Komünist Enternasyonal’in sonraki, parlamentarizm üzerine tezleri de etkileyecek bir tespit var. Devlet ve Devrim’de bunu hissediyoruz. İngiltere’de sosyalizme barışçıl geçilir mi geçilmez mi diye beyin jimnastiği yapmaktan ziyade, demokratik cumhuriyet sorusunu cevaplamak için de önemli. Komünist Enternasyonal 2. Kongrede, parlamentoda çalışma üzerine tezlerde, parlamento eski niteliğini yitirmiştir artık emekçilerin gelip görüşlerini ifade ettiği, hakları için mücadele ettiği, daha doğrusu emekçilerin değil de toplumsal katmanların hakları için mücadele ettiği bir platform olmaktan çıkmıştır, göstermeklik bir aygıta dönüşmüştür deniyor. Niye? Çünkü devasa bürokratik bir yapı ortaya çıkmıştır, işleri bu yürütür, bunlar orada sadece tartışırlar ya da incir yaprağı gibidir deniyor, perdelemek için kullanılır deniyor.  Saptama budur ve bu önemlidir. 1700’lü yıllarda parlamentodan sosyalizm çıkar mı çıkmaz mı gibi farazi bir tartışmaya girmek yerine bugün devasa bürokratik aygıt devleti yönetiyor. Bu Türkiye’deki rejim krizini anlamak için de önemlidir. Mesela 90’lara göre bugün neden daha büyük bir kriz var diyoruz. 90’larda parlamento daha karmaşık bir durumda, hiçbir karar çıkamıyor, sürekli bir şey oluyor, tartışmalar var, bir hükümet gidiyor bir hükümet geliyor ama Türkiye bu anlamıyla bugünkü gibi bir krizde değil. Çünkü devletin bütünlüğü korunuyor. Bugün ise parlamento tıkır tıkır işliyor gibi görünüyor, güçlü bir parti var bir anlamıyla ama bürokrasi karmakarışık durumda olduğu için; bürokratik aygıtın netliği olmadığı için kriz var diyoruz. Bu ne anlama gelir? Türkiye Cumhuriyeti’nde ve diğer burjuva diktatörlüklerinde, Devlet ve Devrim’de de işaret edildiği gibi yürütme erki o kocaman devasa devlet makinesindedir. O yüzden de Atılım halkın iradesi gasp edildi, vekilimize sahip çıkacağız dediği zaman sanki parlamentoya halkın temsilcileri geliyor, parlamentoda halkın iradesi konuşuluyor gibi bir yanılsama uyandırıyor. Komünist Enternasyonal tespitlerine bakınca en azından emperyalizm çağından itibaren, öncesinde nasıl olduğu tartışma konusu olabilir aramızda, 1870’lerden itibaren kurulan bürokratik yapılar bu parlamenter yapıları işlevsiz hale getirmişlerdir. Lenin’in söylediklerindeki o tartışmayı böyle yorumlamak bizim açımızdan daha isabetli olur. Sonra bu denge durumuyla ilgili, Bonapartist devleti Lenin’in tartıştığı ilk başta Engel alıntısı diyorsun. Aslında aynısını Komünist Manifesto’da mutlakiyetçi monarşilerden bahsederken söylüyor. Bu örneklerin dışında Lenin Kerenskiy’de Bonapartist’tir diyor. Sınıf mücadelesinde bir denge durumundan bahsediyor. Sınıf mücadelesini kabul etmek Marksist olmaya yetmez sorusuyla da alakalı bu. Komünist Manifestoya geri dönmemiz lazım. Sınıf mücadelesi deyince ikili bir anlamda kullanıyoruz. Bu çeviri de kötü bir çeviri hep birinden birine gidiyor çelişki, karşıtlık, mücadele, antagonistik hepsi iç içe kullanılıyor. Bunu bir temizlememiz lazım. Yani Marx Manifesto’ya başlarken şöyle başlıyor. Bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir diyor. Burada kastettiği şey metal işçileri grev yaparak sınıf mücadelesini ilerletiyorlar, greve çıktıkları zaman tarih yazacaklar demiyor. Grev olmadığı zaman tarih olmuyor demiyor. Herhangi bir işçi direnişi, herhangi bir grev bu bağlamda sınıf mücadelesi kapsamına girmiyor. Bonapartizm’de tanımlanan sınıf mücadelesi kapsamına da girmiyor. Bu devrimci bir mücadeleden bahsediyor. Yani proletaryanın kendi çıkarları doğrultusunda verdiği sınıf mücadelesinden bahsediyor. Onun için de Komünist Manifesto’da Lenin’in uzun uzadıya anlattığı bir şey var, döne döne Marx niye boş bıraktı onu anlatmaya çalışıyor. Sınıf mücadelesinde Marx’ın mektubundan bahsediyor. Benim bulduğum şey sınıf mücadelesi değil diyor, bunu buldular zaten diyor. Geçen gün İzmir’de de konuştuk. İlk sınıf mücadelesinden bahseden Aristo demokrasi yoksulların rejimidir diyor. Yoksullar zenginlere karşı haklarını savundukları zaman bunun adı demokrasi olur diyor. Yoksullar ve zenginler iktidar için sürekli mücadele eder diyor. Adam Smith de sınıf mücadelesinden bahsediyor. Burjuva ideologları da, burjuva öncesi sınıflı toplumların düşünürleri de zaten sınıf mücadelesi diye bir mücadeleden haberdarlar. Toplumda farklı çıkarlara bölünmüş katmanlar olduğu ve bu katmanların birbirleriyle anlaşamadıklarını, ihtilaf içerisinde olduklarını, karşıtlık içerisinde olduklarını zaten görüyorlar. Marx diyor ki benim burada gösterdiğim şey bir, bu sınıflar üretici güçlerin gelişmesine bağlıdır; iki, bu mücadelenin ancak işçi sınıfının mücadelesinin sahici bir sınıf mücadelesi olması için, yani demin tanımladığım Renault grevi gibi bir mücadele olmaması için proletarya diktatörlüğü ile taçlanması gerekir. Proletarya diktatörlüğünü yok sayarsanız Adam Smith olursunuz. İki sınıf birbirleriyle çıkarları için çarpışıyor, biri maaşım az diye ağlıyor diğeri kârım az diye ağlıyor devlet de bunu dengelesin diyen bir pozisyona gelirsiniz. Aslında burjuvazinin varlığını koruyan bir pozisyona gelirsiniz. Bu aynı zamanda bütün sosyal demokratların pozisyonudur. Devlet aygıtı içerisinde sınıf uzlaşmasını savunan pozisyondur. Bu da Marksist bir pozisyon değildir. Sürekli sınıf mücadelesi diyebilirsiniz, sürekli hakkımızı söke söke alırız diyebilirsiniz ama siyasi olarak egemenlikle ilgili tek laf etmediğiniz için burjuvaziye olan köleliğinizi yeniden üretirsiniz. Bu anlamıyla Marksist olmazsınız diyor. Yani o yüzden bugün herkes metal işçilerinin sözleşmesi ne olacak acaba diye bekliyor. Herkes sınıf mücadelesiyle ilgileniyor, KöZ ilgilenmiyor gibi bir şey oluyor. Tam tersi doğru, çünkü Türkiye’de emekçilerin egemen olarak örgütlenmesini, Kürt ulusunun Kürdistan’da devleti yıkarak kendi egemenlik organlarını kurmasını bir tek biz savunuyoruz. Bugün kendi egemenliğimiz için hükümete karşı mücadeleyi bir tek KöZ savunuyor. O yüzden işçilerin grevinden bahsetmiyor olabilir ama asıl sınıf mücadelesinden asıl proleter devrimden biz söz ederken, diğerleri de Adam Smithçi piyasa sosyalizmi ya da Bernstein’ın sosyal demokrasisini savunuyorlar. Kautsky bile olamıyorlar. Çünkü Kautsky de bizim egemen olmamız lazım diyor. Parlamentoda hakim olmamız lazım diyor. Şu an Meral Akşener ya da CHP hükümete gelsin diyen bir sol var faşizme karşı demokratik cephe kurmak için. Şu anki solun pozisyonu Bernstein bile değil.

Başka bir katılımcı söz istedi:  Ücret sendikacılığını bir tek biz eleştiriyoruz. Çok önemli bir ayrıntı bu.

Konuşmacı: Ücretin yanına birde sosyal haklar ve Kürt sorununa duyarlılığı koyunca ücret sendikacılığı bitmiyor. Yani sendika tabii ki ücretlerle ilgilenir. Sendikalar devrim yapsın demiyoruz biz. Ama bununla sınırlı olmayan bir mücadelenin olması lazım. Bizim işçilere sizin egemen olmanız lazım dememiz lazım. Birinci koşul iktidarı almanız, çünkü siz sahici siyasete ancak egemen olduğunuz zaman başlayabilirsiniz. Kendi kurtuluş mücadeleniz de  burada başlar. Onun dışında siz hep muhalif, uzlaştırılan ve hakkı alınan köle pozisyonunda kalırsınız demek gerekir. Şimdi bu denge, böyle bir sınıf mücadelesinde iktidar alınamadığı zaman Bonapartist bir rejim ortaya çıkar diyor. Bizde Rusya’da bir anlamda buraya doğru ilerliyoruz diyor. Hatta bunun içindeyiz diyor. Burada şunu karıştırmamak lazım. Bonapartist bir rejim bürokrasinin egemen olduğu bir rejim değil. Zaten Bonapartist olmayan bütün rejimlerde bürokrasi yönetiyor. Bonapartist belli bir grubun, hatta bir tek adamın düzeni ben getiririm diye çıkıp bir denge durumunda işçi hareketini ezip, burjuvaziyi kendisine mahkum bıraktığı rejimdir. Bürokrasinin yönetimi değildir. Çıkan Bonapart taslağının da bürokrat olmasına gerek yok. Bunu ayırmak gerekir. Bonapartizmin olması için bir devrim durumunun, devrimci durumundan ötesinde bir durumun olması gerekiyor. Var olan devlette bir krizin ortaya çıkması Fransa’daki Şubat Devrimi gibi bir şey olması lazım. Proletaryaya önderlik edecek bir hareket çıkamadığı zaman da ben düzeni sağlarım diyen birisinin gelmesi lazım. Bugünkü modern kullanım şu bakımdan yanlıştır: Onlar bakıyorlar ve burjuvazi yönetmek için güçlü merkezi bir idareye ihtiyaç duyuyor, yürütmeyi güçlendirmeye ihtiyacı var. O yüzden de Trump gibi Erdoğan gibi kişileri hatta Merkel’i bile buraya koyuyorlar. Doğru olduğu kısmı cehalet içeriyor. Ama yanlış aynı zamanda. Evet, burjuvazi çok uzun zamandır yürütme aygıtını parlamentodan uzaklaştırdı ve yürütmeyi de bürokrasiye teslim etti. Ama bu yeni olmuş bir şey değil ki, Komünist Enternasyonal 2. Kongrede bunu söylüyor. Savaş ve emperyalizm çağında zaten bürokrasi yönetir, yürütme görevi bürokrasinin omuzlarındadır diyor. Şimdi bu Trump’la olmuş bir şey değil, Merkel ayrı bir örnek ama Trump ve Erdoğan gibi örnekler ise bürokrasinin yönettiğinin değil yönetemediğinin kanıtıdır. Bu anlamıyla bu o rejimin bir krizde olduğunun kanıtıdır.Yani bu anlamıyla mutlakiyetçi bir rejim yok, Erdoğan’ın varlığı mutlakiyetçi bir rejime işaret etmiyor. Demokratik cumhuriyet meselesi ise biraz daha karışık çünkü metinde bir dizi farklı anlamda kullanılıyor. İlk karşımıza çıktığı yer Engels’ten bir alıntı: proletarya diktatörlüğünün özgün biçimidir demokratik cumhuriyet. Lenin diyor ki, proletarya diktatörlüğüne giden en kısa yoldur. Ardından da birkaç tane başka yerde Engels’ten de alıntı yaparak ve demokratik cumhuriyette memurlar halkın tepesindedir ve zenginleşirler diyor. Bu zaten kapitalistlerin cumhuriyetidir diyor ve sayıyor sayıyor sayıyor ama kitap biterken nasıl bitiyor? Kitap biterken diyor ki; bize gelince biz oportünistlerle selamı sabahı keseceğiz ve bilinçli proletarya, güçler dengesinde bir yer değiştirmek için değil yani hegemonya mücadelesiyle buralara girerek değil ama burjuvazinin alaşağı edilmesi için, burjuva parlamentarizminin yıkılması için komün tipi bir demokratik cumhuriyet ya da bir işçi asker temsilcileri sovyet cumhuriyeti için, proletaryanın devrimci diktatoryası için savaşımda tümüyle bizimle olacaktır. Komün tipi bir demokratik cumhuriyet, işçi asker temsilcileri sovyet cumhuriyeti, proletaryanın devrimci demokratik diktatoryası derken farklı devlet biçimlerinden bahsetmiyor. Şimdi burada doğal olarak bir karmaşa oluyor. Bir yandan kapitalistlerin cumhuriyetidir dedi, komün tipi demokratik bir cumhuriyet dedi, asker sovyeti dedi; bu nasıl oluyor? Başka bir yerde dikkatli okursanız bir de şöyle bir ayrım koyuyor; onun bağlamını koyayım. Bir yandan özel devlet örgütlenmesi dedi. Özel bir grubun özel adamları ve özel memurları diye tanımladı. Buradan yola çıkarak proletarya diktatörlüğü de genel ve gerçek devlet, hala özel bir durumu var burjuvazi dışarıda ama halkı kattığı için genel bir devletten bahsediyor. Bunu söylemekle kalmıyor ve bazen de parantez içerisinde Marksistler demokrasi sınıf karakterli bir şeydir, proletarya demokrasisi var ve burjuva demokrasisi var diye konuşur. Lenin bu kitapta nasıl konuşuyor tam anlamıyla demokrasi, gerçek demokrasi diyor, demokrasinin en üst biçimi diyor proletarya diktatörlüğü için. Bunu söylerken de aslında şunu kastediyor. Demokratik cumhuriyetin vadettiği bütün demokratik önlemlerden bahsediyor yani bir devlet biçimi olarak komünden. Sonra da diyor ki bir yerde o zaman demokratikleşme yoluyla proletarya diktatörlüğü mü kuracaksınız diye sizi bizi eleştireceksiniz diyor. Burada da diyor ki var olan burjuva rejimler, demokratik cumhuriyet dediğimiz rejimler, bu demokratik cumhuriyet denilen, aslında 16. ve17. yüzyılda milisler, halk mahkemeleri, jüriler vs şehir devletlerinde ortaya çıkmış demokratik unsurların sadece bir kısmını sembolik olarak bünyelerinde taşırlar. Biz, bunların bir kısmını göstermelik olarak yaptıklarını yapmakla hepsini gerçekten yapmak arasında fark vardır diyoruz. Bu hepsini gerçekten yapan demokratik cumhuriyete komün tipi demokratik cumhuriyet diyor. O yüzden burada komün tipi demokratik cumhuriyet diyor. Şimdi 2 hafta önceki Paris Komünü tartışmamızda  hatırlarsınız, komün nedir ne değildir diye konuşmuştuk; aslında bunların prensipleri Amerikan Devrimi’nden, İngiliz Devrimi’nden vesaireden çıkmış. O zamanın şehir  devletlerinden çıkmış. Merkeziyetçiliği almazsanız, merkeziyetçi bir Sovyet iktidarı, Marx’ın burada ulusal birlik diye tabir ettiği, Lenin’in ulusun örgütlenmesi olarak tartıştığı konuyu düşünmezseniz,  yerel küçük devletler diye düşünürseniz komünün örgütlenme ilkelerinin hepsi zaten İngiliz iç savaşında da bir anlamıyla, İtalyan şehir devletlerinde en çok da Amerikan bağımsızlık savaşında kullanılan prensiplerdir. Fakat bunlar yerel ve lokal prensiplerdir. Bu kitaptaki kurgu neyi anlatıyor? Burjuva devrimleri ilk siyasi örgütlenme olarak birtakım prensipler benimsediler. Ama burjuvazinin yönetebilmesi, merkezi bir ulusal pazar kurabilmesi için; yani sermayenin hakim olabilmesi için merkezi bürokratik bir devlete ihtiyacı var. Bu anlamda pahalı bir devlete ihtiyacı var diyor. O yüzden komünü ve sovyet iktidarını sadece silahların halka dağıtılması şu bu vs. diye tarif ederseniz, o zaman 3 hafta önce konuştuğumuz gibi, Amerikan kolonilerindeki gibi, Tocqueville’in tarif ettiği örgütlenmelerden Virginia eyaletindeki yerel şehirlerden, şerif sisteminden vesaireden farkı koyamazsınız. Fark şurada; merkeziyetçilik tam da bu noktada gündeme geliyor. Bir burjuva sistemi merkeziyetçiliği bürokratik, hantal, pahalı ve halkın üstüne asalak gibi çöken bir yöneticiler memurlar sınıfıyla sağlarken; komün tipi gönüllü birleşmiş merkeziyetçi bir demokratik cumhuriyetle sağlıyoruz, diyorsun buna da proletaryanın diktatörlüğü diyorsun. Merkeziyetçilik bir detay değil, her şey var bir de merkeziyetçilik var değil. O merkeziyetçiliği böyle örgütleyebilmek, tümüyle farklı bir devlet yaratmak anlamına geliyor. Çünkü bürokrasi de ilk başta çıkmıyor. Bürokrasi merkeziyetçiliği sağlamak için çıkıyor. Kautskiy de Bernstein da başka türlü merkeziyetçilik sağlanmaz diyor. Yani tartışma aslında kapitalizmden komünizme geçerken, komünist sosyal örgütlenme idare merkezi idare nasıl sağlanır? Bürokratik bir devletle mi, şurâların merkeziyetçi bir tarzda örgütlenmesiyle mi ayrım burada. O yüzden de komün tipi demokratik bir cumhuriyet ve merkeziyetçi bir cumhuriyet derken bunu kastediyor. Fakat diğer bağlamlarda burjuva demokrasilerini kastediyor. Bu terminolojiyi ayırmak lazım. Kapitalizm koşullarında demokratik cumhuriyeti tercih ederiz derken bunu şöyle okumak lazım, Lenin’in diğer yazdıklarıyla beraber: Demokratik hak ve özgürlükler için kapitalist toplum içinde de işçi sınıfı mücadele eder, işçiler bu hakları da savunmak için mücadele eder diye bakmak lazım. Ekrem İmamoğlu ile birlikte faşizme karşı birleşik mücadele eder veya Kerenskiy ile birlikte Kornilov’a karşı cephe kurup Kerenskiy’yi başbakan yapmak ister diye okumamak lazım. Yani proletarya, demokratik cumhuriyetin demokrasi prensipleri konusunda bunları kazanım olarak görür ve bu kazanımları ister diyor. Ama bu kazanımları parlamenter biçimde yapmaz, komün tipi diyor o yüzden. Burjuvazi temsili demokrasi kurarken, sen komün tipinde kuruyorsun; parlamentarizme karşısın, yani merkeziyetçi bir rejim olduğu zaman hem bürokratik hem parlamenter olurken, sen komün tipinde ısrar ediyorsun. Asıl fark burada diye düşünüyorum. Merkeziyetçilik ve federalizm meselesi ise şununla ilgili bir şey: Sonuçta biz böyle federasyonlar olsun istemiyoruz, yani tek bir insan toplumu olsun istediğimize göre bu da federatif olsun diye bir düşüncemiz yok. Ama bu bir geçiş aşaması merkeziyetçiliği kurabilmek için önce yerel egemen olmuş devletlerin egemen olarak kalması gerekir. Zaten bu devletler daha sonrasında birleştikleri oranda, sınıf mücadelesi ilerleyip yayıldığı oranda gereksizleşiyorlar. Paradoksal olarak bir yandan daha fazla sayıda federal devlet oluşuyor düşmanı ezdikleri için, ezerken fazla kaynaşıp merkezileşiyorlar ve ortadan kalkıyorlar. Anlatılan model budur. Bunu dayatarak yapmamak lazım. Yoksa özel özerk bağımsız karar vermenin iyi olduğunu savunmuyor. Buradaki federalizm de daha geri bir federalizm, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki gibi değil. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği de federalizm ama Proudhoncu bir federalizm değil. Proudhoncu federalizm özerkliği savunur; bugünkü Rojava, demokratik özerklik çizgisinde bir federalizmdir. Yerel karara dokunulamıyor. Kronstadt’ta alınan karara kimsenin karışamıyor olması lazım. Halbuki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin federalizmi, merkezi federasyonun aldığı kararlar her yerde bağlayıcıdır. Bu bir detay değildir. Merkeziyetçi bir federalizmdir. İç savaşta kızıl ordunun kurulması meselesinde bu sorunu uzmanlık meselesinden bağımsız ele alamayız. Sonuçta savaş düşmana karşı çarpışmada uzmanlık ve ihtisas  gerektiren bir konu. Komutanlar, modern silahlar, belirli taktikler var. Lenin bu kitapta birkaç yerde bahsediyor ve diyor ki biz niye böyle bir rejimi kurabileceğiz. Temel argüman şu; burjuvazi aynı zamanda devlet yönetimini de basitleştirdiği için, yani herkes nasıl fabrikalarda çalışabiliyorsa, kapitalist üretimde herkes istihdam edilebiliyorsa ve kolaylıkla bu işe adapte olabiliyorsa; yönetim mekanizmasındaki işler de basitleştiği için, bürokrasi işi küçük parçalara bölüp birbirine eklemlediği için bu işleri yapmak da sıradan bir işçinin yapabileceği bir iş olacaktır. Dolayısıyla askerlikte, güvenlikte, diğer alanlarda da bu olacak diyor. Yani uzmanlara da düzenli orduya da ihtiyaç olmayacak bir rejim olacak diyor. Fakat ilk başta soyut, herkesin eşitlendiği bir bürokrasi ve kapitalizm olmayacağına göre askerlik konusunda da problemler oluyor, herhangi bir işletme konusunda da. Lenin burada ordudan bahsetmiyor ama uzmanlar meselesinde uzmanlar yerlerinde kalacak diyor. Onlar üzerine işçi denetimi olacak diyor. Aynı zamanda askeri düzenli ordu kurmanız gerektiren bir savaş içerisine girmiş olabilirsiniz. Ama bu Devlet ve Devrim’e karşı durmayalım dediğiniz zaman anarşistlerden farklı olmayan apolitik bir tutuma düşerseniz. Buradaki şeyi şöyle okumak lazım: Biz sosyalizmi ilerletmek, komünizmi kurmak istiyorsak uzmanlığı kaldırmamız lazım. Uzmanlığın yarattığı otoritenin kalkması lazım. Sosyalizmi, komünizmi ilerletmek istiyorsak düzenli orduya duyulan gereksinimin de ortadan kalkması lazım. Düzenli ordudan milise geçmenin yollarını bulmamız lazım. İlk başta bunu kuramıyor olsak bile. Bunu yapamazsak sürekli düzenli orduya ve onun bürokrasisine ihtiyaç duyarsak ne kadar denetim kurmaya çalışırsak çalışalım yeniliriz sonunda. Bunu şöyle okumamak lazım: Hemen uzmanlardan kurtulalım; kendi başımıza çözelim. İlk başta generallerden kurtulalım değil, bunlar üzerine katı bir işçi denetimi, sovyet denetimi kullanarak bunlardan faydalanmaya çalışmalıyız diye bir argüman var. Ama bunlardan ne kadar faydalanırsan faydalan, eğer bu kitaptaki argüman doğruysa sen uzun vadede kendi devriminin ilerlemesi içerisinde bunlardan kurtulmaya, bunların sayısını ve gücünü  azaltmaya yönelik bir plan yapamazsan bunlar seni boğarlar ve eski bürokratik rejime doğru iterler diye bir argüman var. Bu böyle diye hemen bırakalım dememen lazım. Senin yönelimini belirleyen bir şey bu. Yönelimdeki temel kaygı da bizim asıl problem etmemiz gereken konu Ekim Devrimi’nin nasıl yenildiği, Sovyetler Birliği’nin niye çöktüğü değil. Çünkü öznel etmenleri olsa da devrim süreci nesnel bir süreç. Öznel etmenin dışında devrimcilerin, komünistlerin kontrol edemediği bir dizi olay var: Açlık var, kıtlık var, grip salgını var, düşmanların birleşebiliyor olması var, savaşın sürmesi var, savaşın başlaması var… Bunların hiçbirini kontrol edemiyorsun. Sınıfların hisleri, eğilimleri, öfkelerinin artması, azalması, bunları manipüle edemezsin ve şartlar olumsuz olabilir ve sen yenilebilirsin. Her şeyi doğru yapsan da yenilebilirsin. Yani nasıl bir grev normalde yenilebiliyor, başkaldırı eziliyor; bir devrimin de yenilme ihtimali yüksek, yani daha yüksek demeyeyim ama yüksektir. Sen devrimi yaydığın oranda bu ihtimal düşüyor ama başladığın zaman yüksek. Şimdi biz okuduk Sovyet sistemini inceledik, Sovyetler’in dökümanlarını inceledik. Şurada şu tüzük, şu kural yanlış; onun yerine şunu koyalım. Bundan sonra söz şöyle alınsın, karar alınırken önce şuraya gitsin, anayasaya şöyle maddeler koyalım diyerek bunu kurtaramazsın. Zaten elinde olmayan bir sürü faktör var. Burada sorulacak soru, proletaryayı bu süreçte hazırlayacak parti nasıl patladı olmalı. Partinin yıkılmaması gerekiyor. Paris Komünü’ndeki gibi düşman hepimizi öldürürse biz komünistiz bizim öldürülmemiz lazımdı, kesin hata yaptık diyemeyiz. Öldürebilir de, ama asıl açıklaman gereken şey, tek kurşun atılmadan senin partin nasıl oldu da oportünist parti oldu. Biz bu kısım üzerinde durmalıyız. Ama o kısımda da parti tüzüğünü şöyle değiştirelim demek, yapılabilecek bir şey değil. Bizim bu derslerle kuşanmış; Devlet ve Devrim’i anlamış, proletaryanın pratiğinde pişmiş militanlara, komünist kadrolara, komünist örgütlere ihtiyacımız var. Tüzükteki şu veya bu madde değil partinin rotasında gitmesinde uyanık olan örgütlerimiz olursa yani siyasi becerisi olan militanlar ve örgütler olursa parti ayakta kalır. Bizim Bolşeviklere kıyasla avantajımız nedir? Lenin sonrası dönemi açıklarken diyoruz ki, örneğin başka bir bağlamda Türkiye’de de Denizler İbolar koptu; nasıl oldu da bütün takipçileri tekrardan revizyonist reformist oldu? Aslında hayatlarının büyük bir kısmı TİP’te geçti ve aslında devrimcilik süreleri 1.5 yıl falan. Ondan sonra da normal olan tekrar TİP’li gibi düşünmeleri. Şimdi Bolşevik partisi içinde aynı şey geçerli; sen başlıyorsun 1898’de, Bolşevik hizbi 1903’te kuruluyor 1912’te kadar RSDİP’te Menşeviklerle berabersin. Tamam, aynı örgütlen militanlık, konspirasyon bu konularda tavizsiz bir tutumun var ama 9 yıl Menşevikler’lesin, ondan sonra 1912-17 arası bir sendeleme dönemi var, bir şey yapamıyorsun. Lenin orada sana sürekli bir şeyler yazıyor, şok edici şeyler diyorsun, yapmayalım diyorsun. Lenin partisine sürekli bir şey kabul ettiremiyor. Yani sahici anlamda Bolşevik parti gibi hareket etmeye 1917 Şubatında falan başlıyorsun. 6 ay sonra Ekim Devrimi oluyor. Lenin’in fikri ve politik düzeyde yaşadığı kopuşu o partinin militanlarına, kadrolarına nüfuz edemiyor. Okuyorlar, anlıyorlar, evet böyle olmalı diyorlar. Biz burada konuşunca mesela anlamış mı oluyoruz? Bu akademik bir bilgi oluyor. Oportünistlerle aynı partide olmaman lazım, kitleyle arana mesafe koyman lazım. En zor bu değişiyor. Şubatta hala Bolşevikler Stockholm Kongresi’ne gitmeye çalışıyorlar. Menşeviklerle aynı enternasyonalde buluşmaya çalışıyorlar. Böyle bir parti Lenin ölünce tabii ki üye kampanyası açar, 600.000 kişiyi üye kaydeder. Bizim avantajımız nedir? Biz bu süreci daha ayrıntılı bir şekilde siyasi olarak tartışıyoruz. Bolşeviklerin böyle imkanları, fırsatları, süreleri olmadı. Bir sürü konuda kritik karar alırken biz buna uygun siyasi pratik yürütmeye çalışıyoruz, okulda okur gibi çalışmıyoruz. Bu prensiplere uygun hareket ediyoruz, pişmek dediğimiz şey budur. Buna uygun komünist devrimci bir militan profili ve parti çekirdeği yarattığın zaman onu aşacak bir şey yapabilirsin. Biz daha avantajlıyız, biz oranın yenilgilerinin teorik derslerine sahip durumdayız. Ona uygun bir pratiği hazırlık sürecinde etüt etme, pişme imkanına sahibiz. Ancak bu birikim diğer devrimcilerle buluşup bir partide yoğunlaştığı zaman Bolşeviklere kıyasla daha avantajlı bir şekilde önderlik edebilir. Biz bu birikimi kuşanmış Komünist Enternasyonal rehberliğinde bir parti yaratmak istiyoruz.