Çok değil daha bir buçuk yıl önce yerel seçimlerde sol akımların neredeyse tamamı “AKP faşizmini” geriletmek adına Millet İttifakı’nın adaylarını desteklemişti. İptal edilen İstanbul seçiminin ardındansa KöZ ve Çağrı dışındaki hiçbir akım bir boykot çalışması yürütmemiş ama mağrur ama mahcup bir şekilde Millet İttifakı’nın peşine takılmıştı. İlk yerel seçimde İmamoğlu’nun karşısında aday çıkartan EHP, TKP ve TKH da bu durumun istisnası olmamıştı.

Kasım ayı içerisinde gerçekleşen ABD seçimleri ise Türkiye’deki emekçilerin ve sosyalistlerin gündemine ilk kez bu kadar çok girdi. Sol akımların yine ezici bir bölümünün “Dünyada sağın yükselişi”, “Sermayenin halk düşmanı politikaları yürütmek için tek adam rejimini tercih ettiği” tespitleri yaptığı, ABD’de ise “Trump faşizminin hüküm sürdüğünü ya da yükseldiği”ni saptadığı biliniyor. Tam da bu nedenle Amerikan seçimleri sırasında sol akımların 2019 yerel seçimlerinde takındığı tutumu takınması, “Trump faşizmine” karşı Biden etrafında oluşan demokrasi blokunu desteklemesi beklenirdi. Gelgelelim solda neredeyse hiçbir akım Biden’ı desteklemedi. HDP ve “akıl” hocaları dışında kimse açıktan Biden’ın zaferini demokrasi güçlerinin zaferi olarak takdis etmedi. Trump’ın yenilgisinin dünya halklarına umut ve cesaret verdiğini söyleyen İhsan Çaralan gibileri de vardı. Ama asıl ağırlıklı eğilim Trump ve Biden’ın birbirinden farksız olduğunu söylemek yönünde oldu.

Biden karşısındaki bu mesafeli tutum, 2019 seçimlerinden farklı olarak, soldaki akımlardan hiçbirisinin sekterlik ve doktrinerlik eleştirisi yapmaması oldu. İleri Haber sitesinde yazan Metin Çulhaoğlu hariç. “Evet, bu kez herkes aynı gemide” başlıklı yazısında Metin Çulhaoğlu, Biden ile Trump’ın birbirinden farksız olduğunu söyleyen anlayışı hedef tahtasına oturttu. Hem de kendi tutumunu Komünist Enternasyonal’in yokluğuyla ilişkilendirerek.

Çulhaoğlu’na göre 1919-1990 arasındaki dönemde dünyada iki alternatif çekim merkezi, iki alternatif siyaset vardı. Sosyalistler SSCB’yi benimsesinler benimsemesinler önce Komünist Enternasyonal’in sonrasında da “sosyalist sistem”in maddi varlığından güç alarak kendi siyasi hatlarını bağımsız bir çizgi alternatif olarak sunabiliyorlardı. SSCB’nin çözülüşünden sonra böyle bir maddi alternatif ortadan kalktığı için kitleleri kendi bulunduğu bağımsız konuma çağıran siyaset tarzı da imkânsızlaşıyordu. Çulhaoğlu’na göre bugün artık farklı bir siyaset tarzı gerekmektedir:

“Dünyada bir dönem, tarih de verelim 1919-1990 arasında, biri kapitalizme diğeri sosyalizme ait olmak üzere iki “gemi” vardı. İkinci gemiden kastımız yalnızca sosyalist sistem değildir; dünyadaki tüm sosyalistlerin içinde yer aldıkları bir gemiydi bu. Bu gemidekiler, diğer gemidekilerin de parçası oldukları ortak bir tarihsel geçmişe atıfla, o geminin olumsuzluklarına ve geleceksizliğine, kendi gemilerinin “reel” ya da “potansiyel” üstünlüklerine ve nihai olarak varacağı limanın güzelliklerine işaret ediyor ve en önemlisi diğer gemidekileri kendi gemilerine katılmaya çağırıyordu…

Belirli bir dönemin başlangıcı olarak 1919 yılını vermiştik.

Üçüncü Enternasyonal’in (Komünist Enternasyonal) kuruluş yılıdır. İkinci, ayrı bir geminin tersaneden suya indirildiği, bu yeni gemiden ilk gemidekilere davetlerin başladığı tarihtir. Üçüncü Enternasyonal 1943 yılında “sona ermiş” olsa bile gemi varlığını bir süre daha korumuştur.

Bugün böyle bir gemi yoktur.

Dolayısıyla, ayrı bir mekâna davet gündemden düşmüş, başka bir gemiden yükselen “Sen de gel” sesinin, yerini “Birlikte şunları şunları yapabiliriz” önerisine bırakması gereken bir döneme girilmiştir ve bugün böyle bir dönem yaşanmaktadır.”

Şimdilik 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal’in 1925’te mi yoksa 1943’te mi tasfiye edildiğini Çulhaoğlu’nun deyimiyle “sona erdiğini” sormayalım. Komintern’in kapısına 1943 yılında kilit vurulmasından sonra geminin nasıl yüzdüğünü de merak etmeyelim. Çulhaoğlu’nun müphem ifadelerle geçiştirdiği meselelerin değil, açıksözlülükle ifade ettiği konu üzerinde duralım.

Özcesi kitleleri devrimci bir çizgiye çağırmak için devrimci fikirler yetmez demektedir Çulhaoğlu. Devrimci bir çekim merkezi, maddi bir güce kavuşmuş devrimci bir parti gereklidir. Haksız mıdır? Haklıdır elbette. Peki bugün böyle bir merkez yok derken haklı mıdır? Elbette haklıdır.

Peki tüm bu haklı tespitlerden çıkarılacak sonuç nedir? Madem siyaset maddi güçle yapılıyor, madem kitlelere önderlik edecek devrimci bir parti bulunmuyor o zaman bugün ne yapmalı? Bahane üretmek değil devrimcilik yapmak isteyenlerin vereceği yanıt açık olsa gerek: Bugün ihtiyaç duyulanın nasıl bir siyasi çizgi olduğunun altını çizip, günün acil görevinin bu partiyi yaratmak olduğunu söylemek. Bu partiyi yaratma çağrısı kimlere yapılabilir peki? Elbette bu partinin önderlik edeceği kitlelere değil, kitlelere önderlik etme iddiasını taşıyan devrimcilere. Devrimci fikirleriniz, devrimci bir eylem arzunuz var. Ama siyaset fikirlerle, arzularla yapılmaz. Gelin bu fikirleri, eylem çizgisini hayata geçirecek partiyi yaratalım.

Çulhaoğlu durumdan tam tersi bir vazife çıkarıyor: Madem ortada devrimci bir parti yok o zaman devrimcilik yapmamak lazım. Kitlelere önderlik etme hayalleri kurmayıp kitlelerle birlikte hareket etmek lazım. “Dolayısıyla ayrı bir mekana davet gündemden düşmüş”tür. Evet, yanlış okumuyoruz. Devrimci siyaset, bağımsız sınıf çizgisi Çulhaoğlu için, dış koşullara bağlı ortaya çıkan ve kaybolan bir gündemdir. Bugün de gündemden düşmüştür.

Bu fikirler ilk kez Çulhaoğlu tarafından üretilmiş değil elbette. Örneğin Lenin zamanında da Çulhaoğlu gibi düşünenler vardı; hatta sol içinde çoğunluktaydılar. Örneğin Kautsky birinci paylaşım savaşında, ki 1914-1916 yılları arasındaki dönemin sınıf hareketi açısından utanç verici bir sessizlik içeren karanlık bir dönem olduğunu hiç unutmamak gerekir, devrim şiarını merkeze alan bir propaganda çalışmasını, çocukça ve sekterce bir eğilim olarak tanımlıyordu. Troçki devrim şiarını siyasi çalışmanın merkezine oturtmayı kabul ediyor ama o da Lenin’in savaşı iç savaşa çevirme, savaş sırasında kendi hükümetinin yenilgisini isteme pozisyonunu sekterce buluyordu. Troçki’ye göre Lenin barış talebini reddederek, “Almanya’nın zaferi Rusya’nın zaferine tercih edilir” diyerek savaştan bunalmış kesimlerden kendini tecrit ediyordu. Bereket, Lenin sekterlik eleştirisinde bulunan Çulhaoğlu’nun ilham kaynaklarını topa tutmuş da Ekim Devrimi mümkün olmuş.

“İktidar hedefli bağımsız bir sınıf siyaseti gündemde yoksa gündemde ne var peki? İmamoğlu ve Biden’a oy veren kitleleri kazanmak.

Ekrem İmamoğlu şöyledir ya da böyledir; ama kendisine oy verenler arasında İmamoğlu’nun temsil ettiğinin çok daha ötesini isteyenler yok mudur? Bu insanların davet edilecekleri ayrı bir gemi yoksa, hepsiyle birlikte “geminin içinden” çalışmak daha geçerli bir yol değil midir?

Biden şöyledir ya da böyledir; ama Biden’ın Trump yerine başkan olmasını isteyenler arasında Biden’ın yapabileceklerinin ötesindeki hedefler doğrultusunda harekete geçirilebilecek kesimler yok mudur? Bu kesimlerin davet edilecekleri ayrı bir gemi yoksa, hepsiyle birlikte “geminin içinden” çalışmak daha geçerli bir yol değil midir?”

Devrimciliğin gündemde olmamasının rahatlığı olduğu kadar İmamoğlu’na oy verenleri kazanamama endişesi Çulhaoğlu’nun kalemini de bağlamış. “Ekrem İmamoğlu şöyledir ya da böyledir”, “Biden şöyledir ya da böyledir”. Oysa bizim bildiğimiz Ekrem İmamoğlu şöyledir: Amerikancı muhalefetin uşağı, kapitalistlerin çanak yalayıcısı, imkânları Erdoğan kadar genişlemese de hırsız bir müteahhit. Biden da şöyledir: Başta Filistin ve Kürdistan olmak üzere tüm dünyayı kana bulayan emperyalist politikların yürütücüsü, halk düşmanı Amerikan düzeninin geleneksel temsilcisi. “Ya da böyledir” kısmını da Çulhaoğlu anlatsın.

Çulhaoğlu soruyor: İmamoğlu’na oy verenler arasında “İmamoğlu’nun temsil ettiğinin çok daha ötesini isteyenler yok mudur?”, “Biden’ın Trump yerine başkan olmasını isteyenler arasında Biden’ın yapabileceklerinin ötesindeki hedefler doğrultusunda harekete geçirilebilecek kesimler yok mudur?” Çulhaoğlu İmamoğlu’nun temsil ettiğinin çok daha ötesini isteyenlerden söz ederken kendi çizgisini anlatmak istiyor. Böylelikle kendisinin İmamoğlu’nun ötesinde ama onunla aynı doğrultuda yer aldığını itiraf etmiş oluyor.

İnsanın sorası geliyor. Ya Erdoğan’a, Trump’a oy verenler? Yozlaşmış Türk burjuvazisine, Amerikan düzenine duyduğu öfkeden ötürü Erdoğan’a oy verenler yok mudur? Çulhaoğlu, AKP’nin seçmen tabanının CHP’nin tabanına kıyasla çok daha proleter olduğunu bilmiyor olabilir mi? Trump’ın esas olarak geleneksel Amerikan işçilerinden destek gördüğünden habersiz olabilir mi? O zaman da bu kesimlerle ortak bir seçim çalışması mı yürütmek gerekecektir?

Bir an için Çulhaoğlu’nun haklı olduğunu kabul edelim. CHP’nin, Biden’ın tabanının Türkiye ve Amerikan devriminin öznesi, kazanılması ve birlikte hareket edilmesi gereken asıl unsurlar olduğunu düşünelim. Durum böyleyse bu kesimleri CHP’nin, Biden’ın etkisinden kurtarmak gerekmez mi? Seçimlerde, sadece seçimlerde değil tüm siyasi sorunlarda, bağımsız bir devrimci tutum göstermek gerekmez mi? Bağımsız devrimci seçeneği öne çıkarmadan bu emekçileri kazanmak mümkün müdür?

“Gel kardeşim!” çağrısıyla ve bir kitle partisi yaratma niyetiyle kurulan TİP’in mensubu olan Çulhaoğlu bu sorulara elbette bizden farklı yanıt veriyor, verecek. Devrimcilik gündeme girene kadar burjuva siyasetçilerine onları içeriden eleştirerek destek vermeye devam edecek.

KöZ’ün arkasında duran komünistlerse devrimci bir partinin eksikliğini devrimci siyasetten kaçmanın bahanesi olarak görmek yerine devrimci bir partiyi devrimci bir siyasal mücadeleyle yaratmayı en acil görev olarak kabul ediyorlar. Bu nedenle devrimci kaygıları olan tüm kesimleri emekçileri ezilenleri Millet İttifakı’nın güdümünden kurtaracak alternatif bir siyasi seçenek yaratmaya davet ediyorlar.