(KöZ gazetesi Ekim 2017 sayısında yayınlanmıştır.)

Uzun zamandır KöZ sayfalarında solun ve burjuva basının aksine Erdoğan’ın ve iktidarının giderek güç kaybettiğini ve gerilediğini vurguluyoruz. Bilhassa Erdoğan ve hükümetinin her vesileyle güçlü olduklarını, ekonominin iyi gittiğini, siyasi istikrarın sağlanmakta olduğunu vb. muzaffer bir edayla ilan ettikleri her durum karşısında bunun gerçeği yansıtmadığına dikkat çekiyoruz. Buna karşılık Erdoğan’ın sağdaki ve soldaki rakip yahut karşıtları söze başlarken adeta Erdoğan ve hükümetinin bir zafer kazandığını teyit etmek istercesine konuşmakta, yazmaktadırlar. Sağdan soldan yükselen en sert tondaki eleştiriler bile adeta Erdoğan’ın bir zafer kazandığını tasdik etmek istercesine “evet ama…” diye başlamaktadır. Sonra da hükümetin bu zaferi hile ile baskı ile ve devlet aygıtlarının katkısı sayesinde elde ettiğini izah etmeye çalışmaktadırlar. Bunun nedeni açık değilse de anlaşılabilir bir nedendir. Zira bahis konusu akımların yahut yazarların tamamı çoktan beri parlamenter bir siyaset yoluna girmeye karar vermiş olanlardandır. Erdoğan’ın öyle ya da böyle seçim sandıklarından muzaffer çıkmasını bir siyasal zafer olarak kabullenmeleri kendilerinin de aynı yoldan bir siyasi zafer peşinde olmalarındandır. Bu türden muhtelif değerlendirmelere inat KöZ daima Erdoğan’ın ve AKP’nin sandık zaferlerine rağmen gerilemekte olduğunu açıklıyor. Ayakta olup hamasi açıklamalar yapmakta oluşlarının kendilerinin herhangi bir marifetinden yahut cambazlığından değil, onu devirmesi gerekenlerin kusur ve beceriksizliklerinden ve en çok da bu yöndeki tereddütlü ve isteksiz tutumlarından ileri geldiğini anlatıyor. KöZ sayfalarında bir o kadar da Baykal operasyonunun ardından Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin AKP’nin yedek lastiği olarak hazırlandığına dikkat çekildi. Bir başka deyişle, Kılıçdaroğlu ve CHP’sinin Erdoğan iktidarını onaylayan ve destekleyen aynı güçlerce (yani ABD sermayesinin belli bir kesimiyle Türkiye’deki ortaklarının) Kılıçdaroğlu’nu Erdoğan’ın yerine iktidara hazırladığına işaret ettik. Bununla birlikte, gelişmelerin Kılıçdaroğlu CHP’sinin ve onu bu doğrultuda destekleyen güçlerin arzuladığı gibi seyretmediği de aşikardır. Mevcut tabloya bakıldığında muhalifleri ve rakiplerinin Erdoğan karşısındaki projelerinin istedikleri gibi işlemediği görünmektedir. Bu da aslında giderek güç kaybeden ve destekleri azaldığı gibi hem kendi partisi hem de devlet aygıtı üzerindeki hakimiyeti sarsılan Erdoğan’ın alternatifsiz görünmesine yol açmaktadır. KöZ sayfalarında daha önce Erdoğan’ı iktidara taşıyan güçlerin Erdoğan’la bariz bir uyuşmazlık içinde olmalarına rağmen onu iktidardan indirme konusunda niçin başarısızlığa uğradıklarına pek çok kez dikkat çekilmişti. En bariz örneği 17-25 Aralık operasyonu olan devlet bürokrasisi aracılığıyla Erdoğan’dan kurtulma yahut Erdoğan karşısında diğer partileri bir şekilde destekleyerek parlamenter yollardan Erdoğan’ı iktidardan düşürme projeleri öteden beri rejim krizi olarak tarif ettiğimiz olgu sebebiyle başarısızlığa mahkum görünmektedir. Örneğin benzer bir projeyi ABD ile ilintili güçler Brezilya’da hayata geçirebilmişti; ABD muhalifi solcu devlet başkanı Rousseff bir yolsuzluk soruşturması sonucunda Senato tarafından azledilmişti. Türkiye’de ise 17-25 Aralık, Mit tırları operasyonları gibi benzeri hamleler yapılsa da 12 Eylül rejiminin sekteye uğramış mekanizmaları yüzünden bu hamleler sonuç vermedi. Bu ve benzeri hamlelerin bu coğrafyadaki başarısızlığında düzen mekanizmalarının eskisi gibi çalışmıyor oluşunun yanı sıra ABD’nin siyasal gelişmeleri tayin etme konusunda kapasitesini günbegün yitiriyor olması da bir diğer faktör olarak karşımızda durmaktadır. Erdoğan’la uyumsuzluk içindeki finans kapital güçleri Erdoğan’ın gidişini bir şekilde düzenin tüm dengelerini alt üst etmeden sağlamak istemektedirler ve bunun için yaptıkları tüm hamleler Erdoğan’ı yerinden etmese de düzenin işleyişini daha da bozmaktadır. Ortadoğu’da kendi kontrolleri dışında gelişen mevcut tabloya bakıldığında hele ki Kürdistan’daki devrimci dinamikler göz önünde tutulduğunda niçin Erdoğan’dan “başka metotlarla” kurtulmaya, örneğin Venezuela’daki gibi bir sokak hareketi fitillemeye yanaşamayacakları açığa çıkar. Bir anlamıyla kaybettikleri etki ve coğrafyadaki nesnelliğin barındırdığı devrimci dinamikler ABD’yi anayasa çerçevesindeki imkanlarla Erdoğan’dan kurtulmaya ve onun çizgisindeki muhalefeti de anayasa çerçevesindeki imkanlar işe yaramadığı ölçüde pasif bir hatta mahkum etmektedir. Sırf bu durum bile 15 Temmuz’daki gibi maceracı bir girişimin ardında bu güçlerin bulunmayacağını tahmin etmek için yeterlidir. Her şeye rağmen 15 yıldır devletin başında olan Erdoğan sırf böyle olduğu için bile tam olarak ne olacağı ve nasıl geleceği belli olmayan bir alternatife karşı ayakta kalabilmektedir. Bu durumda Erdoğan sonrası döneme istikrarlı bir geçiş beklentisi ister istemez AKP ve Erdoğan’ın bir seçimin sonucunda mağlup olup kendiliklerinden iktidardan vazgeçmeleri gibi bir ham hayale varmaktadır. Halbuki böyle bir sonuç 7 Haziran seçimlerinin ardından zaten ortaya çıkmıştır. Ne var ki Erdoğan’ın bu mağlubiyeti kabul edip kaderine razı olmadığı da en az seçim sonuçları kadar aşikar bir olgudur. Oysa Erdoğan’ın seçimlerde yenilgi almasını bekleyen rakipleri onun sandık sonuçlarını kabul etmeyip seçimlerin yenilenmesine yönelmesine herhangi bir ciddi karşı koyuş sergilememişlerdir. Zira Erdoğan’ın bu seçim yenilgisi, yerine geçmesi istenen CHP’nin arkasına Gezi Ayaklanması’nın rüzgarını alıp sandıklardan muzaffer çıkmasıyla olmamıştır. Aksine CHP 7 Haziran seçimlerinde ciddi bir yükseliş gösteremediği gibi, Gezi’nin rüzgarını arkasına alan HDP olmuştur. HDP kendi beklentilerini de aşan bir oy oranıyla ve meclis aritmetiğini ciddi bir değişikliğe uğratarak parlamentoya girmiştir. Bu durum sadece AKP’yi ve MHP’yi değil CHP’yi de rahatsız eden bir tablo oluşturmuştur. Bu nedenledir ki o noktadan itibaren CHP 7 Haziran öncesinden beri alametleri belli olan yeni bir seçim sürecine HDP’nin geriletilmesi umuduyla itiraz etmemiştir. Daha sonra dokunulmazlıkların kaldırılmasına da “Bu anayasaya aykırı.” diye diye destek verecektir. Bu bakımdan CHP’nin muhalefetin başında kalmak için HDP’nin edilgenleşmesine en az AKP kadar ihtiyacı vardı. Tek farkla ki bu edilgenliğin, edilgen bir destek olarak kendi arkasına geçmesini istemekteydi. Öte yandan AKP’nin rakibi kadar karşıtlarının neredeyse tamamına yakını da Erdoğan’ın seçimler yoluyla devrileceğine veya hizaya getirileceğine sahiden inanmaktaydılar. Dolayısıyla bir kez daha seçimlerden mağlup çıkacağını zannetmekteydiler. Çünkü bunlar, demokrasiyi sandıktan en fazla oy alan siyasetçilerin ülkeyi bir sonraki seçimlere kadar yönetmesine indirgeyen Amerikan ideolojisinin esiridirler. Ne yazık ki bu nedenle HDP fütursuzca “Hodri meydan sandığa tekrar gidelim, daha büyük bir grupla meclise geliriz.” deme aymazlığını gösterdi. Onu destekleyen ve umut bağlayanlar da yeni bir seçim sürecinde HDP’nin başına ne çorap örüleceği besbelli olduğu halde ve buna karşı kendilerinin yapacağı neredeyse hiçbir şey olmasa da bu tutumu hevesle karşıladı. Bu şartlarda Erdoğan da rakiplerinin ve muhaliflerinin bu ham hayalini istismar ederek hatta zaman zaman bizzat istikrarı zedeleyen hamleler yaparak istikrar arayışı içindeki karşıtlarına kendisini bir kez daha dayatma fırsatı buldu. Hala aynı mekanizmayı kullanmaya devam etmektedir. Erdoğan ve AKP’nin yedek lastiği ABD destekli muhalefet CHP’nin, böyle düşünmesi gayet tabii görünebilir. Buna karşılık CHP’nin solundaki siyasi akımların pek çoğu da Erdoğan’ın sandıkta yenilmesinden başka bir seçenek olmadığı konusunda CHP ile yarış halindedirler. Zira onlar da çoktan beri legalist tasfiyeciliğin kıskacındadır. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin ortadan kalkması onları o kadar etkilemiştir ki, Rojava Devrimi ve ardından gelen Kobane Direnişi bile onları bu sükutu hayalden kurtaramamıştır. Bilhassa devrimciliği “silahlı mücadele” diye özetledikleri gerillacı stratejilerden ibaret gören ve bu tür stratejilerle buna tabi taktiklerin artık geçerli olmadığına kanaat getiren legalist tasfiyeci akımlar, siyasi iktidar yoluna parlamenter zeminde siyaset yaparak girilebileceğine kesinkes kanaat getirmiş durumdadırlar. Stratejileri gibi örgütlenme tarzlarını da buna göre değiştirmiştirler. O nedenle de aksi yönde bir manevra yapmaları neredeyse imkansızdır. Bu tür oportünist akımlar CHP’nin kuyruğunda, AKP’nin seçim yoluyla devrilmesini gözleyen bir konuma yerleşmiş durumdadırlar. Şüphesiz HDP gün geçtikçe bu hatta sürüklenmektedir. Fakat HDP’nin siyaset sahnesindeki kendi niyetinden bağımsız konumu buna bir ölçüde mani olmaktadır. HDP’nin desteğini aldığı kesimlerin en önemli bölümü Kürdistan’daki devrimci dinamizmi taşıyan kesimlerdir. Dolayısıyla HDP’nin, CHP’nin kuyruğunda sürüklenmesi için bu kesimleri olabildiğince geri tutması, bir anlamıyla kendini var eden dinamikleri sönümlendirmeye çalışmasıyla mümkündür. Uzun zamandır parlamenter siyaset yolunun rakipsiz galibi olan ve sürekli seçimlere ve sandık sonuçlarına saygıdan söz eden Erdoğan, bu demagojiyle uzunca bir süre soldaki muhtelif reformist akım ve şahsiyetlerin de itibarına mazhar oldu. Her ne kadar bu sayede liberallerden başlayarak solun ve Kürt hareketinin üzerinde önemli bir etkiyi uzun zaman sürdüren Erdoğan ise bilhassa 7 Haziran seçim sonuçlarından itibaren bu tılsımı elinden kaçırmıştır. Ama iyice güç ve maneviyat kaybetmiş olsa dahi bu pasif ve pasifist muhalefet karşısında durumuna aykırı bir pervasızlıkla hareket etme imkanı bulmuştur. Artık kandırmaca ile değil açık saldırı ve tehditle eskiden kendisini destekleyenler de dahil herkesi hizaya geçirme ve kendine razı etme yoluna girecektir. Buna rağmen 7 Haziran sonuçlarına koalisyonların istikrarsızlık yaratacağını söyleyerek itiraz eden Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinden sonra da yeterli çoğunluğu elde edememiştir. Bu sefer 7 Haziran sonrasında koalisyon seçeneklerini baltalayan MHP ile örtülü bir koalisyona mahkum olmuştur. Ecevit’in kendi kendisini intihar etmesine yol açtıktan sonra kendisi de baraja takılan Bahçeli’nin partisi açısından bu durum yeni değildir ve misyonuna da aykırı gözükmemektedir. Her halükarda ilk seçim yenilgisini takip eden süreçte istikrar avazeleri ile istikrarı bozan Erdoğan olacaktır. Bu tesadüfi ve istenmeyen bir durum değildir. Elinde tuttuğu dümeni bırakmamakta kararlı olan Erdoğan, istikrarı tehdit eden adımlar atmakta ve zaman zaman da kof tehditler savurmaktadır. Bu sayede de muhalefeti huzur ve istikrar söylemine hapsetmektedir. Hiç kuşkusuz barış, huzur ve istikrar söylemlerinin bu kadar yaygın olduğu bir tablonun, devrimci bir durumu tasvir etmediği apaçıktır. Ama paradoksal olarak aynı koşulların, bir devrimci duruma açık olduğu da bir o kadar doğrudur. Bu şartlarda barış, huzur ve istikrar söylemlerinin ipoteği altında bulunan, parlamentarizmin gözbağlarıyla körelmiş ve iç savaş korkusuyla terbiye edilmiş devrimci irade; iktidarı elinde tutan Erdoğan’ın sürekli kontrolü ve baskısı altında bulunmaktadır. Bu bakımdan desteksiz kalmış ve güç kaybeden Erdoğan’ı ayakta tutan kendi gücü değil rakiplerinin ve hasımlarının pasif ve pasifist tutumlarıdır. Bu şartlarda Libya’dan Suriye’ye kadar uzanan tablodan, Irak’taki Mısır’daki kırılgan dengelerden beslenen “iç savaş umacısı” Erdoğan’ın başlıca silahı haline de bu tutum gelmiştir. Halbuki iç savaş durumu devrimci bir olasılığın en somut olarak kendini gösterdiği durumdur. Ne var ki “Emperyalist savaşı iç savaşa çevirmek lazım.” diyen Lenin ve Bolşevikler, güya bunlara sahip çıkma iddiasında olanlar tarafından çoktandır unutulmuştur. Bu durum Erdoğan’ın asıl cephanesini oluşturmaktadır. Bu silahla sürekli olarak rakiplerini ve hasımlarını savunma pozisyonunda tutmaktadır. Oysa kendini kurtarmak ve var olan durumu korumakla kendini sınırlayan orduların bir zafer kazanma olasılığı yoktur. Zira savunma mevzileri ekseri, iktidara en uzak noktalarda kurulur. Zaten iktidarda bulunan Erdoğan ise rakiplerini ve hasımlarını devamlı savunma pozisyonunda tutarak konumunu koruyabilmektedir. Böylece bir Amerikan ürünü olarak siyaset sahnesine çıktığı halde Türkiye bakımından olduğu gibi AB’ye ve Orta Doğu’ya ilişkin planları bakımından da ABD emperyalizminin ayağına köstek olan Erdoğan, hala iktidarını sürdürebilmektedir. Zira ABD, Erdoğan’ın istikrar bozulmadan parlamenter işleyiş bozulmadan seçimler yoluyla etkisiz hale gelmesinden yanadır. Kuşkusuz bunun nedeni ABD’nin darbelere karşı olması değildir. ABD’nin, özellikle ordunun kontrolündeki büyük sermaye odağı üzerinde rakipsiz bir güç olduğu Mısır’da bu konuda tereddüt etmediği en yakın örnektir. Ama Türkiye, ABD emperyalizminin arka bahçesi değildir. Dünya’da olmadığı gibi Türkiye üzerinde de ABD tek patron, tek hakim değildir. Aksine Hollanda, Fransa, Almanya gibi büyük rakiplerinin kendisinden daha güçlü ve etkili olduğu bir alandır Türkiye. Sermaye için demokrasi anlamına gelen burjuva demokrasisinin parlamenter işleyişine ABD sadece hakim ideolojisinden ötürü değil bu nedenle de mecburdur. Rakipleriyle açık bir savaş halinde olmadığı için onlarla ancak bu çerçevede hesaplaşmak zorundadır. ABD emperyalizmi esasen bu alana güçlü bir biçimde girebilmek üzere (daha önce Özal’ı desteklediği gibi) AKP’yi desteklemekte idi. Bu vasıtayla Türkiye’yi AB içine bir tür truva atı olarak sokma peşindeydi. Aynı planın bir ayağı da kuşkusuz Türkiye’nin, ABD’nin Orta Doğu’da “Amerikancı” bir Kürt çözümünü sağlamasıyla ilgiliydi. Bu perspektifin en kritik dönemeçlerinden biri Öcalan’ın rehin olarak T.C.’ye teslim edilmesi oldu. Bu adımla açılan süreçte PKK denetimindeki Kürt hareketinin parlamenter siyaset alanına girmesi de gerekli ve önemli bir kerte idi. AKP’den bunu sağlaması bekleniyordu. AKP açısından ise bunun Kürt oylarını devşirmek için bir vaat olarak anlamı vardı. Nitekim bu düzeyde kaldığı müddetçe de bu işe yaradığı söylenebilir. Ama sorunun parlamenter siyaset zemininde çözülmesinin bir gereği ve sonucu olarak HDP’nin seçimlere bir parti olarak girmesi, AKP’nin siyasi çıkarları kadar mutlak iktidar partisi olarak varlığını da tehdit eden bir sonuç doğurdu; daha doğrusu bu kaçınılmazdı. Kürt hareketinin Türkiye’de parlamenter siyasete girmesinin karşılığında AKP’ye oy vermeye devam edeceğini beklemek saçmaydı elbet. Eğer parlamenter siyaset zemininde bir Kürt partisi olacak ise Kürtlerin bunun yolunu açtığı için AKP’ye oy vermeye devam etmesini beklemek ham hayalden ibaretti. Bu bakımdan Kürt hareketinin parlamenter siyaset zeminine girmesinin önünü açmak AKP açısından bir nevi siyasi intihar olacaktı. Nitekim öyle olacağı, açık bir biçimde 7 Haziran’dan itibaren göründü. HDP’nin siyaset sahnesine girmesiyle birlikte mutlak iktidar olanaklarının elinden gideceği belli olunca Erdoğan bu misyonun kendisi için intihar anlamına geldiğini fark ederek kendisini iktidara taşıyan güçlerin ayağına köstek olmaya başladı. Sadece bu konuda değil, Orta Doğu çerçevesinde de ABD’nin planlarına köstek olan bir role doğru ilerledi. Gelinen noktada Erdoğan / “FETÖ” çatışmasının ardında yatan başlıca etken de bu çatışmadır. Bu sürecin değişik aşamalarında muhtelif veçhelerine de KöZ sayfalarında sistematik bir biçimde işaret edilmiştir. Erdoğan iktidarının dayanaklarından olan, ABD’nin başlıca araçlarından biri bugün “FETÖ” diye anılan enstrümandan başka bir şey değildi. Bu bakımdan Erdoğan’ın iktidara yükselişine ön gelen süreci hatırlamakta yarar var. Bu aynı zamanda bugün Erdoğan’ın her türlü rakibine ve hasmına karşı kullandığı “FETÖ” ithamlarının neyi ifade edip etmediğini dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişiminin mahiyetini anlamak da kolaylaşır. 2002’den Bugüne AKP – ABD İlişkileri Erdoğan ve AKP’nin, ABD emperyalizmi tarafından hazırlanıp öne sürüldüğüne KöZ sayfalarında defalarca işaret etmiştik. Nitekim Erdoğan’ın ilk dönemi boyunca ve ikinci döneminin başında bu destek gizli saklı değildi. Ancak tam olarak hangi dönemeçten itibaren ve hangi saiklerle olduğu konusunda rivayetler muhtelif olsa da ABD emperyalizmi ve Erdoğan arasındaki ilişkilerin bozulduğu ve giderek gerginleştiği de sır değildir. Bu itibarla, bu ilişkilerin ne zaman nasıl başladığına ve bu bağlamda dolayımı sağlayan halkanın nerede olduğuna bakmak gerekir. Elbette bu durumda ilk elde yapılması gereken ABD’nin bu yolda kullandığı enstrümanlara bakmak olsa gerektir. Türkiye solunda ABD etkisi dendiğinde akla mutlaka ve yalnızca askeri darbeler geliyor olduğu için de başka araçlarla ve başka yollardan yapılan müdahaleleri Amerikan emperyalizminin bir müdahalesi olarak görmek pek adetten değildir. O nedenle olsa gerek Gülen/Erdoğan çatışmasını da Türkiye içi hatta Türkiye’deki siyasal islam hareketi içi bir çatışma olarak görme eğilimi hakimdir. ABD emperyalizminin kimi ülkelerde, örneğin Güney Amerika ülkelerinde veyahut Nasır sonrasında ve en son Sisi darbesinde olduğu gibi Mısır’da, askeri müdahalelere sık sık destek vermiş olsa da, bu tür müdahaleler için yalnızca orduları kullandığı doğru değildir. 17-25 Aralık’tan beri Erdoğan ve hükümeti bir darbeden söz ederken kastettikleri de böyle bir müdahaledir ve burada bahis konusu olan besbelli bir askeri darbe değildi. Hükümetle uzun dönem işbirliği içindeki “cemaat” vasıtasıyla ABD’nin, Erdoğan’a karşı bir askeri darbe olmayan müdahalesi söz konusuydu. Erdoğan ve taraftarları 15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından 17-25 Aralık’ı milat olarak ilan ederken aslında bu teşebbüsle doğrudan ilgisi olmasa da asıl ağrıyan dişinin nerede olduğunu belli etmiştir. Kendisine karşı yapılan ABD ilintili müdahalelerin ardında Gülen Cemaati olduğunu bilerek kendisine karşı yapılan darbe teşebbüsünü de bu asıl hedefe bir karşı saldırı başlatmak için vesile yapmıştır. Ergenekon, Balyoz vb. davaları vasıtasıyla ordu içindeki bir kısım Erdoğan karşıtı kesimlere ve destekçilerine karşı bir tür “darbe” tertipleyenler de ABD emperyalizminin desteklediği ve o zaman ittifak halindeki AKP ile Gülen Cemaati’nden başkası değildi. Oysa 17-25 Aralık olaylarında cemaat ve ABD’nin bir rolü olduğu besbelli olsa da 15 Temmuz girişimi için bunu söylemek doğru değildir. Bu bağlantı Erdoğan ve AKP tarafından üretilen komplo teorisinin bir parçası olarak yaratılmak istenmektedir. Özellikle geçen yıl temmuz ayından beri “FETÖ’cü darbe teşebbüsü” adı altında, doğrudan doğruya bu darbe girişimiyle ilişkisi olanlardan çok ilintisi olmayanlara yönelik bir saldırının başlaması ve bu meyanda ne biriyle ne de diğeriyle hiç ilişkisi olmayan solcu ve muhalif kesimlerin hedef tahtasına oturtulması da esasen FETÖ’ye karşı mücadele adı altında Erdoğan’ın sallanan iktidarını korumak için her türden muhalefeti bastırma ve önünü kesme arayışı içinde olduğu apaçık ortaya koymaktadır. Bununla birlikte Erdoğan kasıtlı olarak Gülen Hareketi ile ABD arasında doğrudan doğruya bir ilişki kurmaksızın sanki bu örgütlenmenin ABD ile ilişkisi yokmuş gibi hareket etmekte ve Gülen’i ABD’ye şikayet etme numarası yapmada ısrar etmektedir. Bunun anlamı açıktır; Erdoğan ABD’ye örneğin Hollanda’ya ya da Almanya’ya yönelik olan sert tutumu göstermekten imtina etmekte ve ilişkilerini düzeltmeyi umut etmektedir. Bu nedenle Fethullah Gülen’i özenle ayırt ederek ve adeta bir iç mesele gibi ele alarak hareket etmek istemektedir. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir. Gülen Hareketi Bir ABD Enstrümanıdır Her ne kadar sık sık Türkiye çıkışlı ve Türkiye’ye özgü bir oluşum gibi ele alınıyor olsa da bugünlerde “FETÖ” diye anılan Fethullah Gülen etrafındaki cemaat ya da kendi terimleriyle “hizmet hareketi”nin ABD emperyalizmi ile ilişkisi sadece “hoca efendi”nin Pensylvania’da mülteci olmasından ileri gelmekte değildir. Esasen bu hareket münhasıran Türkiye ile ilgili bir olgu olmaktan ziyade Türkiye’yi de kapsayan bir alanda ABD emperyalizminin, emperyalistler arası paylaşım kavgasında pozisyon tutmak üzere kullandığı enstrümanlardan biridir. Bu itibarla Gülen Cemaati’nin SSCB’nin, Doğu Avrupa ülkelerinin ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan yahut rakiplerinin nüfuz alanında olan başka Müslüman yoğunluklu ülkelere ABD’nin müdahale etmek üzere kullandığı enstrümanlardan olduğunu akılda tutmak gerekir. Bu hareketin söz konusu ülkelerde, hatta sınırlı boyutta Müslüman cemaatlerin bulunduğu kimi Güney Amerika ülkelerinde bile okulları bulunmaktadır. Her ne kadar Türkiye’de bir dönem Türkçe’yi dünyanın dört köşesine yaydığı için iftihar vesilesi olsa da bu hareketin asıl işi bu değildir. Asıl işi Amerikan emperyalizminin resmi ideolojisini dünyaya yaymak ve bu vasıtayla muhtelif devletlerin yönetiminde az çok belirleyici bir etkiye sahip olmayı mümkün kılacak imkanları yaratmaktır. Nitekim SSCB üyesi kimi Orta Asya ülkelesi bürokrasinin muhtelif kademelerinde bu hareketle bağlantılı yahut bu okullarda feyz almış kadroların yer kaptıkları bilinmektedir. Öte yandan Gülen hareketi çoğunlukla sanıldığı gibi islami yönü öne çıkan bir hareket de değildir; daha çok Müslümanlara dönük bir proje olduğu doğru olsa bile, İslamı yaymak üzere teşekkül etmiş bir yapıdan çok böyle bir muhtemel yayılmaya karşı ABD denetiminde bir aksi hareketin yaratılmasına hizmet etmek üzere kurulduğu düşünülmelidir. Dinler arası diyalog söylemi, İslam’ı liberalleştirmeye dönük projeleri ve Amerikan resmi ideolojisinin temel direklerinden olan siyasette liberalizm ve seçimlere dayalı bir “demokrasi” çizgisi dünya çapındaki bu hareketin asıl mahiyetini görmek için yeterlidir. Her halükarda bu “cemaat”in kapsama alanına bakıldığında bunun Erzurum/İzmir çıkışlı bir cami imamının başını çektiği bir dini gruplaşmanın marifeti olmaktan ziyade çok daha geniş imkanlarla donatılmış bir siyasi hareketi ifade ettiğini görmek zor değildir. Bununla birlikte başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de cemaat hareketi ayrı bir siyasi partiye sahip olmadığı gibi münhasıran belli bir siyasi gelenekle bağlantılı da değildir. Muhtelif siyasi hareketler üzerinde daima etki sağlamak üzere şekillenmektedir. Bugüne kadar pek çok hükümetin kurulmasında ve düşmesinde de az çok etkisi olmuştur. Erdoğan ve AKP’nin iktidarının önünün açılmasında da besbelli bu hareketin başlı başına bir rolü vardır. Bu bakımdan CHP’nin ve başkalarının “Bu hareketin önünü siz açtınız.” vb. eleştirilerinin aksine Gülen hareketi vasıtasıyla Erdoğan’ın ve AKP’ye destek sunan ABD emperyalizmidir. Mamafih şimdi de ABD’nin başka yolların yanısıra yine Gülen Cemaati vasıtasıyla Erdoğan’ı devirmek için çalıştığı da açıktır. Bu çelişki gibi görünen durum sadece Erdoğan örneğinde kendini göstermekte değildir. Erdoğan, “cemaat”in de katkılarıyla ABD emperyalizminin iktidara taşıdığı ilk siyasetçi değildir. Yine aynı katkılarla devirmeye kalkıştığı ilk siyasetçi de değildir. Çok uzağa gitmeden 28 Şubat muhtırası ve sonrasındaki gelişmeleri hatırlamak bunun için yeterlidir. “Postmodern” Darbe’den “Kontrollü Darbe”ye “Postmodern darbe” diye anılan 28 Şubat 1997 MGK muhtırası, büyük sermayenin merkezinde ve büyük sermayenin hizmetinde başarılı bir belediye başkanlığı siciline sahip Tayyip Erdoğan’ın iktidara doğru yürüyüşünde en önemli dönemeçlerden biri oldu. 28 Şubat muhtırasını takiben Refah Partisi’nin kapatılması ve belli başlı yöneticilerine siyaset yasağı gelmesini takiben 6 ay içinde Erbakan başbakanlık koltuğunu bıraktı. Tayyip Erdoğan’ın sanki bütün tarihi kapsıyormuş gibi ifade etmekle birlikte asıl kastettiği “istikrarsız koalisyonlar dönemi” bu noktadan itibaren başladı. Refahyol diye de anılan RP-DYP hükümetinin düşmesiyle sonuçlanan bu müdahaleyi takiben bu sefer Anasol D diye anılan DSP başkanı Ecevit ve DYP’den ayrılıp Demokrat Türkiye Partisi’ni kuran DYP’lilerin lideri Hüsamettin Cindoruk destekli Mesut Yılmaz başkanlığındaki azınlık hükümeti kuruldu. Bir buçuk yıl süren T.C. tarihinin en uzun ömürlü bu azınlık hükümeti yolsuzluklarla ilgili bir gensoruyla düşürülünce yerel ve genel seçimlerin birleştirildiği 18 Nisan 1999 seçimleri gerçekleşti. Bu seçimlerden Ecevit’in partisi birinci parti olarak çıkarken Baykal başkanlığındaki CHP tarihinde ilk kez meclis dışında kaldı. MHP ise yeni Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yle ikinci parti oldu. Genel seçim sonuçlarında barajı aşamayan HADEP yerel seçimler çerçevesinde DSP’nin ve oylarını iki kat arttıran MHP’nin ardından üçüncü parti oldu. 70’li yıllar boyunca karşı kamplarda siyaset yapan Ecevit ile kendisi artık hayatta olmayan Alpaslan Türkeş’in MHP’si, ANAP’ın da desteğiyle bir koalisyon hükümeti kurdu. O zaman ve sonrasında Ecevit’in bu seçim zaferinin ardında “cemaat”in de desteğinin olduğu sık sık dile getirilen konulardan olacaktı. ABD’nin bu cemaate benzer enstrümanlarından bir diğerini temsil eden George Soros’un adı da bu hükümet sırasında sık sık anıldı ve kendisi de Türkiye’ye bizzat teşrif etti. Dünya Bankası üst düzey yöneticilerinden Kemal Derviş’in bu hükümete dahil olması da önemli gelişmelerden olacaktı. Kuşkusuz en çarpıcı olan gelişmelerden biri Abdullah Öcalan’ın uluslararası çapta bir ABD operasyonuyla rehin alındıktan sonra şartlı olarak Türkiye’ye teslim edilmesi olacaktı. Ecevit’in “ABD’nin bunu neden yaptığını anlamadığını” açıklaması konuyla ilgili en çok hatırlanan şeylerden biri oldu. Bu hükümet dönemine rastlayan en önemli gelişmelerden biri de kuşkusuz, bir süredir AB’nin cezaevlerinin Avrupa normlarına uygun hale getirilmesi için dayattığı kıstasları sağlamak üzere yapılan büyük F-Tipi operasyonları oldu. 2 yıldan fazla iktidarda kalan bu hükümet en başta Bahçeli’nin ısrarı ve Mesut Yılmaz’ın da desteğiyle erken seçimlere gitme kararı aldı. Ama bu kez zoraki seçimlere gitme kararı alan Ecevit’in arkasından çekilenlerin arasında “cemaat” de olacaktı. Ecevit ise sürpriz biçimde birinci parti olduktan sonra meclis dışında kalacaktı. Bu “cemaat”li son hükümet macerasının sona ermesinin ardından Ecevit düzgün Türkçesini belki de ilk kez bozarak “Kendi kendimize intihar ettik.” sözlerini sarf ettikten sonra siyaset hayatına da son vermiş oldu. Kasım 2002 seçimlerinden genel başkanı yasaklı olan şimdiki iktidar partisi AKP, sürpriz bir sonuçla birinci parti olarak çıkmakla kalmayıp tek başına hükümet oldu. Bir anlamıyla ABD için de sürpriz olan bu AKP zaferinden ABD’nin çıkardığı ders 28 Şubat’ın dişlerini çektiği Erdoğan’la uyumlu bir şekilde çalışabilecekleri oldu. Cemaat 2002 seçimlerinde asıl olarak AKP’ye angaje bir şekilde hareket etmese de bilhassa bürokrasideki gücü üzerinden AKP iktidarının muhtaç olduğu önemli desteği sundu. Deniz Baykal başkanlığındaki CHP’nin açtığı yollardan AKP çoğunluğunun da desteğiyle Tayyip Erdoğan da yenilenen Siirt seçimlerinden milletvekili olarak TBMM’ye girdi ve “kardeşi” Abdullah Gül’ü önce Dışişleri Bakanlığı’na sonra da süresi dolan Sezer’in yerine Cumhurbaşkanlığı Makamı’na bir nevi noter olarak gönderdi. Erdoğan’ın 15 yıllık iktidarı o zaman başladı. Doğrusu Ecevit’in 80 sonrasında tekrar hükü-metin başına geçmesinde o zaman “cemaat” diye anılan Fethullah Gülen’in başını çektiği organizasyonun önemli bir rol oynadığı hakkında rivayet boldur ve bunlar boşuna değildir. Ecevit’in siyasi hayatının sonunu getiren etkenlerden biri de cemaatin Ecevit hükümetinden desteğini çekmesidir. Nitekim son zamanlarda Erdoğan ve AKP’sinin taraftarlarının bu ilişkilere ima yoluyla da olsa değinmeleri ve bunu CHP-FETÖ bağlantısını ifade etmek için kullanmaları da boşuna değildir. Aslında söz konusu olan ABD’nin, Türkiye siyaset sahnesinde rakiplerinin önüne geçerek giderek ön aldığı bir dönemdir. Bu dönem boyunca Türkiye’deki yabancı sermaye içinde ABD yahut ortağı İngiltere’nin payı görece gerileyen Hollanda ve Fransa sermayesi karşısında artmaya başlayacaktır. Erdoğan ise hiç değilse 2009’a kadar bu destekten büyük ölçüde yararlanacaktı. Erdoğan’ın Kürt sorununu ABD’nin istediği çerçevede çözemeyeceği ortaya çıktıkça da ABD’nin Erdoğan’ı yedeklemeye yönelik hamleleri baş gösterdi. Bu süreç meşhur “one minute” Davos krizine daha sonra da Mavi Marmara üzerinden gelişen gerilime kadar, İsrail ile Türkiye’nin ilişkilerinin hızla geliştiği ve ilginçtir aynı zamanda Suriye ile ilişkilerinin de geliştiği bir dönem olacaktı. Nihayet en son 15 Temmuz darbe girişiminin Erdoğan ve taraftarları tarafından bir “FETÖ” darbesi olarak tarif edilmesiyle daha tuhaf bir durum hasıl olmaktadır. Erdoğan, bu darbe ile Gülen Cemaati’ni ilişkilendirirken aynı zamanda onu ABD hükümetine şikayet ederek ve iadesini talep ederek ABD-Gülen bağlantısını adeta görmezden gelmektedir. Öte yandan her askeri darbeyi ABD patentli olarak görmek isteyenler de bu konu üzerinde düşünmeden Erdoğan’a karşı bir ABD darbesi olduğu kanaatindedirler. Kimileri de mutlaka ABD destekli olduğunu varsaydıkları “faşist AKP-MHP ittifakı”na karşı bu darbenin arkasında ne olduğunu açıklamakta zorlanmaktadır. Her halükarda Erdoğan’a karşı olduğu vakıa olsa da 15 Temmuz darbe girişiminin mahiyeti ve arkasında kimin olduğu konusu müphem hale geldiği gibi, bütün resmi ve gayrı resmi kanallardan bunun ABD’den ayrı tutulan bir “FETÖ” darbesi olduğunu propaganda eden Erdoğan ve destekçilerinin kuyruğuna savrulmanın kaçınılmaz olduğu bir durum hasıl olmaktadır. Bu da tüm muhaliflerini “FETÖ” ithamıyla baskı altında tutan Erdoğan’ın işini kolaylaştıran bir tabloyu yaratmaktadır. Demek ki bugün iyice doruk noktasında olduğu görülen Cemaat – Erdoğan çatışmasının da siyasal islamın iki kliği arasındaki bir çatışma olmadığının altını çizmekte yarar vardır. Erdoğan ile cemaat arasındaki çatışma olarak görünen olgu esasen ABD ile Erdoğan arasındaki çatışmanın bir ifadesidir. Birbirleriyle şu ya da bu biçimde ilintili olan pek çok alamet 2009’dan itibaren kendilerini gösterdiği için bu dönemeçten itibaren Erdoğan’la ABD arasındaki ilişkinin, muhtelif cenahlardan yapılan tahlillerde bu belirtilerden birinin ya da bir diğerinin ya da hepsinin birlikte bu yönde alametler olduğuna işaret edenler oldu. Bu alametlerin başında 2009 seçimlerinde Bush hanedanının sonunu ilan etmek üzere Barack Obama’nın sürpriz biçimde ABD Başkanı olması ve bu mevkideki varlığını iki dönem üst üste sürdürmesi geliyor. Nitekim kendisinin açıkça ABD ve ABD taraftarı sermaye ve basın kuruluşlarının desteğiyle iktidara geldiği ve yaklaşık 7 yıl boyunca ABD emperyalizmiyle gayet uyumlu bir biçimde yol alan; bu suretle de ABD emperyalizminin ve ortak ya da işbirlikçilerinin açık ve cömert desteğiyle Erdoğan, bir türlü kapanmayan bir cari açık sorununa rağmen sürekli sıcak döviz akışıyla istikrarlı ve büyüyen bir ekonominin yöneticisi oldu. Bu cömert desteğin tipik ve son belirtisi 2008 sonunda başlayan ve dünyanın pek çok bölgesini etkileyerek süren subprime krizinin “Türkiye’yi teğet geçmesi”dir. Bir bakıma doğrudan doğruya olmasa da ABD kongresinin 700 milyar dolarlık kurtarma paketinden Erdoğan Türkiye’si de yararlanmıştır. ABD çerçevesinde nasıl başkan ve hükümetinin Kongre’nin de onayıyla uyguladığı bazı stratejik sektör ve şirketlerin kurtarılması sağlanıyorsa; uluslararası düzlemde de bu tür kurtarma operasyonları, ABD’nin nüfuzu altındaki sermaye çevrelerinin ve ülkelerin üzerinden sağlanır. Bu krizin Türkiye’yi teğet geçmesinin de bunun gibi bir kurtarma operasyonuyla olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim son Katar krizi vesilesiyle ortaya dökülen kimi veriler de bunu doğrulamaktadır. Her ne kadar bu durum Bush’la birlikte Cumhuriyetçi Parti döneminin sonuna ve Obama döneminin başlangıcına tesadüf etmiş olsa da Obama’nın Beyaz Saray’a geçmesiyle ve Hillary Clinton’un dışişlerinin başına geçmesiyle birlikte ABD-Erdoğan ilişkilerinin bozulmaya başladığı bir vakıadır. Bunu bu biçimde yorumlayan AKP taraftarı yazarlar da az değildir. Bununla birlikte ABD’nin bilhassa da dış politika çizgisinin Beyaz Saray’daki nöbet değişikliklerinin ardından radikal bir değişikliğe uğramadığını bilmek için ABD uzmanı olmaya gerek yoktur. Ama öyle ya da böyle Obama’nın iktidara gelmesini takip eden süreçte, ABD ile Erdoğan iktidarının uyumsuz bir ilişkiye dönüştüğü besbellidir. Ama bunu başkan değişimine bağlamak da elbette isabetli bir değerlendirme olmaz. Zira Erdoğan’ın işbaşına geçmesini takiben henüz Bush iktidardayken 1 Mart tezkeresinin, AKP milletvekillerinin de hayır oyu vermesiyle meclisten geçmediği açıktır ve ABD’nin ihtiyaç ve çıkarlarına Erdoğan’ın uyumlu olmadığından bahsedecek isek bu Obama döneminden oldukça önce başlamıştır. Bu bakımdan Erdoğan’ın her şeyi kendisinin yaptığını iddia etme tutumuna bakarak ve kendisinin başlı başına bağımsız bir özne olduğuna inanan tutumlardan uzak durulursa; esasen ABD’nin Erdoğan ile Orta Doğu’ya dönük planlarını yürütemeyeceğini idrak etmesinin ardından geliştirilen tutumun Obama ile ekibinin iş başına gelmesiyle artmak üzere kendini giderek belli ettiğini düşünmek daha doğrudur. Nitekim Obama’nın ardından Trump’ın Beyaz Saray’a yerleşmesiyle de Erdoğan ve muhiplerinin beklentilerinin aksine ABD – Erdoğan ilişkileri düzelmiş ve düzelecek değildir. Bu nedenle bu ilişkilerin bozulmasına dair bir başka senaryo öne çıkmaktadır. O da Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’le tartışarak toplantıları terk ettiği tarihi esas alan değerlendirmelerdir. İsrail’i daima ABD’nin bir uzantısı olarak görüp özdeş kabul eden yaklaşımlara göre Erdoğan’ın İsrail ile köprüleri atması otomatik ve dolaysız olarak ABD ile köprüleri atması olarak yorumlanmıştır. Oysa bu ilişkinin bırakalım ABD – Türkiye ilişkilerinin bozulmasında belirleyici bir dönüm noktası olmayı İsrail ile ilişkilerin seyrinin değişmesine bile yol açmadığı açıktır. Hatta Mavi Marmara olayı bile İsrail’in Erdoğan’a bir intikam eylemi yapması olmaktan çok; Erdoğan’ın kendi hayali planları uğruna neden olduğu bir olay olduğu bugün daha çok belli olmaktadır. Aksine ne “one minute” çıkışıyla ne de Mavi Marmara olayı ile Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin bozulmasının bir ilişkisi yoktur. Aksine bunlar Erdoğan’ın iç politikaya dönük popülist çizgisinin enstrümanları olarak görülmelidir. Üçüncü bir senaryo da Tunus’tan başlayan ve ABD tarafından her kertesinde ve veçhesinde desteklenen ayaklanmalar ve hükümet değişiklikleri dizisinin bir parçası olarak ABD’nin, Erdoğan’dan kurtulması senaryosudur. Aksine Erdoğan’ın, tam da bu süreçte ABD planlarını bozan İhvan Hareketi’nin liderliğine soyunmaya kalkıştığı açıktır. Bunun ABD – Erdoğan ilişkilerinin bozulması için yeterli bir neden olacağı da açık ve doğrudur. Ama bu ilişkilerin bu aşamada bozulmadığı da o kadar açıktır. İşin doğrusu Erdoğan’ın, ABD’nin işine yarayacak bir alet olamayacağının ABD tarafından tespit edilmesiyle birlikte pabucunun dama atılmasına karar verildiği ve bu noktadan itibaren ilişkilerin ABD inisiyatifi ile bozulduğunu söylemek gerekir. Bu bakımdan Erdoğan’ı özne olarak kabul eden değerlendirmelere kapılmamak gerekir. Uzun zamandır gerileyen ve güç kaybeden ama iktidarı elinden bırakmak istemeyen Erdoğan’a karşı bir darbe olasılığının giderek güçlendiğini yazmaktaydık. Erdoğan’ın da sadece seçim sandıklarından çıkacak sonuçlara dayanarak kendi istediği gibi mutlak bir iktidarı sağlayamayacağını; bunun için kendisinin bir darbe yapmak ve mevcut anayasal düzeni resmen ilga ederek hükümranlığını ilan etmek zorunda olduğuna işaret ediyorduk. Bu nedenle KöZ’ü takip edenlerin 15 Temmuz gecesi bu olasılıklardan birinin gerçekleştiğini sanmaları için neden vardı. Yahut CHP ve kuyruğunda sürüklenenlerin dediği gibi Erdoğan’ın 20 Temmuz’da bir darbe yaptığına kanmaları da ihtimal dışı olmazdı. KöZ’ün 15 Temmuz girişiminin hemen ardından yayınlanan özel sayısında bu darbe girişiminin bahis konusu olan darbe olmadığını; asıl darbe olasılığının hala varlığını koruduğunu, hatta bu girişimin böyle bir olasılığı gündemden düşürmenin aksine daha çok teşvik eden bir gelişme olduğunu işaret ettik. 15 Temmuz öncesinden beri muhtelif vesilelerle (örneğin 7 Haziran seçimlerinin yenilenmesiyle yahut dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla vb.) Erdoğan’ın bir darbe yaptığını ileri sürenlere, Erdoğan’ın muhtaç olduğu darbenin bunlar olmadığını ve hala gerileyen Erdoğan’ın buna gücünün ve cesaretinin olmadığını tekrar tekrar vurguladık. Bununla birlikte 15 Temmuz’un ardından bilhassa iddianamelerin ifade ve itirafların ortaya çıkmasına paralel olarak, 15 Temmuz’un arkasında Erdoğan’ın parmağı olduğuna dair rivayetler çoğaldı. Özellikle de Kılıçdaroğlu’nun 15 Temmuz’un bir kontrollü darbe olduğunu ilan etmesiyle bu tür istifhamlar artarak CHP’nin kuyruğunda birikmeye başladı. Öte yandan hiç kuşkusuz Erdoğan ve AKP’nin ısrarla öne sürdüğü ve büyük ölçüde kendisine muhalif kesimlerin sol kanadını hedef alan bir FETÖ darbesi efsanesi, Erdoğan taraftarları arasında olduğu kadar muhalifleri arasında da neredeyse ittifakla benimsenmiş gözüküyor. Bunlara bir de her askeri darbenin ardında ABD emperyalizminin olduğuna mutlaka inananların “ABD’ci Erdoğan-MHP faşist ittifakına karşı ABD darbesi” türünden değerlendirmelerini eklemek gerekiyor. Bu değerlendirmeler karmaşası içinde 15 Temmuz darbe girişiminin mahiyetinin, arkasında kimlerin olduğunun ve Erdoğan’ın bu darbe teşebbüsüyle ilişiğinin anlaşılması giderek imkansız hale gelmektedir. Bu itibarla tabloya açıklık getirmek, önümüzü görmek için şarttır. Her şeyden önce Erdoğan’ın ve taraftarlarının ağız birliği ile ve bütün medya imkanlarını hatta yargı kurumlarını kullanarak öne sürdüğü “FETÖ darbesi” iddiasından başlamak gerek. Bu darbenin bir FETÖ darbesi olup olmadığı bir yana; hala bu isimde bir örgütün olup olmadığı, onu bırakalım bu takma adın açılımının ne olduğu bile bazı iddianameler ortaya çıktığı halde hala belli değildir. İlk göze çarpan husus; uydurma olduğu baştan beri bilindiği gibi sonradan da resmen kabul edilen “Ergenekon Terör Örgütü” anlamına gelen “ETÖ” kısaltmasıyla benzerliğidir. Erdoğan hükümeti ve savcıları, bu ne idüğü belirsiz ama mutlaka Fethullah Gülen’le bağlantılı olan kavramın içine bu cemaatle alenen ve resmen ilişkisi bulunan yahut cemaat imamları oldukları iddia edilenlerin yanı sıra; açıkça solcu devrimci olan kimselerden Atatürkçü laik memur ve askerlere, Bank Asya’ya şu ya da bu şekilde para yatıran sıradan vatandaşlardan herhangi bir nedenle ve herhangi bir süreyle cemaat okullarına girmiş ya da yakınlarını göndermiş kimselere kadar herkesi doldurmaktadır. Bu sıfatı hak etmenin en hafif bedeli ise işini kaybetmek olmaktadır. Tuhaf olan henüz darbe girişimine bilfiil karışan rütbeli subaylardan cemaatle ilişkisi belirginleşen adeta yok gibidir. En ciddi delil; AKP-cemaat işbirliği sırasında terfi etmiş subaylar veya aynı dönemde çalınan sorularla orduya dahil olmuş askerler olmaktır. Oysa bu durum gayet tabiidir. Zira söz konusu olanın ABD desteğiyle ve cemaat – Erdoğan ittifakı çerçevesinde, TSK içinde ve yüksek bürokraside bir değişim sağlamak için titizlikle hazırlanmış bir plan olduğu malumdur ve bu durum git gide daha fazla açıklık kazanmaktadır. Ama bu ilintinin 15 Temmuz girişimi ve hala kimlerden oluştuğu belirsiz olan “Yurtta Sulh Konseyi”nin, bütün bu askerleri temsilen hareket ettiğini iddia ve de ispat etmeye yetmez. Nitekim her geçen gün böyle olmadığı ortaya çıkmaktadır. Darbe girişiminin asıl aktif gücünü oluşturan Hava Kuvvetleri nezdinde “cemaat imamı” olduğu anlaşılan Adil Öksüz’ün o sırada darbenin ana üssü olduğu iddia edilen Akıncı Üssü’nde olduğu belli olmuştur. Daha sonra o civarda yakalanıp bir hükümet yetkilisi ile görüştükten sonra şaibeli biçimde serbest bırakılıp sırra kadem basmıştır. Erdoğan’ın yaverinin “cemaat”le bağlantısı tespit edilmiştir; ama Erdoğan’ı derdest etmek ve ortadan kaldırmak amacıyla hareket eden darbecilerin neden onun yerini tespit etmek için bu elemanlarından yararlanmadığına açıklık getiren yoktur. Eğer bu yaver “FETÖ”cü idiyse (ki cemaatle ilintisi hakkında şaibe yoktur) bu durum bile darbenin bir “FETÖ darbesi” olmadığına delalet eder. Keza Genel Kurmay Başkanı’nın yaveri için de aynı iddia söz konusudur ve Akar’ın derdest edilmesi de bu yaveri sayesinde olmamıştır. Bu itibarla ortada devletin ve ordunun kilit noktalarında ciddi bir “cemaat” örgütlenmesi olduğu belli olmasına rağmen, 15 Temmuz’daki akim darbe teşebbüsünün bu ilişkilerin tamamını ve etkin bir biçimde kullanmadıkları görünmektedir. Bu durumun kendisi bile “FETÖ darbesi” iddiasını şaibeli kılmaya yeter. Bu darbenin bir “FETÖ darbesi” olduğunu ispatlama işini Erdoğan’ın savcılarına bırakıp konunun esasına gelirsek FETÖ muamması bir yana, olayın Fethullah Gülen ve cemaatiyle alakalı olduğu konusu sadece Erdoğan ve taraftarlarının emin oldukları ve her tarafa yaydıkları bir husustur. Gülen’in kendisi ise daha en başından itibaren bu girişimle alakası olmadığını ilan etmiştir. O bir yana kendisini misafir eden ABD de ne kendi istihbaratlarına göre ne de Türkiye’nin gönderdiği belgelere göre böyle bir bağlantı olduğuna dair bir sonuca varmadıklarını açıklamıştır. Keza Alman istihbarat örgütü de kendilerine gönderilen belgelerden bu darbenin arkasında gülen cemaatinin olduğunu kanıtlayan bir sonuca varmadıklarını açıklamıştır. Açıkçası dünya siyasetine yön veren belli başlı devletlerarasında Ankara’nın bu tezini benimseyen ve teyit eden yoktur. Nitekim cemaat örgütlenmesine ve okullarına yönelik olarak bu iddia ile orantılı herhangi bir tedbir ve düzenleme yapan da olmamıştır. Öte yandan meseleyi Fethullah Gülen’in idare ettiği bir komplo örgütü çerçevesinden çıkarıp asıl mecrasına koyduğumuzda, Fethullah Gülen’in adıyla alınan uluslararası örgütlenmenin esasen ABD emperyalizmi himayesinde ve hizmetinde bir kuruluş olduğu sonucuna varılır. Bu itibarla bu cemaatle ilişkili bir darbe teşebbüsünün doğrudan doğruya ABD kontrollü bir darbe olması gerekirdi. Oysa ABD yönetiminin Erdoğan kösteğinden kurtulmak istediği doğru olsa bile; 15 Temmuz gecesinin yer aldığı konjonktürde yani kritik başkanlık seçimlerinin arifesinde, böyle bir girişimin başını Obama yönetiminin çekmesine imkan olmadığı açıktır. En azından böyle bir aceleyle hareket etmelerini gerektirecek hiçbir neden yoktur. Kaldı ki eğer bahis konusu olan ABD inisiyatifiyle ve ABD desteğiyle gerçekleşen bir darbe söz konusu olmuş olsa idi bunun daha kapsamlı ve muhtemelen başarılı bir darbe olacağından da kuşku duymamak gerekirdi. Oysa TSK’nın Amerikancı denen subayları hala Erdoğan’ın tehdit ve tasfiye operasyonlarına maruz olsalar da bu darbeye pek karışmış değillerdir. Doğrusu bu darbe girişimini önlemek için ciddi bir müdahalede bulunmadıkları da açıktır. Bu bakımdan darbe girişiminden bir yıl sonra ortaya çıkan şudur ki, 15 Temmuz darbe girişiminin Fethullah Gülen’in temsil ettiği örgütlenme ve dolayısıyla onun arkasındaki ABD emperyalizmiyle ilişkili olduğu görüşü; en fazla daha önce ortaya atılmış olan ve sonra da kumpas olduğu belli olup resmen açıklanan Ergenekon ve Balyoz operasyonlarındaki iddiaların kötü bir kopyasını ifade etmektedir.