2019 yılı sona ererken dünyanın muhtelif köşelerinde birbirinden farklı gerekçelerle ama birbirlerine benzeyen sokak gösterileri patlak verdi. Bunların hepsi aşağı yukarı benzer sertlikte baskı tedbirleriyle yüzleşti. Yüzlerce gösterici hayatını kaybederken binlercesi yaralandı, kitleler halinde gözaltılar tutuklamalar oldu.

Özellikle SSCB ve Doğu Avrupa’daki sözüm ona sosyalist gerici rejimlerin yıkılmasından beri karamsarlığa garkolmuş ve yeni sosyal hareket alternatifleri arayışında olan sol dünya çapındaki muhtelif kesimlerin ayaklanmalarına bir kez daha kof bir umutla yüzünü döndü. Hem  kendilerini hem de eğreti bağlarla etraflarında duran kesimleri avutup, yakınlarında tutmak için bu gelişmeleri izlemeye koyuldu.  Tıpkı yirmi yıl önce ABD/Seattle’daki eylemlerle anılan dünya çapındaki dalgada olduğu gibi yeni bir umut ışığı yakalamışçasına heveslendiler.

Küreselleşme Karşıtı Eylemlerin Yirmi Yıl Önceki Seyri

O zaman yeni yeni yayınlanmakta olan KöZ Temmuz 2001 tarihli 15. sayısında bu eylem dalgasını şöyle özetlemişti:

  • 30 Kasım – 4 Aralık 1999 tarihleri arasında yapılması planlanan Dünya Ticaret Örgütünün (WTO) 3. Bakanlar Konferansı sırasında kitle örgütlerinin, öğrenci örgütlerinin, çevrecilerin, anarşistlerin ve sendikaların protestolarına sahne oldu. Gösterilerin ilk gününde polis gruplara müdahale etti ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ilımlı grupların ve sendikaların geri çekilmesiyle konferansın ikinci günü durulan gösteriler üçüncü ve dördüncü gün yeniden şiddetlendi.
  • 27 Ocak – 1 Şubat 2000 tarihleri arasında İsviçre’nin Davos kentinde Dünya Ekonomik Forumunun (WEF) otuzuncu toplantısı gerçekleştirildi. Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı toplantı sırasında göstericilerin kasabaya girişi engellendi. Buna rağmen zirvenin sonuncu günü içeri girmeyi başarabilen bir grup yürüyüş yapmak istedi. Polisin saldırısı sonucu göstericiler dağıtıldı.
  • 16-17 Nisan 2000 tarihleri arasında Washington’da IMF ve Dünya Bankası’nın ilkbahar toplantıları yapıldı. Gösteriler için bir araya gelen 400 civarında örgütün hedefi toplantıları engellemekti. Bir hafta öncesinden başlayan gösteriler toplantının yapıldığı günlerde yoğunlaştı. Çatışmalar çıktı. Göstericiler polis barikatlarını aşamadılar.
  • Melbourne’da 11 -13 Eylül tarihleri arasında yapılan Dünya Ekonomik Forumunun (WEF) Asya-Pasifik toplantısı sırasında gösteriler yapıldı. Polisin müdahalelerine rağmen kongrenin açılışı ertelendi, delegelerin bir kısmı foruma katılamadı.
  • 26-28 Eylül 2000 tarihinde Prag’da IMF ve Dünya Bankasının yıllık toplantısı yapıldı. Protesto gösterileri zirvenin başlama tarihinden bir hafta önce başladı. 26 Eylül günü doruğa ulaştı. Üç ayrı koldan yürüyen göstericiler polisle çatıştılar. Prag’daki gösterilerle eşzamanlı olarak dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde de eylemler yapıldı.
  • 7 Aralık 2000 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde Avrupa Birliği zirvesi gerçekleştirildi. Diğer gösterilerden farklı olarak Avrupalı sendikalar Nicedeki eylemlere katılma kararı aldılar ve bir miting düzenlediler. Toplantıların yapıldığı gün şehrin değişik bölgelerinde protesto eylemleri gerçekleştirildi, polisle göstericiler arasında çatışmalar çıktı.
  • Amerika kıtasındaki 34 ülkenin temsilcileri bu ülkeleri kapsayacak FTAA’yı (Amerikalılar serbest ticaret anlaşması) görüşmek için 21-23 Nisan tarihleri arasında Kanada’nın Quebec kentinde bir araya geldiler. Zirvenin ilk gününde gün boyunca göstericilerle polis arasında çatışmalar yaşandı. Toplantının başlayışı ertelendi. İkinci ve üçüncü günlerde de protestolar devam etti. Eylemlere çeşitli muhalif grupların yanı sıra bölgedeki sendikalar da katıldı.”

Bu eylem dalgalarının ardından beklenen herhangi bir devrimci gelişme doğmasa da bu yeni ve boş umutları besleyip sürdürmek üzere “Dünya Sosyal Forumu” adı altındaki periyodik uluslararası toplantılar örgütlenmeye başlandı. Bu organizasyonlar dünyanın belli başlı ekonomilerinin temsilcilerinin katılımıyla her yıl toplanan ve “Davos Toplantıları” diye de anılan “Dünya Ekonomik Forumu” toplantılarına karşı bir alternatif dünya forumu olarak tasarlanmış ve gerçekleşmiştir. Böylelikle “Küreselleşme karşıtı”diye adlandırılan hareket doğmuş ve 21. Yüzyılda devrim fikrinin yerini alacak gericiliğin adı olmuştu.

Birinci Dünya Sosyal Forumu 2001 yılının başında Brezilya’nın Porto Alegre kentinde toplandı. Bu toplantının örgütlenmesine ön ayak olan Lula’nın başkanlığındaki PT (İşçi Partisi) idi. (Doğrusu bu organizasyonların akıbetinin ne olacağı Lula’nın akıbetine bakarak da görülebilir!).

Arjantin ve Bolivya’daki Proleter Ayaklanmalar Da Küreselleşme Karşıtı Hareketlere Yedeklenmişti

Eş zamanlı olarak Arjantin’de büyük bir proleter kitle ayaklanması patlak vermişti, bu ayaklanma sosyal bileşimi ve fabrika işgallerini, otobanların kapatılmasını da içeren mücadele yöntemleri açısından elbette “küreselleşme karşıtı” hareketlere benzemiyordu. Ancak bu hareketin kendisi de, yarattığı tehdit edici dalga ne olursa olsun, devrimci bir önderliğin olmadığı koşullarda küreselleşme karşıtı hareketlerle aynı kanala aktı. Arjantin’de küreselleşme karşıtı bir sosyal demokrat iktidarın kurulmasını sağladı. Benzer bir durum iki sene sonra Bolivya’da da gerçekleşti. Bolivya’daki emekçi kitlelerinin ayaklanmasının önünü parlamentarist politikalarıyla kesen Morales, “neo-liberalizm karşıtlığı” adı altında 15 yıl sürecek bir sosyal demokrat hükümet kurdu.

2003 yılında Porto Allegre’de ikinci DSF toplandı. O vakit bu hareket küresel sermayeye karşı “alternatif küreselleşme hareketi”yahut “küreselleşme karşıtı hareket “olarak vaftiz edildi. Üçüncü DSF de aynı yerde toplanacaktı. Bu kez Amerikalı anarşist muhalif Noam Chomsky`nin de katılımıyla daha bir popülerlik kazanan bu forumlar 2004’te Hindistan’ınMumbai kentinde, 2005’te yine hala PT’nin hükümet olduğu Brezilya’nın Porto Alegre kentinde tekrarlandıktan sonra 2006’da Mali/Bamako, Venezuela/Karakas ve Pakistan/Karaçi’de ayrı ayrı forumlar halinde yapıldı. 2007’de Nairobi/Kenya, 2009’da Belem/Brezilya, 2011’de Dakar/Senegal, 2013 ve 2015’te Tunus/Tunus DSF’lere ev sahipliği etti. 2016’da ise Quebec/Kanada kuzey yarı kürede ilk kez bu forumlara ev sahipliği etti.Sonra bu dalga 2018 yılında yine Brezilya’da Salvador kentinde sona erdi. Artık bu forumlara ilk ev sahipliği yapan Lula’nın PT’si yolsuzluk ve skandallarla lekelenmiş ve eski unvanı tarihe karışmıştı. DSF de kendine bağlanan bütün umutları bünyesinde massederek işlevini tamamlamıştı.

“Arap Baharı”

DSF toplantılarının sönümlenişinde kritik dönemeç Dakar’daki 2011 buluşması olarak görülebilir. Dakar forumu beklenmedik bir yeni gelişmenin ardından gelmişti. Tunus’ta bir seyyar satıcının (Buazizi) kendini yakmasının ardından patlak veren ve Tunus’un kadim diktatörü Bin Ali’nin devrilip ülkeyi terk etmesiyle başlayan sözümona “Arap Baharı”nın gölgesinde toplanmıştı bu DSF. Ondan sonra Mısır’a da sıçrayıp Mübarek’in koltuğunu kendiliğinden (“iyi sıhhatte olsunlar”ın tavsiyesiyle) bırakıp yerini ABD/İsrail imalatı “Müslüman Kardeşler=İhvan- Müslimin” bağlantılı Mürsi’ye devretti. Erdoğan da ünlü “Rabia” işaretini bu dönemeçten itibaren kendince tefsir ederek kullanmaya başladı. İhvan mitinglerinin mekânı olan Kahire’nin Rabia Meydanını işaret eden dört parmak işareti Erdoğan’ın tefsiri ile “tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek devlet” oluvermişti.

Ama Amerikancı Mübarek’in yerine ABD icazetiyle gelen Mürsi, ABD hesabına çalışmak yerine Müslüman Kardeşlerin lideri olma hevesine kapılınca yine ABD’ci olan General Sisi’nin darbesiyle devrildi. Mürsiise yakın zaman önce bir duruşma sırasında şaibeli bir kalp krizi ile terki dünya etti.

“Arap Baharı”nın gecikmiş bir devamı olarak kabul edilebilecek bir gelişme de yakın zamanda Sudan’da gerçekleşti. Sudan’ın otuz yıllık diktatörü ve Erdoğan’ın kirli ortaklarından biri Ömer el Beşir geçtiğimiz Nisan ayında sokaklardaki hareketlenmeleri takiben geldiği gibi bir darbeyle devrildi ve hapse atıldı.

Benzer bir biçimde “Arap Baharı”nın ilk dalgasında bundan etkilenmeyen Cezayir’de sokak hareketleri dinmiyor. Cezayir’de Fransa’daki Sarı yelekliler hareketiyle eş zamanlı olarak büyük kitle eylemleri ülkeyi sarsmaktaydı. 1999’daki başkanlık seçimlerine bağımsız aday olarak katılan Buteflika, diğer adayların zoraki biçimde adaylıktan vazgeçmeleriyle tartışmalı seçimlerin sonunda oyların yüzde 73,8’ini alarak seçilmişti. Başkan olması 9 yıldır süren FIS’in (İslami Selamet Cephesi)  ordu tarafından bastırılmasına eşlik etti. Buteflika da “zaferin“ adayıydı. Ondan sonra 2004 seçimlerini %85 ile 2009’dakileri % 90,2 ile ve 2014 seçimlerini de % 81,5 ile kazandı. Böylece Cezayir tarihinde başkanlık koltuğunda en uzun süre oturan kişi olan Buteflika aynı zamanda 2005’ten beri FLN‘nin (Ulusal Kurtuluş Cephesi) onur başkanı olmuştu ve 2003’ten beri de Savunma Bakanlığı işlevini de üstlenmekteydi. 2013’te bir inme nedeniyle yatalak düşen Buteflika’nın yaklaşan 2019 seçimlerinde beşinci kez aday olacağını açıklaması üzerine dinmeyen protesto eylemleri Cezayir’i sardı. Ordunun tavsiyesiyle adaylıktan vazgeçtiğini açıklayan Buteflika’nın yerine aday göstermek istediği kardeşi Said de protestoların hedefi oldu ve mahkeme önüne çıkarılarak tutuklandı.2019’da dünyanın başka yerlerindeki protesto eylemleri gibi Cezayir’deki Sokak hassasiyeti de sürüyor.

Öte yandan, her ne kadar Yemen de bu “Arap Baharı” sırasında hareketlenmiş olsa da Yemen’deki iç savaşın bir başka evveliyatı vardır ve aynı temelde bu çatışma sürmektedir. Yemen’in farkı iki Yemen birleştiğinden beri sürmekte olan ve bir tarafında İran destekli Şii Husi hareketinin olduğu iç savaşın bu dünya konjonktüründe bir miktar daha şiddetlenmesidir. “Arap Baharı”nın başka kimi Arap ülkelerinde de kısa ve görece ehemmiyetsiz yankıları olduysa da, bu dalganın son büyük durağı olması beklenen Suriye sürecin bambaşka bir mahiyet kazanarak sonlandığı durak oldu.

İhvan’ın ikinci büyük kalesi olan Suriye durağında takılıp kalan“Arap Baharı” bugün hala sürmekte olan iç savaşa yerini bıraktıktan sonra havlu attı. Bu hareketten bir daha söz edilmedi.Ama bu gelişme Mısır’da İhvan hareketinin darbeyle devrilmesinin yanısıra en çok Erdoğan’ı etkileyecekti. Arap Baharına kadar Beşar Esad’la çok yakın ilişkiler içindeki Erdoğan bu aşamadan itibaren ve bilhassa ABD’nin de yönlendirmesiyle birdenbire Esad’ı devirip Şam’daki Emeviye camiinde namaz kılma hevesine kapıldı. Aynı zamanda da hem İhvan hareketinin liderliğine hem de ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesi”nin eş başkanlığına soyundu.

Hüsrana Uğrayan Erdoğan Suriye’de Duvara Tosladı

Daha önce bu kuşağı kuşanma hevesine kapılan Turgut Özal’dı; ve o zaman bu hayal daha gerçekçiydi.Erdoğan ve ortakları kısa zaman içinde Şam’ı ele geçirme hayaline kapıldılar. Zira Esad’ın ordusundan kopan bir kısım komutanın da içinde yer aldığı bir Özgür Suriye Ordusu kurulmuş ve Nusayri ağırlıklı ve muhtelif başka azınlıkların desteğini almış bir azınlık rejimi olan BAAS karşısında Sünni vurgulu bir muhalefet hareketi doğmuştu. Ama arkasında Rusya ve İran’ın yanısıra örtük olarak Çin’in de bulunduğu ve belli başlı Avrupalı emperyalistlerle iyi ilişkileri olan BAAS rejimi Arap Baharının alaşağı ettiği öncekiler gibi değildi. Bilhassa Akdeniz’e açılan tek askeri üssü Suriye’de olan Rusya için bu rejimin stratejik bir önemi vardı. Ayrıca Suriye BAAS’ı İran için İsrail’e karşı stratejik bir mevzi idi.

Ama ABD ve koalisyon ortakları bu hassas dengeyi iyi hesaplayamadı. Bilhassa Erdoğan’ın başka hesaplar yüzünden Esad karşıtı cepheyi bölmesiyle ABD planlarının değişmesinin yolu açıldı.

Önce ABD ile birlikte El Nusra bağlantılı ÖSO’yu aktif biçimde destekleyerek bu operasyona dâhil olan Erdoğan Irak’ta ıska geçtiği askeri müdahaleyi Suriye’ye yapmayı planlarken Esad ve müttefiklerinin kritik bir manevrayla Kuzey Suriye’den çekilme kararı alması üzerine hesapları boşa çıktı. Zira bu BAAS’ın bu manevrasını fırsat bilen PYD özerk Kürt kantonları ilan ederek Rojava adıyla dünya literatürüne girecek olan süreci başlattı.

Bu dönemeçte Erdoğan bu özerk kantonların üzerine saldırtmak üzere desteklediği (aslında Irak menşeli olan) IŞİD çetelerini harekete geçirme hevesine kapıldı. Ama IŞİD’in öncelikle Şam’a değil Rojava’ya yönelmesiyle Odağında El Nusra’nın bulunduğu Sünni cephe de zayıflamış oldu. Bilhassa IŞİD çeteleri Kobane’de geri püskürtülünce Esad’ın eli iyice güçlendi Erdoğan da büsbütün yalnızlaştı.

Hem içerideki derinleşen rejim krizinden dikkatleri uzaklaştırmak için, hem ABD ve Rusya arasında ping pong topu gibi savrulduğu manevralarının sonucunda hem de mahkûm olduğu ortağı Bahçeli’nin de zorlamasıyla, Erdoğan önce El Bab, sonra Afrin ve nihayet Barış Pınarı harekâtına girişmek zorunda kaldı. Erdoğan bilhassa bu son harekâtta tümüyle yalnızlaştı. Esat ve BAAS rejiminin Suriye’de denetimi adım adım sağlamasına paralel olarak bir de büyük ölçüde hükümetin icazetiyle Suriye’de biriken cihatçı çetelerin tümünü İdlib’de toplayıp bir de bunların bekçiliğini yapmak zorunda kaldı.

Trump’ın bu kez tivit atmak yerine Başkan yardımcısını bizzat göndermesiyle Erdoğan geri bastı. Sonra kendi denetiminde olan bölgede IŞİD lideri Bağdadi’nin ABD tarafından sıkıştırılıp intihar eylemi yapmasıyla iyice müşkül durumda kalan Erdoğan geri basmak zorunda kaldığı Suriye işgal hareketinin hesabını görmek üzere ABD’ye doğru yol hazırlığı yapmakta. Üstelik masada bir de Temsilciler meclisinde kabul edilen kendisi ve ailesinin mal varlığının araştırılması için yasa taslağı ve çözülmesi zor F-35/S-400 denklemi bulunuyor. FBI ile işbirliği yapan Zarraf’ın masaya başka neler koymuş olduğu da belli değil.

Beri yanda sözüm ona “Arap Baharı” Tunus’ta hızla yerini eski rejimin yeni temsilcilerine bırakırken ve Mısır’da Amerikancı Müslüman Kardeşler hareketi bir başka Amerikancı darbeyle ezilmişken bu “Arap Baharı” Suriye’de bir duvara toslamakla kalmamıştı.

Bir ara yerini yıllardır süren “Kürt Baharı”nın idrak edilmesine vesile olan Rojava Devrimi”ne bırakmıştı.

Küreselleşme Karşıtı Hareketin Bir Sonraki Durağı: Rojava

Yelkenlerini küreselleşme karşıtı hareketlerle şişirmeye çalışıp da hüsrana uğrayanların gözleri bunun üzerine Rojava’ya çevrildi. Hatta dünyanın dört bir yanında adeta yeni bir “uluslararası hareket” doğdu. Kimileri bunu Vietnam kurtuluş hareketinin ardından beliren dalgaya da benzetti. Hem dünyanın pek çok merkezinde bir “Rojava yanlısı” hareket doğdu hem de pek çok “enternasyonalist militan” Rojava’da savaşmaya koştu.

Bir başka deyişle Rojava “küreselleşme karşıtı hareketin” yeni durağı oldu. Ama bu arada ABD ve Rusya/İran/Suriye kıskacında kalan “Rojava devrimi” önce bir adım geri atıp Kürdistan devriminin bir durağı olmadığını tescil etmek üzere kendini “Kuzey Suriye Federasyonu”na indirgedi. Tam da bu nedenle varlığını ve anlamını boşa çıkardı. Ardından Afrin kantonundan vazgeçtikten sonra, önce “Kuzey-Doğu Suriye” konağında kısa bir süre konakladıktan sonra Erdoğan’ın bu geri adımlardan da cesaret alarak “Barış Pınarı”harekâtının ardından Esad/BAAS rejimine sığınmak zorunda kaldı. Şimdi YPG savaşçılarının Suriye‘nin 5. Kolordusuna dönüşüp dönüşemeyeceği tartışılırken ABD ve Rusya’nın mutabakatı çerçevesinde Suriye’nin egemen gücü olan BAAS topraklarını geri alma yolunda son dönemece girdi.

Bittabi bu aynı zamanda Erdoğan’ın kısa seferinden geri dönmesi anlamına geliyordu.Erdoğan bu manevra karşılığında Trump’la yeni bir pazarlık masasına çok elverişsiz şartlarda oturmak üzere yola çıkmaya hazırlanıyor.Erdoğan bu karamsar geziye hazırlanırken son durağında sönümlenen “Arap Baharı” yerini dünyanın dört bir yanında peydah olan kitle eylemlerine bırakıyordu. Karamsar solcuların ve “küreselleşme karşıtlarının” yeni kof hayal ve umutları doğmuştu.

2019 yılı sona ererken Şili’de, Bolivya’da, Ekvator’da, Hong Kong’da, Gine’de, Mısır’da ve daha önce Arap Baharından etkilenmeyen Irak, Sudan ve Cezayir’de, bağımsızlık hüsranından yeni yeni çıkmış Katalunya’da birbirine benzer görüntülere sahne olan yeni bir “isyan dalgası”  patladı. Doğrusu kitlelerin seferber olması ve polis şiddeti bakımından önceki dalgalara ve birbirlerine benzeyen bu dalga birbirlerine hiç benzemeyen nedenlerle patlak verdi bu kez. Gine’de kitleler hayat boyu başkanlığını ilan eden Alfa Konde’ye karşı isyan etti. Lübnan’da kitleler her yerde baskıcı bir hakimiyet tesis eden Hizbullah’a isyan etti. Ekvator’da isyanın hedefi mevcut yönetimin yozlaşmış ve otoriter rejimi hedef tahtasındaydı. Cezayir’de Arap Baharı sırasında tartışma konusu edilemeyen hükümetin sert yöntemleri ve yozlaşmanın önünü açması isyana neden oldu.Mısır’da bitmeyen gerilim bu vesileyle kendini göstermeye başladı. Bolivya’da bir zamanlar küreselleşme karşıtlarının ve neredeyse solun tümünün umutla baktığı ama elbette temsili demokrasiyi kaldırmaya cesaret edemeyen Morales’in karşısına temsili demokrasiyi fetişleştiren Amerikancı muhalefetin önderliğinde sokağa çıktı kitleler. Şili’de uzun yıllar sonra güya solcu hükümetin piyasacı politikaları isyanın nedeniydi. Haiti’de benzin kıtlığı isyan nedeni oldu. Sudan’da diktatör Ömer Beşir’in devrilmesine rağmen rejimin değişmemesi isyana neden oldu. Etiyopya’da bir türlü dinmeyen istikrarsızlık ve sefalet isyana neden oldu. Irak’ta hem Sünniler hem de muhalif Şiiler İran yanlısı hükümete karşı başkaldırdı; Suriye masasında eğreti kalan Trump’ın dikkatleri de buraya çevrildi. Hong Kong’lular Merkezi Çin hükümetine bağlanmaya razı olmadıkları, İngiliz mandasını sürdürmek istedikleri ve bu dönemeçle birlikte ortaya çıkmış olmasa da var olan sosyal eşitsizlikleri protesto etmek için sokağa döküldü.

Öte yandan Fransa’da bir yılı geride bırakan “Sarı Yeleklilerin” eylemleri Avrupa seçimlerinden itibaren kıyas kabul etmez biçimde zayıflamakla birlikte sürekliliğini koruyor ve polis şiddeti de bu zayıflamaya rağmen azalmıyor.ABD’de düpedüz solcu olduğunu ilan eden bir adayın başkanlığa soyunmasının, İngiltere’de benzer bir gelişmenin olmasının ardında da aynı nedenlerin örtük olarak yattığını söylemek de yanlış olmaz. Bir başka deyişle giderek daha solda adayların ön almaya başlaması şimdilik bu merkezlerde de sokağın tansiyonunu düşürmek üzere kullanılıyor.

Doğrusu 20. Yüzyıl sona ererken CIA ve ABD dışişleri sözcüleri 21. Yüzyılın bir “ayaklanmalar yüzyılı” olacağını söylemişti. Görünen o ki bu isabetli bir öngörü olmasının ötesinde bu işin içinde bir ABD parmağı olduğu kuşkusunu da uyandırmalı. Nitekim bütün bu isyanların, hatta Seattle’dan beri görülen gelişmelerin George Soros’un “Açık Toplum” projesiyle benzerliklerini kurmamak elde değil.

Aslına bakılırsa bu hareketlerin hemen hepsi dünyanın her yerinde herhangi bir vesileyle ve aynı nedenlerle patlak verebilir. Zira dünyanın her yerinde yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar ve yönetenler de git gide eskisi gibi yönetme kabiliyetlerini yitirdiğini her vesileyle ortaya koyuyorlar.

Pek çokları bu “eski” formülü hatırlamak istemiyorlarsa da söylendiğinde herkes bu saptamanın bir devrim seçeneğine işaret ettiğini bilir.

Neden Kimse Türkiye’den ve Kürdistan’dan Söz Etmiyor?

Şimdi asıl vurgulanması gereken şu ki aynı koşullar yaşadığımız topraklarda ve buna bağlı olarak da Kürdistan coğrafyasında fazlasıyla geçerlidir.  Ne var ki dünya bütün bu yeni isyan dalgasıyla meşgul olurken muhtelif cenahlardan yükselen “yeni uluslararası isyan dalgası” çerçevesinde Türkiye’den ve Kürdistan’dan söz edilmemesi başlı başına bir merak konusudur.

Bunun nedenini başka yerlerde aramaya kalkışmadan ve kestirmeden söylemek gerekir: bütün bu gelişmelerden ve önceki benzerlerinden farklı olarak Türkiye ve Kürdistan’da biriken sorunların çözümünün bir proleter devrimini dayatması ve böyle bir devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmanın ötesinde neredeyse çürümeye yüz tutmuş olmasıdır.

Ortadoğu çoktan beri dünyanın yeniden paylaşılması kavgasının başlıca ve hâlihazırda belirleyici alanlarından biridir. Hatta Suriye’de olduğu gibi Rusya‘nın bizzat ve Çin’in de bir biçimde dâhil olması hasebiyle en kritik düğüm noktasıdır. Üstelik bu bugün, Arap Baharı yahut Suriye’deki iç savaşla ortaya çıkmış bir durum değildir.

Aksine Orta Doğu çoktan beri, hiç değilse geçen yüzyılın son on yılından beri yeni paylaşım kavgasının başlıca alanlarından biridir. Türkiye de bu alanda kilit bir öge olma özelliğini hiç kaybetmeden taşımaktadır. Bu özellik de sadece nesnel konumu itibariyle değildir.

KöZ’ün siyaset sahnesine çıkarken yaptığı saptamalar bunun altını çizmektedir. Arada geçen 20 yılda da bu tespitler defaten doğrulanmıştır. Her yeni varyant da bu saptamalar hakkında kuşku yaratmaktan ziyade bunların doğruluğunu vurgulamaktadır.

O nedenle şimdi yeni şeyler söylemekten ziyade bu eski ve eskimeyen saptamaları ve onların komünistlere dayattığı ödevleri aynen hatırlatmak daha doğru olur:

Yüzyılın başında “hasta adam” olarak anılan Osmanlı devletinin savaşa girmekle gürbüzleşip gürbüzleşmeyeceği pek belli değildi. Ama hastalıklı varlığını sürdürebilmesinin bile biricik yolu, sürmekte olan paylaşım kavgasına aktif bir taraf olarak katılmaktı. Bugün emperyalist paylaşım kavgasının kurtlar sofrasında tam orta yerde bulunan TC’nin mönüye dahil olmamak için tek seçeneği de bu paylaşım kavgasına atak bir unsur olarak dahil olmaktır. Nitekim, Türkiye’nin hakim sınıfı çoktandır bu role mecbur olduğunun bilincinde olarak emperyalist hiyerarşinin üst basamaklarına sıçrama hedefinin peşindedir; onu bu yolda destekleyip kışkırtan uluslararası güçler de az değildir.

….

70’li yılların sonundan beri, Türkiye Cumhuriyeti, hem içine girdiği yapısal bunalımın dürtülediği, hem de uluslararası sermayenin yönelişleriyle çakışan bir süreçte; kendi iç dinamiklerinin ve uluslararası konjonktürdeki dalgalanmaların dayattığı zikzaklarla, ama asıl istikameti değişmeden, bizzat belli emperyalist merkezler tarafından emperyalist hiyerarşide bir üst basamağa sıçramaya hazırlanmaktadır. Alt yapısı, sınai potansiyeli, görece yetişkin işgücü, görece güçlü devlet aygıtıyla, NATO ve AB ile bağlantılarıyla; Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya çapındaki kültürel/tarihsel etki alanıyla; özellikle de ABD’nin “yeni dünya düzeni” planları içerisinde soğuk savaş dönemindekinden daha stratejik bir önem kazanan jeopolitik konumuyla Türkiye nesnel olarak uluslararası emperyalist düzenin kilit öğelerinden biridir;……

Ama Türkiye aynı zamanda, bölgenin en güçlü, en örgütlü ve deneyimli işçi hareketini; en yaygın, militan, gelişkin ve büyük ölçüde budanmış olmakla birlikte, varlığını ve direngenliğini sürdürmekte olan devrimci akımları; Kürt ulusunun en kalabalık, en dinamik kısmını; ve toplam Kürt nüfusu içinde marksist etkilere en açık ve en örgütlü devrimci kadroları barındıran ülkesidir.

Bu çelişkili konumu ve artık geri döndürülemeyeceği belli olan yönelişi ile Türkiye, son derece keskin bir gerilimin ortasındadır. Yeni bir emperyalist paylaşım kavgasının ortasında ciddi bir yapısal (hem ekonomik bakımdan hem de devletin kimi değişmez sanılan özgünlüklerinin değişmesi bakımından) dönüşüm yoluna girmiş bulunmaktadır; ortalıkta derisini değiştiren bir yılan gibidir. Öte yandan bu yapısal dönüşüm nasıl ve hangi yönde gerçekleşirse gerçekleşsin, kaçınılmaz olan toplumsal alt üst oluşlara gebedir. Çünkü emperyalist hiyerarşide daha avantajlı bir konuma sıçrasa bile, feraha çıkmayacaktır. Zira hem hakim sınıfların eski bileşenleri arasında, hem de bunlarla yeni türeyenler arasında; üstelik “dış güçlerin” (uluslararası finans kapitalin) de devreye gireceği keskin bir iç paylaşım kavgasından geçmektedir. Bu kavganın “kirli çamaşırların” orta yerde yıkanmasına yol açtığı görülmüştür; aynı biçimde süreceğinden de kuşku duyulmamalıdır. Üstelik geri adım atıp, eski statükolara oturmanın daha az bir alt üst oluş pahasına olmayacağı da belli olmuştur.

Zira her ne kadar bugün bu oyunu bozması gereken güçler öznel bakımdan zayıf dağınık ve perspektifsiz olsalar da bu güçlerin barındırdığı nesnel dinamiklerin ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı da açıktır. Bir emperyalist paylaşım kavgasının çerçevesinde gerçekleşen siyasal toplumsal dönüşümlerin ne tür olasılıklar barındırdığını kavrayabilmek için en iyi yol daha önce benzer koşullarda ne tip bir evrimin yaşandığını akıldan çıkarmadan bir karşılaştırma yapmaktır. Hele hele bugünkü paylaşım kavgasının en kritik düğüm noktalarından biri olan bölge birinci paylaşım savaşının başlıca odak noktalarından biri ise bu çok daha anlamlı olmaktadır.

…….

Emperyalist Zincirin Kırılacak Halkası
Ayaklarımızın Altında!

Emperyalist zincirin kırılacak halkası ayaklarımızın altındadır. Zincirin bu halkadan kırılması sadece bu halkanın kırılmasıyla kalmayacaktır. Bütün bunların olması için öncelikle yerine getirilmesi gereken koşul Ekim Devriminden Bolşeviklerin çıkartıp Komünist Enternasyonal belgelerine kaydettiği derslerle donanmış bir komünist partinin yaratılmasıdır; sonra da bu partinin emperyalist zincirin kırılması anlamına gelecek olan proleter devriminin önderliği konumuna ulaşmasını sağlamaktır.

Böyle bir parti mevcut değildir ve ne var olan örgütlerin büyüyüp serpilmesiyle, ne de bunların değişik biçimlerde birbirleriyle birleşip bütünleşmeleriyle yaratılamayacaktır. Bu parti Bolşevik deneyimin ışığında ve Komünist Enternasyonal’in koyduğu ilkeleri rehber eden komünistler tarafından yaratılacaktır. Demek ki bugün proleter devrimini hedefleyenlerin yapmaları gereken budur. Bolşevik çizgide ve oportünistlerden ayrı durarak komünistlerin parti birliğini yaratmak için mücadele edenler de proleter devrimi için, onun zaferi ve sürekliliği için çalışmaktadır. Bu hedeflere ulaşmanın başka yolu da yoktur.”

20 Yıl Önceki Saptamalar Misliyle Geçerlidir

20 yıl önce yapılan bu saptamalar aynen ve misliyle geçerlidir. Önemli bir farkla! Özal zamanında Türkiye’nin bu hiyerarşide bir basamak yukarı sıçrama hayalinin bir temeli vardı. Erdoğan’ın ABD’nin icazeti ve 28 Şubatın siyaset sahnesini temizlemesiyle iktidara gelmesinden beri T.C.’nin içinde debelendiği rejim krizi giderek daha şiddetlenmiştir ve mevcut Cumhur İttifakı koalisyonu yönetemediği için bu krizi derinleştiren başlı başına bir etken haline gelmiştir. Sadece hükümet değil onun alternatifi olmaya talip muhalefeti de daha şimdiden bu krizi yönetemeyeceklerinin farkında olduğunu ilan etmek anlamına gelmek üzere bir türlü iktidara talip olmamak için her yolu denemektedir. Yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemediklerini her fırsatta göstermektedir. Ama AKP’yi geriletmek adına seçim sandıklarında oyların sayılmasını bekleyenler bunu görmemek için biraz daha seçim oyunlarına gömülme telaşındadır.

Oysa Gezi ayaklanmasında görüldüğü gibi emekçiler ve ezilenler dünyanın pek çok yerinde görülen örneklerden daha kapsayıcı bir alanda mevcut hükümeti istemediklerini haykırmıştır. Odağında BDP/HDP’nin olduğu Sol hareket bütün baskılara, hatalara ve tereddütlere rağmen parlamentonun üçüncü büyük gücü olduğunu ve yerel yönetimlerin ağırlıklı bir kesimini yönetme kabiliyetinde olduğunu göstermektedir. Arada Kürdistan’da pek çok mevzi kazanılıp kaybedilmiş olsa da hala bu coğrafyada neşet bulan devrimci dinamikler varlıklarını korumaktadır.

O nedenle 20 yıl önce olduğu gibi bugün de Orta Doğu’nun düğümü ayaklarımızın altındadır ve bu düğümün kesilmesi zarureti bir proleter devriminden başka bir seçeneğe yer bırakmamaktadır.

Böyle bir devrimci çözüm de apaçık Bolşeviklerinki gibi bir devrimci partiyi şart koşmaktadır. Üstelik Ekim Devrimi’nin bir uzantısı da bugün T.C. sınırları içinde bulunan topraklarda filizlenmiştir ve Mustafa Suphi önderliğindeki TKP,Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP’den ve onun çakma TKP’sinden önce bu topraklara ayak basmıştır.

Birinci emperyalist paylaşım savaşından beri Orta Doğu dengelerini sürekli alt üst eden Kürdistan dinamiklerinin ağırlık merkezi de bu topraklardadır.

O nedenle bu topraklardaki komünistlerin acil ve öncelikli ödevi hala bayrağına “Tek Yol Devrim!” şiarını yazacak olan bu partinin kurulmasını sağlamaktır.

Komünistler bunun için mücadele ediyor ve komünizm davasına bağlı olma iddiasını taşıyanları bu sorumluluğu Komünist Enternasyonal’in temel referansları çerçevesinde paylaşmaya çağırıyor.