Montrö Sözleşmesi’ne dair açıklamaların ardından 104 emekli amiralin yayımladığı bildiri darbe tartışmalarını alevlendirdi. Bu vesilesiyle 15-16 Temmuz darbe girişiminden bir hafta önce yayımladığımız Erdoğan’ın Gerileyişi Şiddetlenerek Sürüyor ve girişimin ardından yayınladığımız Darbe Karşıtlığı Adına AKP’ye Koltuk Değneği Olma Zayıflayan Erdoğan’a Karşı Mücadeleyi Büyüt başlıklı iki yazıdaki saptamalarımızı da hatırlatarak siyasi tabloya dair tespitlerimizi bir kez daha paylaşıyoruz.

KöZ uzun süreden beri derinleşen 12 Eylül rejimi krizinden bahsetmekte ve bir devrim yahut darbe olmaksızın rejimin değişemeyeceğini anlatmakta. Rejim krizinin derinleşmesi, devletin parçalanması yani yekpare, birlikte hareket eden bir devlet aygıtının olmamasıyla ilişkilidir. 15-16 Temmuz darbe girişiminden evvel, bürokrasi içinde artan politizasyonun bürokrasinin çözülmesine yol açtığını ve “tarafsız, arabulucu” olması gereken baskı aygıtının bu sebeple parçalanmış çıkarlar doğrultusunda hareket ettiğini vurgulamıştık. Darbenin nesnel koşullarını arttıran bu atmosferin 12 Eylül darbesi gibi bir darbeyi değil 27 Mayıs’ta olduğu gibi düşük rütbeli subayların ordu içindeki hiyerarşiden bağımsız cunta girişimlerini olgunlaştırdığının altını çizmiştik. Ancak Erdoğan’nın Kuzey Kürdistan’da başlattığı ve sürmekte olan iç savaş koşullarında bu tip bir cunta girişiminin maceracılık olacağını ve mevcut koşullarda bu siyasi cesareti gösterecek cunta girişiminin gerçekleşmesinin zor olduğunu ifade etmiştik. İç barışın daha sağlam olduğu 27 Mayıs dönemindeki gibi bir cunta girişiminin bu koşullarda başarsız olacağını ve kırılganlığı artıracağını saptamıştık. 15-16 Temmuz bu saptamalarımızı doğrulamıştır.

15-16 Temmuz’un hemen ardındaki süreçte Erdoğan, baskıcı hamleleriyle güçleniyor gibi görünse de düşmanlarını çoğalttığını, devlet aygıtları arasındaki çekişmeyi arttırdığını ifade etmiştik. Bürokrasiyi hallaç pamuğuna çeviren sert girişimler ve tümüyle politik atamalar sonucunda oluşan yeni kadroların bugün Erdoğan’ın yanında olmalarının yarın karşısında olmayacakları anlamına gelmediğini vurgulamıştık. Ordu içinde darbeyi kışkırtan çatlaklar artarken, ordu 12 Eylül tipi bir cunta girişimini zorlaştıran bir yapıya dönüşmüştür. Ancak Erdoğan’ın ordunun yapısını ve hiyerarşisini tümünden yok sayan hamleleri ordu içinde politizasyonu arttırarak kendisine karşı bir darbe tehdidini de körüklemiştir. Böyle bir darbenin de ancak daha üst düzeyde bir siyasi cesaret ve örgütlenme gerektirdiğini ifade etmiştik. Bir diğer husus, 15-16 Temmuz darbe girişimin azmettiricisinin ABD olmadığının, aksine ABD’nin ve Türkiye’deki uzantılarının bu darbeyi frenleyici bir tutum takındığının altını çizmiştik.

Bugün müesses nizamın temsilcisi Biden’ın seçilmesiyle birlikte dış politika konusunda Trump dönemi öncesine benzeyen daha saldırgan bir ABD var. Türkiye’de ise rejim krizi daha da derinleşmekte ve darbeyi teşvik eden koşullar daha da artmış vaziyette. Ancak devrimci durumun hüküm sürdüğü bu topraklarda parlamento dışına çıkmaktan çekinen bir pozisyonda bulunan düzen güçleri seçimlere odaklı bir siyaseti sürdürmekteler. Hem Amerikancı muhalefet hem de muhtelif sol akımlar tarafından faşizmi konsolide etmekle meşgul bir diktatör olduğu savunulan Erdoğan, ürkek ve korkak bir cambaz değil de tasvir edildiği gibi bir cengaver olsaydı bildiri yayımlayan 104 emekli amirali hiç çekinmeksizin tutuklaması gerekirdi. Ancak bildiri krizinin ardından Erdoğan alttan alan bir pozisyonda iken, Soylu ve Bahçeli ise bu bildiri karşısında saldırgan bir tutum takındılar. Türlü manevralarla ve ödünler vererek 15-16 Temmuz girişimini güç bela savuşturan ve ardından gelen süreçte Bahçeli’ye politik olarak mecbur olan Erdoğan’ın bundan sonra Bahçeli’ye ne kadar güvenebileceği de belirsiz halde.

104 emekli amiralin bildirisine soldan gelen tepkilerde ise bu bildiriyi faşizmin kurumsallaşmasına karşı bir girişim olarak görenler ve suni bir gündem ile AKP’ye seçim avantajı imkânı yarattığını savunanlar ön plana çıktı. Büyük bir kesim “emekli amiraller sivil vatandaşlar olarak yurttaşlık hakları gereğince ifade özgürlüğünü uyguladılar” dedi. Bu tutum devlette düzen güçlerinden bir kanadın hâkim olmasını engellemek için saf tutan bir pozisyonun ürünüdür. “Halkımızın yanındayız” diyerek hâkim sınıfın içindeki çatlak sesi destekleyen ve ona yedeklenen bir siyasi angajmanın göstergesidir. Öte yandan, suni gündem vurgusu ise devrimcileşmeye zorlayan her konuda “soldan basınç” yaratarak meselelerin düzen içi mekanizmalar tarafından çözülmesi çağrısıdır.

HDP’nin Amerikancı muhalefete yedeklendiği ve siyasi muhtaçlık üzerine kurulu AKP-MHP koalisyonunun kopamaz olduğu tespitleri aksi yönde gerilimlerin olmayacağı anlamına gelmemektedir. Bir yandan Anayasa Mahkemesinin HDP’nin kapatılmamasına ilişkin kararı Erdoğan-Soylu geriliminin arttığının göstergesiyken ne anayasa değişikliği ne sözde demokratikleşme adımları Erdoğan’a MHP’den kurtulabileceği imkânlar sunuyor. Bu çözümsüz durum Erdoğan’a seçim gündemini dayatırken aynı zamanda seçime gitmesini de imkânsızlaştırıyor. Başka bir çelişki de HDP kanadında mevcut. Bir erken seçim partisi olarak nitelediğimiz HDP bir yandan Amerikancı muhalefete yedeklenmesi sebebiyle olası bir seçimde görünmez olması gerekirken, Demirtaş’ın ifade ettiği bir üçüncü ittifakın yaratılması için ise görünür olmalı, nispeten bağımsız bir hatta ilerlemelidir.

Boğaziçili öğrencilerin eylemleriyle yahut emekli amirallerin bildirisiyle bile bu denli sarsılan, saldırarak kendini savunmaya çalışan kırılgan bir iktidar ancak öznel müdahaleye açık kırılgan bir nesnel iklimin göstergesidir. Devrimci durumun nesnel koşullarının hâkim olduğu bu atmosfer, devrimci partinin eksikliğinin yakıcılığını arttırmakta ve bu partinin yaratılmasının aciliyetini bir kez daha önümüze koymaktadır.