Yenibosna’dan komünistler olarak  iki haftada bir düzenlemeye özen gösterdiğimiz söyleşi etkinliklerinin bir yenisini de Esenyurt’ta bulunan Güney Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdik. Söyleşinin hazırlık çalışmasını Bahçelievler, Avcılar ve  Esenyurt’da  bulunan kimi parti ilçe örgütlerine ve kitle kurumlarına  duyuru afişlerimizi bırakarak ve kimi dostlarımızı telefonla arayarak yaptık. Etkinliğimize bizler ve Güney Kültür Merkezi’nde faaliyet yürüten Çağrı dergisinden arkadaşlar olarak toplam 15 kişi katıldı. Sunumu yapan yoldaş, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nün hangi siyasal iklimde, hangi sınıf iktidarının ihtiyaçları doğrultusunda nasıl doğduğunu ve SSCB’nin sürece nasıl dahil olduğunu anlattı. Yoldaş konuşmasında şunları anlattı:

“1946’da İkinci Emperyalist Paylaşım savaşının galip devletlerinin girişimiyle bu galibiyeti tescil etmek üzere BM örgütü kuruldu. BM’nin ilk işlerinden biri 1 Eylül gününü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etmek oldu. O gün bugündür 1 Eylül Dünya Barış Günü olarak anılır ama neredeyse her 1 Eylül günü savaşın gölgesi altında geçti. BM’yi takmadan Vietneam’da, Irak’ta, Afganistan’da ve daha bir çok ülkede dolaylı dolaysız işgalle savaş yapıldı. İşgal ve savaşlara engel olamayan rakip emperyalistler işgal ve savaşlara ortak olmak için koçbaşı olarak BM’i kullanıyorlar. Kötü bir şaka gibi 1 Eylül’ün dünya barış günü olarak ilan edilmesi ve bu iddianın arkasında BM örgütünün durmasına rağmen yine de 1 Eylül’ün en hararetli taraftarları öteden  beri  kendini komünist, devrimci olarak tanımlayanlar oldu. Çünkü  hem İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinde herkesin sosyalizmin kalesi olarak kabul ettiği SSCB’nin  belirleyici bir rolü olmuştur, hem de BM’in kurulmasında katkıları tartışmasızdır . Bu nedenle SSCB’ye sahip çıkanların BM’e ve aynı zamanda onun amaç olarak ilan ettiği hedefleri de sahiplenmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bu yüzden barışsever hareketler ile  devrimcilik ve komünistlik neredeyse özdeş sayılır oldu. Yine dünya barış yolunda önemli adımlar sayılan AGİK ve Helsinki Belgesi’nin onaylanması pek çok sosyalist tarafından ‘sosyalist sistemin ve proletaryanın bir zaferi’ olarak benimsendi. Bugün sözüm ona  sosyalist sistemin yok olmasına rağmen ve BM teşkilatının ve onun sözüm ona ilkelerinin ipliği çoktan pazara çıkmışken, barışçılıkla komünizm arasındaki ayrım azalmış değil, tersine artmış ve yaygınlaşmış durumda. Çünkü burjuva ideolojisinin işçi hareketi içine sızmasının bir ifadesi olan barışçılığın kökünün kazınması komünist bir siyasetin galebe çalmasına bağlıdır ve dünya işçi sınıfı hareketi uzun yıllardır böyle bir uluslararası  önderliğin olmayışının damgasını taşımaktadır.

Birinci Emperyalist paylaşım savaşının ardından benzer girişimler olmuş ve o zaman emperyalist savaşın sona ermesini sağlayan Rus devriminden doğan Sovyet Cumhuriyeti ve onun arkasında duran Bolşevikler, emperyalistlerin kirli barış planlarının tekerine çomak sokan başlıca güç olmuşlardı. Komünistler  bir asır önce savaşlardan asıl zarar gören emekçi yığınların ve ezilenlerin haklı ve samimi barış ihtiyaçlarının biricik çözüm yolunu göstermek için yığınların gözlerini bağlayan burjuva pasifistlerin ve onların peşinde olan sosyal pasifistlerin karşısına çıkıp onların iç yüzlerini teşhir ettiler. Güya barışı getirmek için kurulmuş olan, gerçekte ise galip emperyalistlerin dünyayı paylaşmasının aracı olan Milletler Cemiyetini hedef tahtasına oturttular. Bugünkü BM’nin atası olan bu haydutlar çetesinin karşısına onun gerçek alternatifi olan uluslararası Sovyet Cumhuriyetleri hedefini ve bu hedef için mücadelenin öncüsü olan Komünist Enternasyonali çıkardılar. Enternasyonale katılma koşulları arasında şu koşul da sayılmaktaydı; ‘Komünist Enternasyonale katılmak isteyen her parti sadece aleni sosyal yurtseverliği değil iki yüzlü ve uyduruk sosyal pasifizmi de teşhir etmek zorundadır. Kapitalizm devrim yoluyla yıkılmadıkça hiçbir hakem kurumun, silahsızlanma hakkındaki hiçbir tartışmanın, Milletler Cemiyetini demokratikleştirmek üzere yeniden örgütlenmesi yolunda hiçbir girişimin, insanlığı emperyalist savaşlardan kurtarmayacağı işçilere sistemli bir biçimde gösterilmelidir. Bu fikir Lenin in dünya çapındaki ilk emperyalist paylaşım savaşından ve bu savaş karşısında Avrupa işçi aristokrasisinden güç alan İkinci Enternasyonal örgütlerinin ihanetinden çıkardığı derslerin bir özeti gibidir.

Ne var ki savaş ve barış konusunda ortaya konan yaklaşım Komünist Enternasyonale katılanlarca bir bir unutuldu burjuva pasifist akımlarla yakınlaşma boy verdi 1934’de SSCB Lenin tarafından  ‘Haydutlar Cephesi’ olarak nitelenen Milletler Cemiyetine girdi. Güya bu örgüt tarafından önleneceği sanılan ikinci dünya savaşının sonunda da SSCB Milletler Cemiyetinin yerine kurulan BM’in kuruluşunda ön saflarda yer aldı. Bu nedenle BM hakkındaki yanılgı ve yanılsamalar hala yaygındır ve emperyalizm çağında burjuva barış severliğin etkisi altında olan devrimcilerin çokluğu da bundandır.

Genellikle İkinci Dünya Savaşı hakkında son gelişmeler parlatılarak, özelikle Stalingrad direnişi özenle anlatılırken, Komünist Enternasyonalin kuruluşuna damga vuran ilkelerin nasıl hasır altı edildiğinden ve bu ilkelerle birlikte Komünist Enternasyonalin nasıl tasfiye edildiğinden söz edilmez. Komintern uluslararası işçi hareketini ve komünistleri Anti-Hitler Paktına dahil olan devletlerin askeri çabalarına destek olmaya çağırarak varlığına resmen son verdi . Zaten ‘Düşman kendi yurdumuzda; kendi hükümetimizin yenilgisi ehveni şerdir’ anlayışıyla kurulan Kominternin gölgesinin bile bu siyasetin arkasında durması olanaksızdı. Unutulan gerçeklerden bir tanesi de ikinci dünya savaşının bir paylaşım savaşı olduğu ve SSCB ile birlikte dünya komünist hareketin bu kavgada taraf olmasıdır. Yine paylaşım kavgasının sonunda kurulan emperyalist statükoda SSCB’nin katkısı da vardır.”

Söyleşinin ikinci turunda görüşler belirtildi ve sorular soruldu. Sunumu yapan yoldaş belirtilen görüşleri ve sorulan soruları karşı şunları anlatarak yanıtlamış oldı:

“İç savaş denilince akla en az iki grubun ağır silahlarla savaşması, yoğun miktarda ölü ve yaralanan olması gelir. Elbette bu bir savaş halidir ancak devlet topyekun kendi yurttaşlarına savaş açmıştır. Bu da geniş çaplı gözaltılarla, tutuklamalarla, KHK’larla, işten atmalarla, torba iddianame hazırlamakla, kayyum atamakla gerçekleşiyor bu savaş.7 Haziran’dan  itibaren başladı. Kürdistan’daki  hendek savaşında HDP’nin tutumu ‘silahlar sussun, barış hemen şimdi, provokasyona  gelinmesin, sağduyulu olun’ şeklindeydi. Bizim görüşümüz de bu savaşa önderlik misyonuyla hareket edecek olanların harekete geçmesiydi. Hendek savaşı bu haliyle Kürdistan’ın  her yerinde olsaydı da zaten yenilecekti.

Türkiye’de yanlış faşizm tahlilleri yapılıyor. Faşizm faşist partinin dar kadro örgütlenmesiyle gerçekleşir. AKP faşist partinin kriterlerine uymadığı gibi Türkiye’de de rejim krizi vardır. Bir örnek vermek gerekirse, Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü savaşı gösterebiliriz. Cezayir katliamlarını faşist değil; burjuva demokrasisinin beşiklerinden sayılan Fransa gerçekleştirdi. Burjuva diktatörlüğünün her türlü baskı ve şiddet yöntem ve araçlarını faşizm olarak nitelersek burjuva demokrasisini ‘yani burjuva diktatörlüğünü’ aklamış oluruz. Bugün Türkiye’de İmamoğlu’na çalışan Amerikancı muhalefet siyasetten kaçarak barış ve uzlaşma temennisiyle Erdoğan’dan kurtulma stratejisi izliyor. İç savaştan kurtulmak ve barış istiyorsak bu alelade reform değil devrim sorunudur ve gerçek barış ancak devrimle gelir. 1 Eylül Pazar günü yapılacak olan mitinge eylem birliği yaptığımız siyasetlerle birlikte ‘Barış devrimle gelecek’ şiarıyla katılacağız.

Yenibosna’dan Komünistler