Kampanyanın Amacı

7 Haziran 2015 seçimlerinden beri parlamentarizmin sol içinde hakim yönelim haline geldiğine dikkat çekiyoruz. Geçen süre boyunca parlamentarizm yaygınlaşırken içeriği de değişti. Önceleri “Biz elbette devrimci yolu tercih ediyoruz ama Tayyip Erdoğan’dan seçimlerle de kurtulmak mümkündür” diyenler, giderek “Erdoğan’dan ancak parlamenter yolla kurtulabiliriz. Devrim mücadelesini büyütebilmek için öncelikle Erdoğan’a karşı en geniş seçim blokunu oluşturarak onu yerinden indirmek gerekir.” çizgisine evrildi.
Hakim yaklaşımın sol akımları kaçınılmaz olarak Amerikancı muhalefetin, yeni adıyla Millet İttifakı’nın, peşine takacağını KöZ sayfalarında sık sık dile getirdik. Amerikancı muhalefetin peşine takılmak ise HDP’nin daha az görünür olması, solun bir bütün olarak Millet İttifakı’na oy kaybettirecek konuları gündeme getirmemesi, her türlü eylem ve etkinlikten uzak durması, tüm olası kazanımların Millet İttifakı’nın başını çekeceği bir seçim kampanyasına endekslenmesi anlamına geliyordu. Kısacası sol, emekçilerin yüz yüze kaldığı her türden sorunun çözülmesi için seçimleri bekliyordu.
Sürecin başından beri Erdoğan’dan sadece emekçilerin kitlesel seferberliği ile kurtulmanın mümkün olduğunu ifade etmekle kalmadık, seçimlere ilişkin taktiklerin de bu yönelimle uyumlu olması gerektiğini savunduk. Tam da bu nedenle Cumhur İttifakı süpürülmeden emekçilerin en basit bir sorunun bile çözülemeyeceğinin altını çizdik. Emekçilerin ve ezilenlerin bağımsız mücadelesini örmek için seçimleri bekleyenlerle tam aksi yönde hareket etmek gerektiğini anlattık. Hükümete karşı kitlesel eylemler için seçimleri beklemeyelim çağrısını yükselttik.
Seçimleri Beklemeyeceğiz kampanyamızı Şubat ayında bu kaygılarla başlattık. HDP’nin bir erken seçim partisine dönüştüğü, sokaktan elini ayağını çektiği , tüm muhaliflerin onun içinde yahut yörüngesinde yer aldığı koşullarda, emekçiler arasında Erdoğan’a karşı kitlesel seferberlik çağrısında bulunan militan bir ajitasyon faaliyeti yürütmenin sadece zorunlu değil aynı zamanda mümkün olduğunu göstermek istedik. Doğrusu kampanyamızı tasarlarken Korona’nın yaşadığımız toprakları bu denli sarsıcı bir şekilde etkisi altına alacağını hesaba katmamıştık. Ama Korona’nın gündemin başköşesine oturmasıyla birlikte kampanyamız daha da anlam kazandı.
Koronavirüsün Aralık ayında Çin’den dünyanın geri kalan kısmına yayılmasının siyasi krizlere yol açacağını, krize paralel olarak devletlerin emekçiler üzerindeki denetimlerini arttırmaya gayret edeceğini tahmin etmek zor değildi. Halihazırda İngiltere, ABD gibi burjuva demokrasilerinde yükselen muhalefetin temel taleplerinden biri olan sosyal devlet politikalarının da dünya çapında daha gür bir sesle yükseltileceği henüz Koronavirüs krizinin başında anlaşılmıştı.
Dünyanın diğer kesimlerinden çok daha derin bir siyasi kriz içinde bulunan Türkiye’de ise hükümet kendi kırılgan pozisyonu nedeniyle sokağa çıkma yasakları hakkında tereddütlü bir pozisyon takındığı için burjuva muhalefeti dünyanın pek çok yerindeki benzerlerinin yaptığı gibi “neo-liberal” sağlık politikalarını eleştirmek yerine kapsamlı bir sokağa çıkma yasağının savunuculuğunu üstlendi. Burjuva muhalefetinin peşine takılmış sol akımlarsa adeta birbirleriyle bir yarışa girmişçesine eve kapandı, etkinliklerini, panellerini iptal etti veya internet ortamına taşıdı. Hepsi birdenbire ‘halk sağlığı’ uzmanına ve sözcüsüne dönüştü, hangi halktan bahsettikleri anlaşılmasa da..
Sol 1 Mayıs’ı tüm bu gelişmeler ile geride bırakırken KöZ de ‘’Seçimleri Beklemeyeceğiz’’ kampanyasını, kampanyanın başladığı Şubat ayında planlandığı üzere sonlandırmış oldu. Kampanyayı değerlendirirken tüm Türkiye’de hüküm süren salgın sonrasında ve 1 Mayıs öncesindeki gelişmeleri de göz önünde tutmak gerekir.

Faşist olduğunu iddia ettiği hükümetten sokağa çıkma yasağı talep eden sol

Korona bahanesiyle devletlerin kontrol, OHAL gibi uygulamaları hayata geçireceğini düşünmek en azından teorik olarak mümkündü. Zira daha önce çeşitli sebeplerle ve bahanelerle soyut bir ‘halk güvenliği’nin tehdit altında olduğu gerekçesiyle benzer uygulamaların hayata geçirildiğini sadece Türkiye’de değil, dünyanın çeşitli yerlerinde görmüştük. Örneğin Fransa IŞİD saldırıları sonucunda ilan edilen OHAL’i Sarı Yelekliler hareketini bastırmak amacıyla kullandı. Türkiye’de 15 Temmuz sonrası yürürlüğe giren OHAL ile ardı arkası kesilmeyen KHK saldırıları başladı.
Ancak siyasi krizin derinleşmesi, eş zamanlı olarak hakim sınıfın da yekpare bir biçimde hareket etmesini engelliyor, dolayısıyla bütünlüklü olarak devleti emekçilere karşı güçlendiren adımları atmanın imkanları azalıyordu. Bir rejim krizi yaşanan Türkiye’de Erdoğan çok uzun zamandır bu imkanlardan mahrumdu.
Dolayısıyla Korona salgının Türkiye’de paradoksal sonuçları oldu: Bir yanda OHAL uygulaması potansiyel olarak kendi işine yarayabilecekken bunu yapamayacağının bilincinde olan ve bunu yapmaktan çekinen, onun yerine ‘’kendi OHAL’inizi ilan edin’’ gibi önerilerde bulunan hükümet vardı. Üstelik bu hükümet uzun zamandır muhalefet tarafından faşist olarak tanımlanıyordu. Diğer tarafta ise hükümetin acz durumunu propaganda malzemesi olarak kullanmak yerine art arda devlet aygıtlarını daha iyi kullanamadığı için hükümeti topa tutan bir burjuva muhalefeti ve kuyruğundaki sol vardı. Sol faşist olarak gördüğü hükümeti sokağı çıkma yasağı ilan etmediği için eleştiriyor, tavsiyelerde bulunuyordu.

Devrimci Siyasi Mücadele Asıl Olağanüstü Koşullarda Verilir

Bu tutumun en büyük sonucu da siyasi mücadelenin bir şekilde tatil edilmesi veya belirsiz bir ‘korona sonrası’ zamana ertelenmesi oldu. Öncelikli olan siyasi mücadele değil emekçilerin hastalanmaması idi. Tüm emekçiler ve ezilenler için verilen siyasi mücadele emekçilerin ölüm tehlikesini arttığı koşullarda anlamını yitiriyordu.
Öyle veya böyle her farklı akımın kendisi için yapmış olduğu siyasi plan ya ertelendi, ya da internet ortamına taşındı. Kendi planlarını iptal etmekle de kalmadılar. Önce Newroz daha sonrasında 1 Mayıs hükümet tarafından yasaklanmadan, alan başvuruları dahi yapılmadan solun kendi özgür iradesiyle iptal edildi.
Elbette kimse “Bu sene Newroz’u, 1 Mayıs’ı kutlamaktan halk sağlığı nedeniyle vazgeçtik” diyecek kadar açıksözlü değildi. Aksine gönüllü karantina gerek Newroz’un gerek 1 Mayıs’ın mekân kısıtlaması olmaksızın her yerde herkes tarafından kutlanabilmesi için, kapsamının genişleyebilmesi için bir fırsat olarak görüldü. Örneğin bardağın dolu tarafını göstermeyi tercih eden ESP’ye göre ilk defa alan kavgası yapılmayan bir 1 Mayıs da bu sayede gerçekleştirilmiş oldu.
Oysa Korona bahanesiyle siyasi mücadeleyi ertelemenin parlatılacak bir tarafı yoktu. Koronanın olmadığı, salgınların olmadığı, ‘insan hayatının’ veya ‘halk sağlığının’ tehdit altında olmadığı bir zamanda mücadele eskisi gibi devam edecekti. Başka bir deyişle devrimci mücadele ‘’normal’’ zamanlarda yapılacaktı.
Siyaseti birtakım olağandışı sebepler bahanesiyle tatil etme tutumu Korona vesilesiyle daha fazla görünür olsa da ilk kez görmüyoruz. Daha geçen sene tekrarlanan 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye Seçimi’nde “Her şey çok güzel olacak” diyerek Millet İttifakı’na destek verenler kendi bağımsız siyasi faaliyetlerini silikleştirmişti. Hepsi de “şüphesiz Millet İttifakının sorunlarının farkındaydı”, “Millet İttifakı’ndan medet ummuyorlardı” ancak olağanüstü koşullardan, hatta faşizm koşullarından geçmekteydik. Dolayısıyla “AKP’den alınmış İstanbul’un sosyalistlere siyaset yapma imkanlarını arttıracağı’’ görüşündeydiler. Kısacası kendi olağan sosyalist siyasetlerini sürdürmek için olağanüstü koşulların bitmesini bekliyorlardı.
Bu sebepler öne sürülerek Ekrem İmamoğlu başkan seçildikten sonra da sosyalist faaliyet için gerekli olan alan tam olarak açılmamış olacak ki bu kez de toplumsal kabarmaların yaşandığı her anda AKP’nin 2023’te gideceğini sıklıkla duymaya başladık. Kanal İstanbul için öfkelenen yığınlara İmamoğlu öncülüğünde gösterilecek hedef hazırdı: AKP 2023 seçimlerinde gidecekti ve bu çılgın projeyi istese de yapamayacaktı. AKP bir kez yenildiyse bir kez daha, üstelik daha büyük bir yenilgiyi yaşayacaktı. Ve açıkça ifade edilmese de herhalde hükümet AKP’nin elinden gidince sosyalist siyasi mücadele için daha fazla alan açılması bekleniyordu. Tüm bunlar yaşanırken üzeri örtülense devrimci mücadelenin tam da olağanüstü koşullarda verilmesi gerektiğiydi.

Kampanyayı Nasıl Yürüttük?

Şubat ayında başlayan Seçimleri Beklemeyeceğiz kampanyasını böyle bir siyasi atmosferin ardından başlatmış, parlamenter hayallerle AKP’nin gitmeyeceğini veya gerilemeyeceğini vurgulamıştık. Geniş bir seçim ittifakıyla yüzde elli artı biri bularak AKP’yi devirme projesinin aslında ezilenler ve emekçiler için bir faydası olmayacağının altını çizdik. Cumhur İttifakı’ndan seçim yoluyla kurtulma taktiğini sınıf uzlaşması olarak tanımladık. Seçimleri beklemek ise mücadelenin merkezine Millet İttifakı’nı yerleştirmek, başka bir deyişle devrimci mücadeleyi adeta AKP gidene dek askıya almak anlamına gelir dedik.
AKP’den kurtulmayı devamlı parlamenter bir hesaba endeksleyip bu hesabın temel kahramanını CHP’nin başı çektiği Millet İttifakı yaparak siyaset sahnesinde anlamsızlaşanların, siyaset yapmak için olağan koşulları bekleyenlerin aksine “Seçimleri beklemeyeceğiz” kampanyası ile devrimci siyasete asıl olağanüstü koşullarda ihtiyaç duyulduğunu hatırlattık.
Kampanyayı çalışmasını iki koldan yürütmeyi planlamıştık. Birinci ayak işçi havzalarında ve mahallelerde yürütülecek çalışmaydı. İş başı ve iş çıkışı saatlerinde metrobüs duraklarında, atölye veya tersane girişlerinde sözlü ajitasyon eşliğinde bildiri dağıtarak işe başladık. Kampanyanın ikinci ayağını ise sol akımların, sendika ve kitle örgütlerinin ziyareti oluşturuyordu. Bu ziyaretlerde kampanyamızın dayandığı temel tespitleri etraflıca anlatmayı, Erdoğan’a karşı kitlesel bir seferberlik için önerilerimizi sunmayı amaçlıyorduk. Böyle planladığımız kampanyayı 1 Mayıs’ta bitirmeyi hedeflerken öngöremediğimiz şey solun neredeyse tamamının Koronaya teslim olacağıydı.
Kampanyanın ikinci haftasından itibaren Korona karşısında alınması gereken önlemler gündemde merkezi bir yer tutmaya başladı. İlk günden itibaren KöZ’ün bu konudaki tutumu netti. Korona bahanesiyle kendi planlarını, eylemlerini, etkinliklerini iptal edenleri açıktan eleştirdik, ’yeni durum’’ yahut ‘’yeni koşullar’’ gerekçesiyle siyasi faaliyete bir sınırlama getirmedik. Salgın, korunma vb. gerekçeler ile faaliyetimizin temposunu düşürmedik. Bu kampanya süresince düzenlediğimiz etkinlikleri, söyleşileri, devam ettirerek sosyal medyanın kullanımını bu faaliyete alternatifmiş gibi göstermedik, bilakis sosyal medya yayınlarını bu salgın süresince yapmadık, siyasi faaliyetin asla sosyal medya ile ikame edilemeyeceğinin altını çizdik.
Korona salgını başlamadan önce en ufak bir düzelmenin olması için öncelikli hedefin Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak olduğunu nasıl söylediysek ve kampanyamızın temeline bu propagandayı oturttuysak salgın sırasında da aynı tutumun takipçisi olduk. Evlerinde kalma şansı olmayanlara, salgın, açlık, işsizlik ve ölüm arasında tercih yapmaya zorlanan emekçilere bu beladan kurtulmak için önce Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak gerektiğini yüz yüze bir çalışmayla anlatmaya çalıştık. Herkesin kendi OHAL’ini uygulanması gerektiğini salık veren, iktidarından kaygılanıp paralel devletten işkillendiğini söyleyen bakanlara, “gönüllü karantina” tavsiye eden Erdoğan’a karşı mücadele çağrımızı mücadeleye çağırdıklarımızın yanında yaptık.
Eylemlerimizin Anlamına Dair Bir Yanılsamamız Yoktu
Süreç boyunca eylemlerimize dair bir yanılsama yaratmadık. Bizim eylemlerimizin kitlesel bir seferberliğin ilk adımı olduğuna dair bir kuruntumuz olmadı. Eylemlerimizle kitlesel bir seferberliğe önderlik edebileceğimizi savunmadık. Böyle bir önderlik kapasitesine sahip olmak şöyle dursun, verili örgütsel imkanlar göz önünde tutulduğunda böyle bir kampanyaya en son girebilecek akım olduğumuzu vurgulamaktan kaçınmadık. Tıpkı 2019 yerel seçimlerinde olduğu gibi solda kimse böyle bir çizgi benimsemediği için bağımsız bir kampanya düzenlemeye mecbur kaldığımızı ifade ettik.
Kampanya konusunda rekabetçi bir anlayışa sahip olmadığımız için kendimizi kampanya süresinde, öncesinde olduğu gibi farklı ölçütlerle ayırdık. Soldaki genel eylemsizlikle kendi eylem pozisyonumuz arasındaki karşıtlıktan yola çıkıp, “Türkiye’de devrimciliğin bittiğini”, “Sola polis, yahut devlet korkusunun hakim olduğunu” savunmadık. Benimsenen eylemsizlik çizgisinin siyasi bir yaklaşımın sonucu olduğunu bildiğimiz için esas ayrım çizgimizi sokağa çıkmak, çıkmamak üzerinden çekmedik. Tersine bugünkü eylemsizlik çizgisinin siyasal tutumların gizlenemez bir ürünü olduğunu düşündük. Sol akımları eylem yapmadıkları için eleştirmiyorduk. Bu eleştiri hem yanlış hem de yanıltıcı olurdu. Yanlış olurdu, zira komünistlerin birliğini savunanların herkesten fazla eylem yapma iddiası ve imkânı yoktu. Yanıltıcı olurdu zira mühim olan şu ya da bu akımın kendi gücüne dayalı bir eylem örgütlemesi değil emekçilerin kitlesel eylem ve etkinliklerin önünü açan bir mücadele çizgisi benimsemesiydi. Oportünistlerden kopamadıkları için kitle eylemlerine örülen reformist setin bir parçası olanların bu pozisyonlarını bir dizi kadro eylemiyle örtmeye çalışacağını biliyorduk, 1 Mayıs’a doğru yaşananlar da haklı olduğumuzu gösterdi.

1 Mayıs’a doğru tablo değişti mi?

Solun büyük kısmının ilk etaptaki tepkisi sosyal mesafe kurallarına riayet ederek “işçi sınıfının sağlığını gözetmek yönünde” olsa da bu tutumun propagandasını bu açıklıkta yapmanın güçlüğü kısa sürede ortaya çıktı. Sosyal medyadan mücadele çağrıları yaparken aslında olanın çağrı yapılan kesimler ile araya “sosyal bir mesafe” koymak olduğu görünür hale geldi. Zira milyonlarca işçi işini bırakamayacağının, evden çalışamayacağının, çalışmasa evine ekmek götüremeyeceğinin farkındaydı. O halde mesafelenme çağrısının onları korumak için yapılmadığı açıktı. Dolayısıyla çeşitli boy ve çaplara sahip, farklı kökenlerden gelip devrimci olduğu iddiasını sürdüren akımlar için evde kalın çağrılarını yapmak, sosyal mesafenin ne denli önemli olduğunu tekrar tekrar vurgulamak, sokağa çıkmanın yanlış olduğu anlamına gelecek şeyler söylemek daha da zor hale geldi.
Böylelikle 1 Mayıs’a yaklaşırken solda ilk refleks olan sosyal mesafelenmeden farklı gibi görünen iki yaklaşım ortaya çıktı. Bu iki yaklaşım birbirinin alternatifi değil tamamlayıcısıydı. İlk yaklaşımı benimseyenler, işçi sınıfının evde kalabilen ayrıcalıklı kesimine seslenmemek adına ‘herkes için’ ‘tüm işçiler için’ evde kalmayı savundu, hatta talepleri bir adım daha ileriye götürerek “Herkes için ücretli izin” istedi. Konuyu soyut bir ‘işçi hakları’ çerçevesinden değerlendiren bu yaklaşım işçi sınıfının tümü için bir talepte bulunarak sınıfı birleştiriyor gibi görünse de aslında tersinden işçi sınıfını bölüyordu. Zira sağlık çalışanlarından, temizlik, ulaşım, enerji ve bir dizi sektörde çalışan işçilerin izin yapamayacağı baştan belliydi. Dolayısıyla evde oturanların evde oturmayanlara haklarınız için grev yapın çağrısında bulunması riyakarlığı bir yana, “Herkese ücretli izin!” sloganı daha baştan “Herkese ücretli izin, bir kısım işçiler hariç” biçimine bürünüyordu.
1 Mayıs yaklaşırken öne çıkan ve farklı gibi görünen ikinci yaklaşım ise sokağa, sokağa çıkmaya yapılan vurgunun artmasıydı. En başta herkesi evinde oturtmaya çalışan çizgi elbette bu kez kitleleri sokağa mücadeleye çağıran bir çizgiye dönüşmedi. Online 1 Mayıs mitingleri, e-mitingler, tencere tava çalma ve ışık kapatma eylemleri elbette solun genelinin 1 Mayıs için düşündüğü eylem çizgisini özetliyordu. Ancak farklı olarak sokakta militanların görünürlüğü de artmaya başladı. Önce 1 Mayıs arefesinde çeşitli işçi sınıfı mahallelerinde yazılamalar görmeye başladık. Daha sonra çeşitli akımlar gerek mahallelerde gerek fabrika önlerinde 1 Mayıs için ajitasyon ve bildiri dağıtımına başladı.
Gelgelelim 1 Mayıs kutlamalarını yıllardır tekeline almış DİSK, TMMOB, TTB gibi bürokratik örgütlerin 2020 yılında 1 Mayıs’ı kutlamak için bir başvuru bile yapmayacağı belliydi. Sol partilerin, akımların hepsi de bir mitingle kutlanacak 1 Mayısı aynı şekilde imkansız görüyordu.
Ne var ki 1 Mayıs yaklaştığında sokak çağrısında bulunanlar aynı militanca tavrı 1 Mayıs mitinglerini iptal edenler karşısında göstermediler. Veyahut bu kararı yanlış bulduklarını açıklayıp bu kararı kendileri gibi yanlış bulanlarla beraber 1 Mayıs’ı gerçekleştirebilmenin yollarını aramadılar. Siyasi olarak böyle bir tutum alınmamasının akabinde gerçekleşen ‘sokağa çıkma’ ne tutarlı ne de politik bir eylem çizgisidir. Bu eylemlerin hiçbiri pas geçilen Newroz’u veya 1 Mayıs’ı ikame edemezler.
Sokak ve eylem çağrısında bulunanların bu yönelim karşısında alternatif bir eylem planı önermeseler bile en azından kendi tutumlarını açıklaması gerekirdi. Ama sokak çağrısı yapanlar iki nedenden ötürü bu konuda görüş bildiremezlerdi. Birincisi daha önce de Newroz’un iptal edilmesi karşısında sessiz kalmışlardı, hatta çoğu Newroz’u iptal eden HDK’nın, HDP’nin bileşeniydi. İkincisi ve daha önemlisi, salgın boyunca bu akımların tümü hükümeti sokağa çıkma yasağı ilan etmediği, yahut emekçilere ücretli izin vermediği için eleştirmişti. Hükümeti karantinayı tutarlı bir şekilde uygulamadığı için eleştirenlerin elbette 1 Mayıs’ta kitlesel bir miting örgütlenmesini savunması mümkün olamazdı. Dolayısıyla konu 1 Mayıs mitingi olunca eylem çağrısında bulunan akımlar da tıpkı eylem çağrısında bulunmayan akımlar gibi hareket ettiler. Konu 1 Mayıs ve Newroz olunca tüm bu akımlar burjuva sosyalizmi paydasında buluştu. Muhtelif 1 Mayıs eylemlerinin işlevi de esas olarak bu paydayı örtmek oldu. 1 Mayıs’tan birkaç gün önce sendika bürokrasisinin eleştirisi adı altında DİSK’e yöneltilen eleştiriler tam da bu nedenle ibretliktir. Sosyalist akımlar DİSK’i 1 Mayıs’ta miting başvurusu yapmadığı için değil, Taksim’deki sembolik karanfil bırakma eylemine kendilerini çağırmadığı için eleştirmişlerdir. Bu durum elbette şaşırtıcı değildir, zira aynı akımlar 2007 1 Mayısı’nda, sonradan CHP milletvekilliğine terfi eden DİSK başkanı Süleyman Çelebi ile birlikte Taksim’e çıkınca Taksim’i emekçilerin fethettiğini düşünmüşlerdir. Bugün de DİSK’in ayakoyununa verdikleri orantısız tepki de aslında nasıl bir 1 Mayıs tasavvuruna sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eğer DİSK oldu bitti ile Taksim’e gitmeseydi tüm bu akımlar 2020 1 Mayısı’nın anlamına uygun kutlandığını savunacaktı. Öfkeleri 1 Mayıs’ın bir müsamereyle geçiştirilmesine değil kendilerinin bu müsamereye davet edilmemesinedir.

Asıl Tehlike Her Zaman Merkezciler ve Onlardan Kopamayanlardır

1 Mayıs yaklaşırken işçi sınıfı evinde olmalı, onlara siyaset taşıyanlar da onları riske atmamak için evinde olmalı, komşumuzun alışverişini yaparak veya evcil hayvanını gezdirilerek dayanışma büyütülmelidir diyenlerin oportünizmine hüküm getirmek doğru ama kolay olandır. Bir yandan da KöZ’ün arkasında duran komünistler ile bu akımların ayrım çizgileri zaten açık seçik ortadadır. Asıl bulanıklık ise tam da yukarıda sözü edilen siyasi açıdan temelsiz militanca tutumlar ön plana çıktığında yaşanır. Doğru siyasi tutum takınılmadan atılan her militan adım da oportünizmdir, ancak bu oportünizm devrimci övgülere mazhar olabilecek bir tarz ve üslupla yapılmaktadır. Dolayısıyla devrimci olmak niyetiyle yola çıkmış militanların kafasını asıl karıştıracak, bilinç bulanıklığı yaratacak tutum bu tutumdur. Bu Türkiyeli oportünistlerin icadı da değildir. Kautski’nin savaş konusunda aldığı tutuma bakmak merkezci oportünizmin nasıl militan tutumlar ardına gizlenebileceğini anlamak için yeterlidir.
KöZ’ün arkasında duran komünistler oportünizmin bir çeşidini diğerine üstün görmezler. Daha militan oportünizmi daha reformist-legalist görünen oportünizme yeğlemek gibi bir tutum takınamazlar. Eğer ille oportünist akımlar arasında bir ayrım yapmak gerekirse açık seçik reformist siyaset yapanları, devrimci siyaset için daha tehlikesiz görürler. Oportünistliklerini militanca tutumlarla örtmeye çalışanlarla ise ayrım çizgilerini daha net çizmek, devrimci siyasetin neden KöZ’ün hareket ettiği şekilde hareket etmeyi dayattığını anlatmak KöZ’ün arkasında duran komünistlerin görevidir.
KöZ’ü Ayırt Eden Neydi?
KöZ’ü bu süreçte diğer akımlardan ayırt eden de çapı, sokağa çıkabilme kapasitesi, sokağa çıktığında yapabilecekleri veya etrafına toplayabileceği kitle değildi. Zira en başından beri çeşitli vesilelerle KöZ sayfalarında yazdığımız gibi Türkiye’de gerek çap gerek etrafına toplayabileceği kitle açısından KöZ’ün kat be kat üzerinde siyasi akımlar mevcuttur. Kimse bu sorumluluğu üstlenmediği için komünistlerin birliğini savunanlar kendi görüşlerini bağımsız bir kampanya ile anlatmak zorunda kalmıştır.
Komünistlerin birliğini savunanları bu süreçte ayırt eden birinci nokta benimsediği siyasi çizgi olmuştur. Millet ittifakının kuyrukçularıyla arasındaki farkı net bir biçimde çizen başka bir akım yoktur. Devrim, sosyalizm, iktidar vurgusu yapan akımları da dahil olmak üzere soldaki akımların neredeyse hiçbiri HDP’den bağımsız hareket edememektedir. Bu da yeni bir durum değildir. 2019 yerel seçimlerinde ayan beyan görünen manzaranın bir kez daha ortaya çıkmasıdır.
İkinci nokta elbette eylem çizgisidir. Söylediğini yapmak, yaptığını söylemek başından beri KöZ’ün alametifarikasıdır. İçinden geçtiğimiz dönemde KöZ’ün iddiası hiçbir zaman en militan eylemleri düzenlemek, devletin yasaklarını delip geçmek olmadı. KöZ’ün yalın bir iddiası vardı: önüne koyduğu eylem çizgisinin takipçisi olmak. Bu iddianın kendisi KöZ’ü diğer akımlardan ayırdı. Zira tüm akımlar Korona nedeniyle kendi eylem ve etkinlik çizgilerini köklü bir biçimde değiştirirken komünistlerin birliğini savunanlar başlangıçtaki çizgilerine sadık kaldı.
Kampanyayı anlatırken detaylıca anlattığımız gibi süreç boyunca ajitasyon ve propaganda faaliyetimizi “Seçimleri Beklemeyeceğiz!” kampanyası çerçevesinde tasarladığımız gibi sürdürdük. Propaganda etkinliklerimizi ve seminerlerimiziyse azaltmak şöyle dursun yoğunlaştırdık. İnternet’in de bir iletişim ve örgütlenme ağı olduğunu Korona vesilesiyle keşfedenlerden olmadık. Örgütsel ve politik faaliyetimiz salgın nedeniyle bir değişikliğe uğramadı. Bu durumun kendisi başlı başına bir ayrım çizgisidir zira Türkiye’deki solun Korona dönemimdeki durumu tam tersi bir tabloya işaret eder.
Seçimleri beklemeyeceğiz kampanyası işçi ve emekçi hareketinin Amerikancı Muhalefetin kuyruğuna takılmaya mahkum olmadığını göstermeyi amaçlıyordu. Yürütülen kampanya, solun Korona nedeniyle toptan geri çekildiği bir dönemde gerçekleştiği için, savunduğumuz görüşler öngördüğümüzden çok daha belirgin bir şekilde göründü, daha yoğun bir biçimde tartışıldı.
Önümüzdeki dönemde, kampanya süresindeki eylem çizgimizin gerisine düşmeden, her zamanki gibi politik mücadelenin içinde kalarak, bu tartışmaları derinleştireceğiz. Yarattığımız etkiden faydalanarak devrimci bir siyasetin arayışını çeken güçlere komünistlerin birliği çağrısının anlamını ve dayandığı referansları daha etkili bir biçimde anlatacağız.