Lenin, 1913 yılında Riga ve Petrograd’daki 1 Mayıs eylemlerini değerlendirdiği “Devrimci Proletaryanın 1 Mayısı” başlıklı makalesinde devrimci durum tespitini, yönetenlerle yönetilenlerin karşılıklı durumu açısından ele alarak yapmıştı.Bunun ardından 1915’teki “İkinci Enternasyonal’in Çöküşü” broşüründe bu konuyu genişleterek ele aldı.

Sakın dürüst sosyalistler, Basel Kararını, savaşın devrimci bir durum yaratacağını düşünerek savunmuş, fakat olaylar onların bakış açısını çürütmüş ve devrimin imkansız olduğu görülmüş olmasın? 

Cunow (“Partinin Çöküşü?” adlı broşüründe ve bir dizi makalede) burjuvazinin kampına geçişini işte böyle bir safsatayla haklı göstermeye çalışıyor ve başta Kautsky olmak üzere neredeyse bütün sosyal-şovenlerde imalar biçiminde benzer “gerekçeler”i görüyoruz. Devrim umutlarının hayal olduğu görülmüş, hayalleri savunmak ise Marksistlerin işi değilmiş — Cunow böyle muhakeme yürütüyor ve bu Struveci, Basel Manifestosu’nu imzalayanların tümünde bir “hayal”den tek kelimeyle söz etmiyor, asil bir karakter olarak meseleyi daha çok Pannekoek ve Radek’in şahsında aşırı solun üzerine atmaya çalışıyor! 

Şimdi bu gerekçeyi özü itibariyle, yani Basel Manifestosu’nun yazarlarının devrimin yaklaştığını içtenlikle öngördükleri, fakat sonunda olaylar tarafından çürütüldükleri gerekçesini inceleyelim. Basel Manifestosu şunları söylüyor: 1) Savaş ekonomik ve politik bir kriz yaratacaktır; 2) işçiler savaşa katılmayı, “kapitalistlerin karı, hanedanların hırsı uğruna, ya da gizli diplomatik sözleşmelerin yüksek saygınlığı uğruna birbirlerine ateş etmeyi bir suç” sayacaklar, savaş, işçi sınıfının “öfke ve hiddetine” yol açacaktır; 3) sosyalistler bu krizden ve işçilerin ruh halinden, “halkı uyandırmak, kapitalist sınıf egemenliğini ortadan kaldırmak” için yararlanmakla yükümlüdürler; 4) hükümetler, —istisnasız tümü— “bizzat kendilerini tehlikeye atmaksızın” savaş çıkaramayacaklardır; 5) hükümetler “proleter devrimden korkmaktadırlar”; 6) hükümetler, Paris Komünü’nü (yani içsavaşı), Rusya 1905 devrimini vs. son derece açık düşünce silsileleridir; devrimin gerçekten patlak vereceğine dair bir garanti içermezler; bu düşünce silsilelerinde vurgu, olguların ve eğilimlerin eksiksiz karakterizasyonunda yatar. Her kim bu tür düşünce silsileleri ve açıklamalarla ilgili olarak, devrimin patlak vermesinin hayal olduğunun görüldüğünü söylüyorsa, onun devrim hususunda tavrı Marksist değil, Struveci ve polis dönek bir tavırdır. 

Marksistler için, devrimci durum olmadan devrimin imkansız olduğu tartışma götürmez, fakat her devrimci durum da devrime götürmez. Genel olarak söylendiğinde bir devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç ana özelliğe işaret edersek, kesinlikle yanlış yapmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, egemenliklerini değişmemiş biçimde sürdürmenin olanaksızlığı; “tepedekilerin” şu ya da bu krizi, egemen sınıfın politikasının krize düşmesi ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunun, öfkesinin, bu krizin yol açtığı çatlağı yararak patlaması. Bir devrimin patlak vermesi için, genellikle, “yönetilenlerin yönetilmek istememesi” yetmez, aynı zamanda “yönetenlerin eskisi gibi yönetememeleri” de gerekir; 2) ezilen sınıfların yoksulluk ve sefaletinin alışılmış ölçülerin üzerine çıkması; 3) “barışçıl” dönemlerde kendilerini sessizce sömürten, fakat fırtınalı bir dönemde, kriz koşulları sayesinde, fakat aynı zamanda bizzat “tepedekiler” tarafından bağımsız tarihsel eyleme zorlanan kitlelerin eylemliliğinde —sözünü ettiğimiz nedenlerden kaynaklanan— önemli bir yükselmenin kaydedilmesi. 

Sadece tek tek grupların ve partilerin değil, aynı zamanda tek tek sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmadan devrim —genel kural itibariyle— imkansızdır. İşte bu nesnel değişikliklerin tümüne birden devrimci durum denir. Böyle bir devrimci durum Rusya’da 1905’te, Batı Avrupa’da bütün devrim dönemlerinde vardı; fakat geçtiğimiz yüzyılın altmışlı yıllarında Almanya’da ve 1859-1861 ve 1879-1880 yıllarında Rusya’da da, devrim gerçekleşmemiş olsa da, devrimci durum vardı. Neden? Çünkü her devrimci durumdan değil, ancak yukarıda sayılan nesnel değişikliklerin yanı sıra bir öznel değişiklik olduğu zaman, yani devrimci sınıf, kriz dönemlerinde bile “düşürülmezse” kendiliğinden “düşmeyecek” olan eski iktidarı ezmek (ya da sarsmak) amacıyla devrimci kitle eylemleri için yeterince güçlü olabildiği zaman bir devrim ortaya çıkar. 

Tüm Marksistler tarafından defalarca ortaya konan, tartışmasız kabul edilen ve biz Ruslar için 1905 yılının deneyimiyle özellikle anlaşılır biçimde doğrulanan devrim hakkındaki Marksist görüşler bunlardır. Şu soru ortaya çıkıyor: Bu hususta 1912 Basel Manifestosu’nda ne öngörülmüştü ve 1914/15 yılında ne ortaya çıktı? 

Şu kısa ifadede özetlenen bir devrimci durum öngörülmüştü: “ekonomik ve politik kriz”. Bu kriz gerçekleşti mi? Kesinlikle evet. Hatta sosyal-şoven Lensch (şovenizmi ikiyüzlü Cunow, Kautsky, Plehanov ve ortaklarından daha açık, daha dürüst, daha içten savunmaktadır) bunu şöyle ifade etti: “Yaşadığımız bir devrimdir” (“Alman Sosyal- Demokrasisi ve Dünya Savaşı” adlı broşürü, s. 6, Berlin 1915). Politik kriz yaşanmaktadır: Hükümetlerin hiçbiri yarınından emin değil, hiçbiri, mali iflas, toprak kaybı, ülkesinden kovulma (hükümetin Belçika’dan kovulması gibi) tehlikesinden uzak değil. Bütün hükümetler patlamaya hazır bir volkanın üzerinde yaşıyorlar, bizzat hükümetler kitlelere, bağımsız hareket etme ve kahramanlık çağrısı yapıyorlar. Avrupa’nın politik rejimi tamamen sarsılmıştır ve hiç kimse en büyük politik sarsıntılar dönemine girdiğimizi (ve daha derinlere doğru yürüdüğümüzü — bunları İtalya’nın savaş ilan ettiği gün yazıyorum) inkâr etmek istemeyecektir. Ve Kautsky, savaşın ilanından iki ay sonra (“Neue Zeit”, 2 Ekim 1914) “bir hükümet, hiçbir zaman, bir savaşın başlangıcında olduğu kadar güçlü, partiler ise güçsüz değildir” diye yazdığında, bu, Südekum ve diğer oportünistlerin yararına tarihin Kautskyce tahrifinin bir örneğidir. Bir hükümet, hiçbir zaman, egemen sınıfların bütün partilerinin onayına ve ezilen sınıfların bu sınıf egemenliğine “barışçıl” biçimde boyun eğmesine savaş sırasında olduğu kadar ihtiyaç duymaz. Bu birincisi; ikincisi ise şu: “Bir savaşın başlangıcında”, özellikle de hızlı bir zafer bekleyen bir ülkede hükümet herşeye kadir görünse de, dünyada hiç kimse, hiçbir yerde, devrimci durum beklentisini sadece “savaşın patlak verdiği” anla birleştirmemiş, ya da “görünen”i gerçek olanla özdeşleştirmemiştir. 

Avrupa savaşının şiddetli olacağı ve diğer savaşlarla kıyaslanamayacağını herkes biliyor, görüyor ve kabul ediyordu. Savaşın deneyimleri bunu gittikçe daha çok doğruluyor. Savaş yayılıyor. Avrupa’nın politik temelleri gittikçe daha çok sarsılıyor. Kitlelerin çektiği acılar korkunç boyutlarda; hükümetlerin, burjuvazinin ve oportünistlerin bu acıyı gizleme çabaları gün geçtikçe daha sık iflas ediyor. Belli kapitalist grupların savaştan elde ettikleri kârlar duyulmadık boyutlarda, skandal yaratacak kadar yüksek. Çelişkiler korkunç şiddetleniyor. Kitlelerin boğuk öfkesi, geri ve aydınlanmamış kesimlerin dürüst (“demokratik”) bir barış yönünde belirsiz arzusu, kitlelerin “derinliklerinde” başlamış bulunan homurdanma — bütün bunlar gerçektir. Ne var ki savaş uzadıkça ve şiddetlendikçe, bizzat hükümetler, onları normalüstü güç harcama ve fedakârlıkta bulunmaya çağırarak, kitlelerin eylemliliğini güçlendiriyorlar. Savaşın deneyimiyle, tarihteki her kriz, insanların yaşamındaki her büyük felaket ve değişiklik deneyiminde olduğu gibi, bazıları körlenip kırılırken, buna karşılık başkaları aydınlanır ve çelikleşir; ayrıca dünya tarihinde genel olarak şu ya da bu devletin çöküşü ve yok oluşu sürecinde, bazı istisnalar dışında, ikincilerin birincilerden sayıca ve güç olarak daha büyük oldukları görülmüştür. 

Barış anlaşması, bütün bu acıları, bütün bu şiddetli çelişkileri “bir vuruşta” ortadan kaldırmamakla kalmayacak, aynı zamanda nüfusun en geri kalmış kitlelerinin bu acıları birçok açıdan daha yakıcı, özellikle çarpıcı biçimde hissetmesine yol açacaktır. 

Kısaca, Avrupa’nın ileri ülkelerinin ve büyük güçlerinin çoğunda devrimci bir durum gerçekten vardır. Bu bakımdan, Basel Manifestosu’nun öngördüğü şey tamamen doğrulanmıştır. Bu gerçeği doğrudan ya da dolaylı olarak reddetmek, ya da Cunow, Plehanov, Kautsky ve ortaklarının yaptığı gibi sessizce geçiştirmek, yalanların en büyüğünü söylemek, işçi sınıfını aldatmak ve burjuvaziye hizmet etmek demektir. “Sosyal-Demokrat”ta (No. 34, 40 ve 41) den korkan insanların, darkafalı hıristiyan papazların, genelkurmayların, milyoner gazetelerinin Avrupa’da devrimci durumun işaretlerini nasıl saptamak zorunda kaldıklarını gösteren veriler sunduk. 

Bu durum uzun sürecek mi ve daha ne kadar şiddetlenecek? Bir devrime yol açacak mı? Bunu bilmiyoruz, kimse de bilemez. Bunu sadece deneyim, yani devrimci ruh halleri ve en devrimci sınıf olan proletaryanın devrimci eylemlere geçmesi gösterecek. Burada ne “hayaller”den, ne de onların çürütülmesinden söz edilebilir, çünkü hiçbir sosyalist hiçbir zaman ve hiçbir yerde, (bundan sonrakinin değil de) ille de bu savaşın, (yarın yaşanacak bir devrimci durumun değil de) ille de bugünkü devrimci durumun devrime yol açacağının garantisini vermemiştir. Burada söz konusu olan, tüm sosyalistlerin en tartışılmaz ve en temel görevidir: kitlelere devrimci durumun varlığını anlatma, genişliğini ve derinliğini açıklama, proletaryanın devrimci bilincini ve kararlılığını uyandırma, devrimci eylemlere geçme ve bu yönde faaliyetler yürütmek için devrimci duruma uygun örgütler yaratmada ona yardımcı olma görevi. 

Hiçbir nüfuzlu ve sorumlu sosyalist, bu görevin, sosyalist partilerin görevi olduğundan asla kuşku duymaya kalkışmamıştır, ve en küçük bir “hayali” ne yayan ve ne de besleyen Basel Manifestosu, tam da sosyalistlerin bu görevinden söz etmektedir: Halkı harekete geçirmek ve “ayaklandırmak” (Plehanov, Akselrod, Kautsky’nin yaptığı gibi şovenizmle uyutmamak), krizden kapitalizmin çöküşünü “hızlandırmak için” “yararlanmak”, Komün ve Ekim-Aralık 1905 örneklerini kendine kılavuz edinmek. İşte bu görevlerinin bugünkü partiler tarafından yerine getirilmemesi, onların ihanetidir, politik ölümüdür, rollerinden vazgeçmeleri ve burjuvazinin saflarına geçmeleri anlamına gelir.

Lenin

(Yaz 1915)