“Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretiler içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte Marksizm’i “evcilleştirme” biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor. Bugün bütün sosyal-şovenler, —gülmeyin!— “Marksist”tirler. Ve daha düne dek Marksizm’in kökünü kazıma işinde uzmanlaşmış burjuva Alman bilginleri, şimdi bir soygun savaşının yürütülmesi için son derece iyi örgütlenmiş o işçi sendikalarını eğitecek bir “ulusal-Alman” Marks’tan gitgide daha sık söz ediyorlar!”

Lenin’in Ekim Devrimi’nin arifesinde yazdığı Devlet ve Devrim bu sözlerle başlıyordu. Lenin’in Marks’ın görüşlerinin oportünistlerin elinde ne hale düşürüldüğünü anlatmak için kullandığı bu sözler Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılına girdiğimiz bu günlerde Ekim Devrimi için de geçerlidir. Sol içinde Ekim Devrimi’ni yüceltmeyen bir akım neredeyse yok gibidir. Oysa bu akımlar daha dün Fidel için başsağlığı mesajları yayınlıyorlardı. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresindeki temel tezleri öne çıkaran platformumuzu geçmişe saplanmakla eleştirenler, Ekim Devrimi’ndeki ayaklanma stratejisini benimseyenleri şablonculukla suçlayanlar, 21. Yüzyılın sosyalizminden söz edenler, Ekim Devrimi ile Çin’den Arnavutluk’a gerçekleşen tüm devrimleri aynı kategoride ele alanlar da yine aynı akımlardı. Besbelli ki bu akımlar Ekim Devrimi’ni anarken tam da Lenin’in işaret ettiği gibi Ekim Devrimi’ni evcilleştirme, onu burjuva ideolojisi ile allayıp pullayıp dini bir sembol hale getirme gayretindedirler. Bu oyunu bozmak Ekim Devrimi’nin yolunu benimseyen proleter devrimci bir partinin, böyle bir partiyi yaratmak isteyenlerin, öncelikli görevi olmalıdır.

Doğrusu kuruluşundan bu yana geçen on sekiz yıl içerisinde Komünistlerin Birliği tam da bu vazifeyi üstlendi. Marksizm,  Leninizm adına konuşan akımların aslında tam da Lenin 1917 yılında işaret ettiği gibi revizyonist teoriden beslendiklerini, Bolşevizm ile taban tabana zıt görüşleri temsil ettiklerini ısrarlı bir şekilde ortaya koydu. Bu görüşlerin başında elbette Ekim Devrimi’nin özü Sovyet iktidarı olan bir proleter devrim olduğu geliyordu. Ama aynı zamanda Ekim Devrimi gibi bir devrimin gerçekleşmesi, Sovyetlerin egemen kılınması için devrimci bir ayaklanmayı örgütleyebilecek devrimci bir partinin şart olduğunun altını çizegeldik. İşçilerin Birliği’nden önce Komünistlerin Birliği şiarını benimsememiz bunun içindi. Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim kitabında devrimin önüne koyduğu sosyo-ekonomik görevlerin üzerinde durarak Ekim Devrimi’nin siyasi özünü gizleyen anlayışları hedef tahtasına oturtmamızın nedeni tam da buydu. Sovyet İktidarı ve devrimci partinin Sovyetlerin egemen kılınmasındaki rolü platformumuz tarafından altı en çok çizilen konulardan biri olsa da, devrimci parti yolunda yürüyenlerin çizdiği tek ayrım çizgisi değildi. Platformumuz aynı zamanda solun ideolojik gıdasını aldığı revizyonizm nedeniyle dünyadaki siyasi gelişmeleri baş aşağı gördüğünü her fırsatta tekrarladı. Yine revizyonist tespitlere dayanarak üretilen taktiklerle Bolşeviklerin benimsedikleri taktik tutumlar arasındaki karşıtlığı sergiledi. Birlik Komitesi Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında tüm bu karşıtlıkları platformun siyasi çizgisini merkeze oturtarak somutlama kararı almıştır.

İkinci Enternasyonal Çizgisi Scheidemann ve Noskelerle Sınırlı Değildir

Solun siyasi tabloyu anlamlandırmasını imkansızlaştıran revizyonist tespitlerin başında emperyalizmle ilişkili olanları gelir. Emperyalizm olgusunun tanımlanışı Bolşeviklerin İkinci Enternasyonal düşüncesinden kopuşunun ana halkalarından birisiydi. İkinci Enternasyonal düşüncesi denince akla sıklıkla Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin sömürgeciliği açıktan onaylayan, kendi hükümetine doğrudan destek vermekte hiçbir beis görmeyen kesimler gelir. Oysa İkinci Enternasyonal çizgisi Scheidmanlar ve Noskelerle sınırlı değildir. Hatta bu kesimler İkinci Enternasyonal çizgisindeki sol akımların çoğunluğunu bile temsil etmezler. Söz konusu çizginin ana gövdesi barış yanlısıdır ve ifadesini Kautsky’nin merkezci görüşlerinde bulur. Kautsky emperyalist savaşların sermaye birikiminin zorunlu bir sonucu olmadığı görüşünü savunuyordu. Kapitalistler arasında çıkarları doğrudan silah sanayine bağlı olmayan, savaşların sermaye birikimine engel olduğunu gören ve kapitalistlerin kolektif çıkarlarının farkında olan kesimler de mevcuttu. Bu kesimler savaşları doğuran emperyalist politikaların önünü kesebilirdi. Söz konusu görüşün iki sonucu vardı: Birincisi Kautsky sermaye birikiminin sürebilmesi için uzun vadeli düşünen kapitalistlerin bir araya gelerek emperyalist devletlerarası rekabeti önleyeceklerini, emperyalizmin yerini birleşik bir kapitalist merkezin çıkarlarını temsil eden ultra-emperyalist bir siyasi örgütlenmeye terk edeceğini öngörüyordu. İkincisi  savaş sadece proletaryanın değil sermayenin barış yanlısı kesimlerinin çıkarlarını da zedelediği için savaşa ve yayılmacı politikaları savunanlara karşı bu kapitalistleri de kapsayan bir barış cephesi kurmak gerekti.

Kapitalist bir devletin gerçek gücünün sınanmasında savaştan daha başka bir yol yoktur ve olamaz da. Savaş, özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez — tersine, bu ilkelerin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalizmin koşullarında tek tek girişimlerin ya da tek tek devletlerin eşit ekonomik büyümesi olanak dışıdır. Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide bunalımdan ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur.” diyen Leninist emperyalizm kavrayışı ise bu yaklaşımla taban tabana zıttı. Lenin emperyalistler arasındaki dengelerin sürekli değiştiğini tam da bu nedenle sermaye birikiminin zorunlu olarak savaşlara yol açtığını savunmuyor aynı zamanda da bu savaşların barış mücadelesiyle geriletilebileceği hayallerine karşı durup, emperyalist savaşların iç savaşa çevrilmesi görüşünü de savunuyordu. Muzaffer Ekim Devrimi’ne varan süreç sol içinde İkinci Enternasyonal çizgisinin hâkimiyetini sarstı ve Leninizm’in emperyalizm konusundaki görüşlerini şaşmaz bir şekilde doğruladı.

Kautsky’nin Görüşleri Sol İçindeki Hakim Görüşler Olageldi

Buna karşılık Komünist Enternasyonal’in tasfiyesinin ardından İkinci Enternasyonal çizgisi bu sefer bizatihi Sovyetler Birliği tarafından diriltildi ve yayıldı. Bu görüşe göre Sovyetler Birliği’nin varlığı bir ucunda kapitalizmin diğer ucunda sosyalizmin bulunduğu iki kutuplu bir dünya yaratmıştı. Emperyalistler arasındaki çelişkiler önemsizleşmiş,  emperyalistler ortak hareket etmeye başlamışlardı. Emperyalistler sosyalizmi boğmak için yeni savaşlar çıkarmak istiyordu. Sosyalistlerin görevi ise bu emperyalist savaş politikasına karşı en geniş barış cephesini örmekti. SSCB merkezli adı konmamış Kautskizmin zirvesi, zaten İkinci Paylaşım Savaşı sırasında emperyalist kapitalizmin en gerici ifadesi olarak tanımlanan Mihver devletlerine karşı kurulan SSCB-ABD-Britanya ittifakında, bu ittifakı Nazizm’e karşı özgürlük sever ülkelerin ittifakı olarak tanımlamıştı. Böylelikle savaş isteyen kapitalistlere karşı barış isteyen kapitalistlerle kurulan ittifakının ne olduğu gösterilmiş oldu.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Alman, İtalyan ve Japon emperyalizminin ezilmesine bağlı olarak kurulan geçici siyasi denge ise yine aynı Kautskyci bakış açısıyla sosyalizme karşı emperyalizmin yekvücut hale gelmesi olarak tanımlandı.  Sovyetler Birliği çökene dek “emperyalist saldırganlığa karşı sosyalist barış” politikası SBKP çizgisindeki akımların ortak hattı oldu. Çin-Sovyet ayrışmasından sonra SBKP’nin barış politikasıyla uzlaşmayan, devrim için savaş çıkarmak gerekli olduğunu savunan, “devrim için savaşmayana sosyalist denmez!” şiarını benimseyen, dolayısıyla Kautsky’nin barış politikaları ile birebir uyum içinde olmayan bir dizi akım ortaya çıksa da bu akımların hiçbiri söz konusu Kautskyci emperyalist analizini değiştirmediler. Maocu, Hocacı, Kastrocu akımlar bir yandan emperyalizm kavramını kullanırken aslında Kautsky’nin tarif ettiği, merkezinde ABD’nin durduğu ultra-emperyalist ittifakı kast ettiler.

Komünistlerin Birliği siyaset sahnesine adımlarını attığındaysa gerillacı akımların ezici çoğunluğu silahlı mücadele defterini kapatmış, burjuva parlamenterist çizgiye gelmişti. Dünya üzerindeki gerillacı akımların en büyüğü ve etkilisi olan PKK’nin tasfiye süreci de Öcalan’ın rehin alınması ile birlikte yeni bir aşamaya ulaşmıştı. Böylelikle gerek emperyalizm tahlili gerekse de bunun sonucu üretilen barış politikaları bakımından Kautsky’nin çizdiği çerçeve ile yüzde yüz uyumlu bir sol hareket geri gelmişti.  Komünistlerin Birliği Platformu’nun 1999’dan beri sürdürdüğü mücadele her fırsatta solda geçer akçe olan bu Kautskyci görüşlere karşı mücadele etti.

“Anti-Kapitalist/Küreselleşme Karşıtı Hareketler” ve Komünistlerin Birliği

Platformumuz siyasi mücadeleye atıldığında solu etkisine almış bir küreselleşme karşıtı anti-kapitalist hareket dalgası vardı. Dünyanın birbiriyle müttefik çok uluslu şirketler tarafından yönetildiğini savunan bu akımlar  Amerikan devletini de aslında bu genel şirketler ittifakının çıkarlarının bekçisi olarak görüyor, “Küresel şirketlere karşı mücadele edin” görüşünü savunuyordu. 1999 yılında Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü toplantılarında başlayan bu eylemler Seattle’dan Davos’a, Cenova’ya sonrasında da özellikle tüm Avrupa Merkezlerine dalga dalga yayıldı. Platformumuz Türkiye Solu’nun istisnasız tüm kesimlerinin desteklediği ve bir parçası olmaya can attığı bu eylemlerin gerici yüzünü ortaya koydu. Emperyalist devletlerden bağımsız bir küresel şirketler ittifakının olmadığını, tersine İkinci Paylaşım savaşı sonrasında baskın güç haline gelmiş Amerikan emperyalizminin ve müttefiklerinin gerilediğini, bu gerileyiş nedeniyle de kendi sınırları içindeki işçi aristokrasisinin ayrıcalıklarının azaldığını ifade ettik. Bu eylemlerin söz konusu metropollerdeki işçi aristokrasisinin çıkarlarını korumanın yanı sıra çevrecilik ve çocuk işçiliğine hayır kisvesi altında Çin ve Hindistan merkezli sermaye birikimine karşı emperyalist statükoyu koruma gayretinin bir parçası olduğunu ifade ettik.

Amerika’nın Afganistan’ı ve Irak’ı işgalinin ardından küreselleşme karşıtı hareketler, Kautskyci nitelikleri ile uyumlu olarak bu sefer de dünya çapında barış hareketleri biçimini aldılar. Küresel şirketlere karşı mücadele tezi bu sefer de yerini  “tek kutuplu dünya ve pervasızlaşan Amerika” tezlerine bıraktı. “Amerikan İmparatorluğu” yahut “Haydut Devlet: ABD” tezleri piyasaya sürüldü. Platformumuz her şeyden önce 11 Eylül’den sonra artan Amerikan saldırganlığının ABD’nin gücünün değil gerileyişinin bir kanıtı olduğunu, ABD’nin kendi egemenliğini sürdürmek için dünyanın dört bir yanında savaşlar çıkarmak gibi umutsuz bir strateji benimsediğini ifade etti. Dahası Amerika’nın dünyanın dört bir yanında sürdürdüğü savaşların kurbanı Afganistan’daki, Irak’taki emekçiler olsa da bu saldırıların asıl hedefinin Alman ve Fransız emperyalizmlerinin bölgedeki hakimiyetleri olduğunu ifade etti. Amerika’nın Irak’a karşı savaşını Amerikan İmparatorluğu ve Irak arasında bir savaş olarak değil ABD ve Fransız emperyalizmleri arasında bir mücadele olarak görmek gerektiğini savundu.

Türkiye’deki sol akımlar  yekpare bir emperyalist (ultra-emperyalist) bloğun mevcudiyetini varsaydıkları için Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin’i açık ya da örtük bir biçimde, anti-emperyalizm adına, “Irak halkının yanındayız” şiarıyla  desteklediler. Platformumuz ise Saddam Hüseyin’i desteklemenin Kürt katili bir diktatörü desteklemenin yanı sıra, Amerikan emperyalizmine karşı Fransız-Alman emperyalizminin yanında saf tutmak anlamına geleceğinin altını çizdi.

Solun “Amerikan İmparatorluğuna/Emperyalizmine karşı mücadele” kisvesiyle takındığı kuyrukçu tutum Venezuela somutluğunda daha açık bir şekilde ortaya çıktı. Amerikan emperyalizmi ile Chavez arasındaki kavgada, Chavez’in Venezuela’daki devrimci dinamikleri boğan tutumu ve Avrupalı emperyalistlerle sıkı fıkı ilişkisi göz ardı edildi. Emperyalizm ile halkçı bir rejim, hatta çoğu zaman daha ileri gidilerek 21. Yüzyılın sosyalizmi, arasında bir mücadelenin söz konusu olduğu ileri sürüldü. Neredeyse tüm akımlar Chavez ile saf tuttu.

“Küreselleşme Karşıtı” pasifist mücadeleler Afganistan ve Irak savaşları sırasında dünya çapında bir barış hareketi oluşturmaya çalışırken de aslında savaşın kitlesel ve barışçı kapitalistler tarafından desteklenen hareketler tarafından engellenebileceğine dair Kautskyci hayalleri yayıyorlardı. Platformumuz bu barış hareketlerinin aslında emperyalist dünyada çatırdayan statükoyu korumaya çalışan, Alman ve Fransız emperyalizmlerinin güdümlerindeki hareketler olduğunu ifade etti. Savaşın barış talep eden hareketlerle değil proleter devrimlerle durdurulabileceğini savundu. Güney Kürdistan’da devrimci dinamiklere gözlerini kapayan tüm hareketleri karşısına alan platformumuz aslında emperyalistlerin güdümündeki barış hareketlerinin Güney Kürdistan’daki devrimci dinamiklerin boğulmasını talep ettiklerini vurguladı.

Kautskyci Sol, Avrupa Birliği Üyeliği Vesilesiyle Türkiye’de Yaşanan Siyasi İç Çekişmeleri de Anlamlandıramadı

Platformumuz siyaset sahnesine çıktığında genişleme politikaları izleyen Avrupa Birliği Türkiye ile üyelik için görüşmeyi  kabul etmişti. Kendilerini AB karşıtlığı ile tanımlayan akımlar aynı Kautskyci bakışları nedeniyle yayılmacı bir Avrupa Birliği emperyalizminden söz ediyor ve Türkiye’nin AB üyeliğine bu nedenle karşı olduklarını ifade ediyorlardı.  Platformumuz emperyalist devletler arasında gönüllü bir birliğin sağlanamayacağını, bu nedenle bir Avrupa emperyalizminin mümkün olmadığını ısrarla hatırlattı. Emperyalistler arası rekabeti yok sayan analizlerin Avrupa Birliği’nin genişlemesinin, İngiltere’nin, Polonya’nın olduğu gibi Türkiye’nin de AB’ye dahil edilmesinin Alman ve Fransız emperyalizmlerinin değil Amerikan emperyalizminin bir politikası olduğunu da göremeyeceğini belirtti.

Dünyada tek ve her şeye muktedir bir Amerikan emperyalizmi tasavvur eden sol akımlar, Türkiye’ye baktıkları zaman da tümüyle bu ultra-emperyalist odağa teslim olmuş bir bürokrasi ve işbirlikçi bir sermaye görüyorlardı. Tam da bu bakış açıları nedeniyle Türkiye’nin AB sürecinde yaşanan iç çekişmeleri açıklayamadılar. Tek bir emperyalist odağın olduğu, ülke içinde de herkesin bu odağa teslim olduğu bir durumda Türkiye’nin AB üyeliğine ve AB üyeliği reformlarına dair direncin nedenine dair bir açıklama yapılmadı. Üstelik reform sürecinin neden ağır aksak ilerlediği sorusu da yanıtlanmadı. Platformumuz ise Türkiye’nin Amerikan ve Fransız emperyalizmleri ve onların uzantıları arasında bir mücadele alanı olduğunu, Amerika’nın Türkiye’de her şeye muktedir bir güç olmadığını hatta Türkiye’deki asıl hâkim emperyalist güç olmadığını belirtti. Türkiye’nin AB üyeliğinin ABD ve onun uzantısı olan TÜSİAD tarafından desteklendiğini buna karşılık Amerika’nın genişleme projesine karşı olan Alman ve Fransız emperyalizmlerinin, onlarla iş tutan ve ülke içindeki ayrıcalıklarını yitirmek istemeyen OYAK-TSK’nın da AB’ye karşı olduğunu ifade ettik.

Kautskyci Kavrayış Bugün de Sol İçerisinde Hakim Görüştür

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında soldaki Kautskyci kavrayış yirmi yıl önceki kadar belki de daha şiddetli bir şekilde hüküm sürmektedir. Amerika’yı süper emperyalist bir güç olarak tanımlayıp onun karşısındaki tüm güçleri anti-emperyalist ilan eden tutum sürmektedir. Dün anti-emperyalizm adına Irak’ta Saddam’ın yanında yer alanlar bugün de Suriye halkının yanındayız kılıfı ile Esad rejimine destek sunmaktadırlar.

Dün Fransız-Alman emperyalizminin desteği ile Amerikan İmparatorluğu’nun savaş politikalarına karşı durduklarını söyleyenler bugün de insanlık düşmanı olarak tanımladıkları IŞİD’e karşı Amerika’nın desteği ile çarpışmakta ve aslında Amerikan emperyalizminin Rusya’ya karşı yürüttüğü mücadelede piyadelik yapmakta, Amerikan emperyalizminin paylaşım mücadelesini IŞİD’e karşı mücadele olarak alkışlamakta beis görmemektedir.

Amerika’yı dünyanın her şeye kadir efendisi olarak gören sol, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri de açıklayamamaktadır. Amerika  Türkiye’nin efendisi, Erdoğan da ABD’nin uşağı ise ABD’nin 2009’dan beri daha fazla yatırım yaptığı Kılıçdaroğlu projesinin anlamı nedir? Türkiye ile ABD arasındaki gerilim niye giderek artmış ve Türkiye tarihinin doruk noktasına ulaşmıştır? Daha da önemlisi artan tüm bu gerilimlere karşın Erdoğan niye hala ayaktadır? Amerikan emperyalizminin zayıfladığını, Erdoğan’ın da bu boşluktan ve onu yıkması gerekenlerin zaaflarından istifade ederek ayakta kalabildiğini görmeyenlerin bu soruları tutarlı bir biçimde yanıtlaması mümkün değildir.

Kautskyci Anlayışın Yetersizlikleri 15 Temmuz’da Bir Kez Daha Açığa Çıkmıştır

Sol akımlar Amerika’yı ultra emperyalist bir dünyanın jandarması olarak gören bakış açısına sahip oldukları için ABD’nin kendisine tehdit olarak gördüğü tüm rejimleri askeri darbe yoluyla devirebildiği/devirdiği fikrine sahiptir. Tam da bu nedenle 15 Temmuz Darbe Girişimi sol açısından başlı başına bir muammadır. Eğer darbeyi ABD yaptıysa  ve Amerika dünyanın hakimi ise darbe girişimi neden başarısız olmuştur? Sol akımlar  bu çelişkiyi çözmek için iki alternatif çözümden birine yönelmektedir. Birincisi AKP’nin Amerika’yı doğrudan karşıya almamak için ürettiği “Darbeyi FETÖ yaptı.” yalanına inanmak ve Amerika ile Erdoğan arasındaki gerilimi önemsizleştirmektir. Bir ikinci alternatif ise CHP’nin darbenin kontrollü bir darbe olduğu yolundaki tezini benimseyerek darbe girişiminin başından sonuna Erdoğan tarafından yönlendirildiğini savunmaktır. Darbeyi halk engelledi yalanı her iki durumda da tamamlayıcı bir tespit olarak hizmet vermektedir.

FETÖ tezini benimseyerek Gülen Cemaati ile ABD arasındaki ilişkiyi önemsizleştirip belirsizleştiren akımlar aynı anda iki yanlışı birden yapmaktadırlar. Birincisi savundukları ultra-emperyalist anlayış nedeniyle FETÖ yalanına inananlar ABD ile Gülen Cemaati arasındaki ilişkiyi belirsizleştirmekte, böylelikle ABD isteseydi başarılı bir darbe düzenleyebilirdi görüşünü savunmaktadırlar. Halbuki birden fazla nedenden ötürü ABD’nin Türkiye’de bir darbe girişiminde bulunması mümkün değildir. Tüm bu nedenler de ABD’nin güçsüzlüğü ve zayıflamasıyla ilgilidir. Her şeyden önce Türkiye’de emir-komuta zinciri içinde bir darbe yapabilecek bir ordu kalmamıştır. İkincisi Türk ordusunun ve bürokrasisinin önemli bir kısmı Amerika’nın denetiminde değildir. Türk bürokrasisi olduğu kadar OYAK-Renault da Fransa ile sıkı fıkı bir ilişkiye sahiptir. Üçüncüsü Türkiye’de emir-komuta  zinciri dışında gerçekleşecek bir darbe Kürdistan’daki iç savaş nedeniyle maceracı bir girişim olacaktır. Amerika’nın böyle bir macerayı kontrol altında tutabilecek mecali yoktur. Tüm bu nedenlerden ötürü Amerika’nın 15 Temmuz eğer başarılı olsaydı darbecilerle tıpkı Mısır’da olduğu gibi barışık yaşayabileceği doğru olsa da ABD süreci kontrol etmeye yönelik duyduğu endişelerden dolayı doğrudan bir darbe girişiminde bulunmamaktadır.

Bununla birlikte ABD Türkiye’de Venezuela’da ya da Ukrayna’da olduğu gibi sokak hareketine yaslanarak hükümeti devirmek de istememektedir. Zira tarihsel olarak Türkiye’de sokağın hakimi soldur. Amerikan emperyalizminin sokağı yönlendirip, kontrol altında tutacak bir çapı yoktur. Türkiye’deki bitmeyen devrimci dinamikler nedeniyle hiçbir emperyalist güç, Tayyip Erdoğan dahil olmak üzere hiçbir burjuva politikacısı  sokağı hareketlendirmek istememektedir. Zira oluşacak dinamiklerin nelere varacağını kimse tahmin edememektedir.

Erdoğan’ın ayakta kalmasının nedeninin kendi gücü değil Amerika’nın güçsüzlüğü olduğu gerçeği bir ayrıntı değildir. Zira Erdoğan’ın iktidarını Amerika’nın gerileyişi ile açıklamak Erdoğan’ın iktidarının onun kendi gücünden kaynaklanmadığını, Erdoğan’ın bir anlamda boşlukta durduğunu, başka bir deyişle Erdoğan’ı  devirmenin mümkün olduğunu söylemek anlamına gelir. İkincisi ABD ve Gülen hareketi arasındaki bağları belirsizleştirmek darbeden ve  sokak hareketinden kaçınan Amerika’nın Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak için hangi araçları kullandığını ve kullanacağını görememek anlamına gelir. Gülen cemaati demek Amerika demektir. 15 Temmuz darbesinin öznesi Amerikancı generaller olmadığı gibi Gülenciler de değildir. Amerika 15 Temmuz’a kadar Gülen’in etkisindeki bürokratlara dayanarak Erdoğan’ı sıkıştırma hamlelerini 17-25 Aralık benzeri operasyonlarla yürütmüştür. Erdoğan devletin içinde ne kadar temizlik yaparsa yapsın ABD Sarraf duruşmasının, Zafer Çağlayan’a ilişkin kararların da gösterdiği gibi aynı yoldan ilerleyecektir. Üstelik Brezilya örneğinin gösterdiği üzere bu sıkıştırma biçimi ABD’nin sadece Türkiye’de kullandığı bir yöntem değildir. Bununla birlikte ABD’nin gerileyişi onun sadece darbe ve benzeri yollardan uzak tutmamakta aynı zamanda yolsuzluk benzeri operasyonlarla sonuç alma kapasitesini de düşürmektedir. Bu durum da sadece Erdoğan’ın emekçiler ve ezilenler tarafından  devrilmesinin  mümkün olduğunu değil aynı zamanda Erdoğan’ın bir tek ezilenler tarafından devrilebileceğini anlatır.

İkinci yanlış ise kontrollü darbe teziyle ilişkilidir. “Amerika darbe yapsaydı sonuç alırdı.” tezini savunanlar, Amerika ile darbe girişimini ilişkisiz gösterebilmek için bu kontrollü darbe tezine sarıldıkları zaman da Erdoğan’ın gerilediği gerçeğinin üstünü örtmekte onun bir darbe girişimini kontrol altında tutabileceği, manipüle edebileceği yanılsamasına yol açmaktadırlar.  Aslına bakılırsa bu yanılsama yaşadığımız topraklarda hayli yaygındır ve Kautskizm’in bir başka boyutuyla, onun İkinci Enternasyonal’in diğer takipçileri gibi Sovyet iktidarının karşısına parlamentarizmi dikmesiyle ilgilidir. Parlamentarizmi fetişleştiren Karl Kautsky burjuva demokrasinin yerleşemediği ülkelerde iktidarın bir ayaklanmayla alınması fikrine karşı olmasa da yeni kurulacak sosyalist iktidarın parlamenter nitelikte olması gerektiğini savunur. Aynı nedenden ötürü de parlamenter bir sistemin hüküm sürdüğü ülkelerde iktidarın parlamenter yollardan alınabileceği fikri Kautsky’nin görüşlerinin temel dayanak noktalarından biridir. Dolayısıyla Kautsky devletin paramparça edilmesini ve yepyeni bir egemenlik organı olan Sovyetlerin kurulması görüşünün karşısına devletin ele geçirilmesi görüşünü koyar.

Kautskyci gözle Türkiye siyasetini inceleyenlerin de Erdoğan’ın Türk devletini ele geçirdiği sonucuna varmaları işten bile değildir. Zira iktidar eğer devleti ele geçirmekse, sosyalistler parlamentoda çoğunluğu sağlayarak, devlet aygıtına kendi kadrolarını yerleştirerek devleti ele geçirebiliyorsa Erdoğan da aynı şekilde seçimleri kazanıp devlet içinde kadrolaşarak kendi diktatörlüğünü kurabilir. Devlet içinde yaptığı temizlik operasyonları ile Erdoğan’ın diktatörlüğe adım adım gittiğini, Türkiye’de bir saray rejiminin yahut faşizmin adım adım kurulduğunu savunanlar elbette 15 Temmuz’u da devlet içinde yeterince güç kazanmış  Erdoğan’ın devleti ele geçirme yolunda attığı son adım olarak göstereceklerdir. Devlet ve devrim konusunda Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine zıt görüşleri savunan tüm akımların diktatörleşen Erdoğan, kurumsallaşan faşizm tezlerinde buluşması bu bakımdan tesadüf değildir.

Kautskyci Bakış Bugün Erdoğan’a Karşı Emekçilerin Kitlesel ve Eylemli Mücadelesini Engelliyor

Erdoğan’a karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda da Kautsky’nin makul kapitalistlerle barış için ortak mücadele perspektifi  bugün de hakimdir.  Erdoğan’ı durdurmak için CHP ile HDP’yi yan yana getirip bir barış cephesi oluşturma fikrini benimseyen sol hendeklere böyle bir cephenin kurulmasını engellediği için karşı çıkmış, Kürdistan’daki ayaklanmanın vahşi bir biçimde bastırılmasına sessiz kalmıştır. Aynı sol bugün de yine Erdoğan’a karşı Meral Akşener’den Temel Karamollaoğlu’na kadar uzanan toplumsal barış ve huzur isteyen bir koalisyonun kurulmasına örtülü destek vermektedir. Amerikan emperyalizminin Türkiye siyasetine  müdahale araçları konusunda kör olan sol elbette bunun bir Amerikan projesi olduğunu da anlamamaktadır. Bu bakımdan Amerika’nın Erdoğan’ı sıkıştırma yolundaki hamleleri de aslında “modern ve demokrat burjuvalarla İslamo-faşist gerici bir rejime karşı işbirliği yapılabilir” görüşüyle desteklenmektedir.

Kautskyci bakış açısı nedeniyle 12 Eylül rejiminin krizini, gerileyen ABD’nin Türkiye’ye yönelik başarısız müdahalelerini kavrayamayan, diktatör olamayacak Erdoğan’a karşı ABD emperyalizminin mimarı olduğu bir stratejiyle mücadele eden solun aksine platformumuz Erdoğan’ı emekçiler ve ezilenlere önderlik edecek bir güç tarafından yıkılmadığı için gittikçe gerileyen iktidarını sürdürebilen, iktidarını daim kılması için darbe yapması gereken ama bunu bir türlü beceremeyen bir burjuva politikacısı olarak tarif etmektedir. Parlamenterist bir  kuşatma harekatının parçası olan solun aksine Komünistlerin Birliği Erdoğan gitmeden Türkiye’deki en basit demokratik hak ve özgürlüğün bile kazanılamayacağını, Erdoğan’ın da ancak bir devrimle süpürülebileceğini savundu.

Komünistlerin Birliği çıkışından bu yana solun geri kalan kesimleriyle kendisi arasındaki ayrım çizgilerini ortak ve kuvvetli bir eylem birliğini sağlamak için girişimde bulunma görevini savsaklamadan çekti. 18 yıllık birikimimize bakıldığında, Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında platformun siyasi mücadele ve tabloya ilişkin tüm esaslı konularda revizyonist tasfiyeci bataklıkta çırpınan solun geri kalan kısımları ile arasındaki karşıtlıklar net bir biçimde açığa çıkmaktadır. Ekim Devrimi’nin derslerine sahip çıkan, Bolşeviklerin yolundan giden tek odak platformumuzdur. Komünistlerin Birliği üzerindeki tüm örgütlü güçlerin temel ödevi ise bu farklılığı görünür kılmak ve parti mücadelemizin bir kaldıracı haline getirmek için daha etkin bir propaganda çalışması yürütmektir.