«İkinci Keman» Friedrich Engels 

(Bu yazı Proleter Devrimci KöZ’ün Kasım 2000 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)

Friedrich Engels’in adı daima Karl Marx ile birlikte, onun yanı sıra anılır. Bizzat kendisi de Marx’ın ölümünden sonra bu yorumu haklı gösterecek net bir açıklama yapmıştı: 

“Marx ile kırk yıllık ortak çalışmam sırasında ve ondan önce; teorinin hazırlanışında olduğu kadar özellikle geliştirilmesinde de benim belli bir kişisel katkım olduğunu yadsıyamam. Ama özellikle iktisat ve tarih alanında yön verici temel düşüncelerin büyük çoğunluğu ve özellikle de bu düşüncelerin kesin ifadelere kavuşturulması Marx’ın işidir. Benim teoriye katkılarımı belki birkaç özel bilgi dalı dışında Marx bensiz de gerçekleştirebilirdi. Ama Marx’ın yaptığını ben yapamazdım.” (K. Marx/F. Engels Hayat ve Eserlerine Giriş, Riazanov, Belge Y.) 

Söz konusu olan teorinin devrimci marksist teori olduğu hatırlandığında, bu sözlerde ne derin bir tevazu yansıdığı öne çıkar. Kaldı ki, Engels’in Marx’la buluşmadan önce ve ondan ayrıldıktan sonra yaptıkları da yabana atılır şeyler değildir. Engels’in dediği gibi söylemeli; bunları da Engels olmadan Marx’ın kendi başına yapması mümkün değildi. Engels’in mütevazı bir dille söylediği şudur: benim teoriye olan katkılarımı ben olmasam da Marx yapabilirdi. Ama hakkıyla Marx’ın adını taşıyan teorik çerçevenin ortaya çıkması da sadece teorik bir deha ürünü değildir; Engels’in dediği gibi Marx bir deha olsa bile, Engels olmasaydı Marx’ın bu dehasının farkına varmamız bile mümkün olmayacaktı. Demek ki, Marx Engels’in teorik katkılarını kendi başına da yapma yeteneğine sahip olmuş olsa bile eserini tek başına ortaya koyması mümkün olmayacaktı. Özellikle Kapital’in yayınlanabilir hale gelebilmesi için Engels’in gösterdiği çaba paha biçilmezdir. İşte en azından bunu Marx’ın kendi başına yapamayacağı kesindir; zaten yapamamıştır; eserinin karmaşık notlar ve kargacık burgacık el yazılarının silik sayfaların arasından sıyrılıp gün ışığına çıkması için hem konuya hakim hem de inatçı bir sabır ve titizliğe sahip Engels’in gayretine ihtiyaç vardı. Bu açıdan bakıldığında Engels’in Marx’ın eserini tamamlayıp gün ışığına çıkarmak üzere yaptıklarını ondan başka her hangi bir kimsenin, Marx’ın kendisinin bile yapması pek olası değildi. 

Nitekim Engels Marx’tan sonra «artık birinci keman olarak çalmak zorunda» olduğunu söyledi; bunu birinci keman olarak da çalmak zorunda olduğu anlamında okumak gerekir. Kimileri bu duruma bakıp Engels’in aslında «ikinci keman» olduğu hükmüne varabilir. Doğrudur; Friedrich Engels Marx’ın birinci keman olarak yer aldığı bir orkestrada ikinci keman rolünü almıştır. Ama bunu herhangi bir zorunluluk ve yoksunluk nedeniyle değil kendi rızası ile, hatta gönüllü olarak benimsemiştir. Bu nedenle, onun adının Marx’ınki ile birlikte ve berikinin peşi sıra anılması anlaşılmaz değildir. 

Buna karşılık «ikinci keman» benzetmesinin bir senfoni orkestrasının yapısından oradaki enstrümanların ve icracılarının işlevlerinden habersiz olanların ağzında neredeyse bütün anlamını yitirmesi ve ne anlama geldiğinin unutulup gitmesi işten bile değildir. Engels’in 181 yaşına bastığı bugünlerde onu anarken öncelikle onun yeri ve rolü hakkındaki bulanıklıkları bertaraf etmek isabetli olur. Her şey bir yana, bütün Avrupa dillerinin yanı sıra, toplam bir düzineden fazla dili akıcı bir biçimde konuşup yazabilen ve özellikle de kendi ana dilini, yani Almanca’yı müstesna bir ustalıkla kullandığı gibi, dil konusundaki titizliği ile de tanınan Engels’e karşı bu bir ödevdir aynı zamanda.

Öte yandan Engels siyasi akımlarla Marx ile tanışmadan önce tanışmış, hatta üç yaş daha küçük olmasına rağmen ondan önce ürünler verip belli bir çevre içinde ünlenmişti. Komünizme gelişi de Marx’tan önceydi. Üstelik Marx’ın ölümünden sonra, tartışmasız bir biçimde «birinci keman» olarak kabul edilmesi gereken uzun bir dönem yaşamıştır. Üstelik kendisinden başka bir «ikinci keman» bulunmadığı koşullarda Engels’in mütevazı olduğu kadar titiz ve sabırlı ustalığı olmasaydı bugün biz «birinci keman»ın ürünlerinin çoğundan haberdar olmayacaktık yahut daha beteri uyduruk yorumlarıyla yetinmek zorunda kalacaktık. 

Sırf bu hatırlatma bile Friedrich Engels’in başlı başına bir kimlik olarak, Marx’tan ayrı ve bağımsız bir kişilik olarak ele alınması gereğinin altını çizer. Bir de Marx ve Engels’in birlikte çalıştıkları dönem boyunca «birinci keman-ikinci keman» benzetmesinin ne anlama geldiğine açıklık getirildiğinde neden Engels’i bağımsız bir biçimde ele almak gerektiği besbelli olur. Bir orkestrada birinci ve ikinci keman yahut herhangi bir başka enstrüman yahut enstrüman grubunun ötekinden daha önemli olduğu sanılmamalıdır. Tüm bir parça boyunca belki sadece birkaç saniye işitilecek olan bir partisyonu çalmakla yükümlü olan (örneğin vurmalı çalgıları çalan) bir müzisyen de diğerlerinden daha önemsiz, daha yeteneksiz yahut daha vasıfsız olmak durumunda değildir. Aksine orkestranın tümü elemanları aynı ölçüde mahir olmalı bütün elemanlar arasında bu bakımdan bir eşit düzey olmalıdır ki orkestranın tüm uyumlu bir topluluk oluşturabilsin. Bu ilişki orkestra içinde birinci ve ikinci keman arasında haydi haydi böyledir. Lakin her şeyi olduğu gibi, bu ilişkiyi de burjuva toplumunun hiyerarşik iş bölümüne göre algılama eğilimi yaygındır. Oysa bu sadece Engels’e değil, ortak görüşlerini birlikte ortaya koydukları ilk ürünlerinde (Alman İdeolojisi) komünizmin bu işbölümünün ortadan kaldırılması olacağını ilan eden iki yoldaşın her ikisine de haksızlık etmek olur. 

Engels’in Doğduğu Çevre ve Gençlik Yılları 

Friedrich Engels, Karl Marx’tan üç yıl sonra ve onunkinden bambaşka bir ortamda 1820 yılının Kasım ayında dünyaya geldi. Uzun ve verimli hayatının 40 yılını bir yoldaş olarak, hatta onun ötesinde bir yakınlık ve uyum içinde birlikte geçireceği Marx’la tanışıp buluşuncaya kadar, yani 20-22 yıl boyunca da Marx’tan apayrı bir yol kat etti. 

Friedrich Engels Almanya’nın Ren eyaletinin kuzeyinde bulunan Barmen’de doğdu. Bu kent sonradan büyük bir metalürji merkezi haline gelmiş olsa da; o zaman ve uzun yıllar boyunca Avrupa’nın belli başlı tekstil sanayi merkezlerinden biriydi. Engels ailesi de öteden beri tekstil imalat ve ticareti ile uğraşan bir aileydi. Ailenin şeceresi on altıncı yüzyıla kadar uzanmaktaydı. Tekstil imalat ve ticaretini yapan belli başlı ailelerin tanıtıldığı kitaplarda yer alan isimlerden biri de Engels’lerinkiydi. Soylu olmasalar da o zamanlar bu tür aileler de tıpkı soylular gibi soy ağaçlarını titizlikle takip ederlerdi; tıpkı onlar gibi birer aile armaları da olurdu. Engels’lerin arması da zeytin dalı taşıyan bir melek tasvirini içeriyordu (zaten Engels de Almanca’da melek anlamına gelmekteydi). İşte Friedrich bu barış armasının altında dünyaya geldi. Bu köklü ailenin örf ve adetlerine göre, ailenin işlerini takip etmeye aday bir erkek çocuk olarak yetiştirilecekti. Böylece Engels’lerin soyunu bu çizgide sürdürmesi bekleniyordu. 

Oysa babasının Manchester’deki fabrikasında çalışırken tanıştığı İrlandalı bir tekstil işçisi olan Mary Burns’le 1842’de evlenen Engels’in genç yaşta yitirdiği bu eşinden çocuğu olmadı; olsaydı bile Engels ailesinin beklentilerine yanıt verecek bir çocuk olmayacağı kesindi. Sadece bu evlilik bile Engels ailesinin biricik çocukları Friedrich’ten bekledikleri ile Friedrich’in hayat çizgisi arasındaki büyük açının çarpıcı bir ifadesi idi. Ama Friedrich’in ailesi ile bu konudaki çekişmeleri Mary Burns’le tanışmasından sonra başlamış değildi. Aksine bu sürtüşme çocukluk yaşlarından itibaren kendini gösteriyordu. 

Friedrich Engels’in babası işine ve işinin kurallarına katı bir biçimde bağlıydı. Ama aile servetini koruyup büyütmek üzere dünyaya gelmiş olduğuna inanan bir işadamı olmakla kalmıyordu. 300 yıldır ticaret ve tekstil imalatı ile uğraşan bir ailenin mirasçısı olduğu gibi, dinine bağlı bir protestandı. Dahası evangelist tarikatına bağlı fanatik bir dindardı. Küçük Engels çocuk yaşlarından itibaren babasının dini inançları ve bununla iç içe geçmiş olan ticaret hakkındaki planlarıyla yüz yüze oldu ve kişiliğinin şekillenmesine bunlara karşı bir direnme tutumu baştan itibaren damga vurdu. 

Engels’ler adetleri üzere bir ticaret bürosunda çalışıp deneyim kazanması için, on yedi yaşında iken oğullarını Almanya’nın en büyük ticaret merkezlerinden biri olan Bremen’e gönderdiler. Burada üç yıl boyunca çalışan Engels ticaretin inceliklerini öğrendiği gibi, çevresiyle ve gerçek dünyayla ilgilenmeye başlamıştı. On dokuz yaşında, Oswald takma adıyla yazdığı ilk makalesinde çocukluk günleri ve içinde yetiştiği ortamla hesaplaşmasını ve buradan kopma iradesini dile getirdi. Bremen’e hala dinine bağlı bir genç olarak gelmişken burada Heine ve Börne gibi sol Hegelcilerin görüşleriyle tanışarak tüm dini önyargılardan sıyrıldı. «Wupperthal mektupları» diye bilinen ve daha o zaman belli bir çevrede yankı uyandıran siyasi yazılar yazmaya başladı. 

Engels Bremen’deki stajını bitirir bitirmez Berlin’deki Topçu Muhafız Birliği’ne gönüllü olarak yazıldı. Bu adımı bir an önce ticarete atılmak üzere değil, ailesiyle tüm bağlarını koparmak üzere atmaktaydı. Gerçekten de Berlin’e gidişi onun için aile çevresinden kesin olarak kopuşunun ilk adımı oldu. Ama ne tuhaftır, bu adımı atışından kısa bir süre sonra, bambaşka nedenlerle babasının işinin başına geçeceği bir süreç başlıyordu. 1842 yılında aynı gazetenin “Rheinische Zeitung” sayfalarında buluşacağı Karl Marx ile tanışması onun hayatının en verimli yıllarını, bu sefer kendi isteği ile, babasının Manchester’deki fabrikasını işletmekle geçireceği uzun yıllara kapı açan bir dönemeç oldu. 

Apayrı Yollardan Aynı Noktaya Doğru Gelen Marx ile Engels 

Doğrusu Engels Berlin’e ailesinden kopmak üzere geldiğinde Marx da bambaşka amaçlarla ve bambaşka bir süreçten geçerek orada bulunmaktaydı; ama orada tanışmadılar. 1841 nisanında hukuk doktorasını bitirmiş ve kendini bilim ve felsefeye adamaya hazırlanmakta olan Karl Marx da köklü bir aileden geliyordu: birkaç kuşaktan beri hahamlar çıkarmış bir yahudi ailesindendi. Ne var ki, din adamları yetiştiren köklü bir yahudi ailesinden olmakla, ticaretle uğraşan köklü bir alman ailesinden olmak arasında o zaman derin farklar vardı. Engels’in ailesi ile Marx’ınki arasındaki fark bu kadarla da kalmıyordu. Marx’ın babası dinine ve örflerine bağlı bir yahudi değildi. Aksine özgür düşünceli iyi yetişmiş bir avukattı. Fransız aydınlanma edebiyatından, İngiliz aydınlanmacılarından büyük ölçüde etkilenmişti ve daha Karl Marx altı yaşındayken baba Heinrich musevi cemaatinden kopup protestan kilisesine bağlanmaya karar vermişti. Ama burada önemli olan protestanlığa bağlanmaktan ziyade haham soyundan gelen birinin musevilikten kopma isteğiydi. Kuşkusuz bu isteğin ardında felsefi ve ideolojik nedenler kadar, o zamanın Almanya’sında Yahudilere karşı uygulanan baskı ve ayrımcılıklardan sıyrılma arzusu da vardı. Nitekim genç Marx’ın ilk ilgi alanlarından birinin Yahudi sorunu olması tesadüf değildir. 

Marx’ın doğduğu Treves kenti de Engels’in memleketi olan Barmen gibi Ren eyaletindeydi. Treves, sık sık Fransa ile Almanya arasında el değiştiren Ren eyaletinin bütünde olduğu gibi siyasetle ve aynı zamanda Fransız devrimiyle Fransız fikirlerine olan ilginin yüksek olduğu yerlerden biriydi. 

Ren bölgesinin bütünü gibi Almanya’daki sanayiinin ilk temellerinin atıldığı yerlerden biri de burasıydı. Ama Barmen kadar gelişmiş bir sanayi merkezi olmadığı da kesindi. Treves’de daha çok deri ve dokuma işçiliği ile şarapçılık yaygındı. Dolayısıyla Treves’deki sanayi, çevresinde imece usulü çalışmayı ve kolektif geleneklerini sürdüren bir köylülük ile el ele şekillenmekteydi. İlk gençlik yıllarında Marx’ın bu köylülerin hayatları ve sorunları ile yakından ilgilendiğini biliyoruz. Hatta Marx’ın siyasi düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir dönemeci işaretleyen ilk yazısının «orman köylülerinin hukuku» konusunda olması da bu bakımdan bir tesadüf değildir. 

Oysa Engels, bir ucu İngiltere’ye uzanan modern bir kapitalist işletmenin şemsiyesi altında ve bütün gençlik yıllarını modern tekstil işçileriyle haşır neşir olarak geçirmişti; eşinin de bunlar arasından çıkması tesadüf değildi. Ama Engels eşinin de yardımıyla içine girdiği ve zaten çocukluğundan beri aşina olduğu işçilerin arasında onları gözleyerek şekillenmişti. Onun ilk kitabının «İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu» oluşu da tesadüf değildir. Besbelli Marx’a modern proletaryanın durumu ve eğilimleri hakkında ilk somut verileri sunan Engels olmuştur. 

Öte yandan Karl Marx da aslında kendi sosyal konumuna aykırı bir kadınla ve hiç de olağan sayılmayacak bir evlilik yapacaktı: Westphallen kontunun kızı Jenny ile evlendi. Bir Prusya aristokratının bir yahudi dönmesi ile evlenmesi de bir tekstil fabrikatörünün oğluyla işçisinin evlenmesi kadar aykırı gözükse bile iki aykırı evliliğin birbirlerine pek benzemedikleri de açıktı. 

Karl Marx’la Friedrich Engels’in evliliklerine de yansıyan farklı şekillenmelerinde çevre koşullarındaki farklılık kadar her ikisinin babalarıyla ilişkileri de belirleyicidir. Ama babalarının durumu ve babalarıyla ilişkileri de birbirine hiç benzememektedir. Babasının etkisinden kopmak ve ona rağmen kendi hayat çizgisini çizmek üzere şekillenen Engels’in aksine Marx’ın babası ile ilişkileri üstelik sonuna kadar uyumlu bir çizgi izledi. Marx’ın gençliğinde ailesinden babasından kopmak onlarla hesaplaşmak gibi bir sorunu olmadı. Aksine onu felsefe ve siyasetle ilgilenmeye yönlendirip bu alanda teşvik eden babasıydı. Belki babası sayesinde genç hegelciler arasına karışan Marx, babasından kaçarken aynı çevre ile ilişki kuran Engels’le de bu sayede buluşmuş oldu. Her halükarda bu buluşma noktasına gelirken Marx ve Engels’in izledikleri yolların apayrı olduğu tartışmasızdır. 

Marx on altı yaşında Bonn Üniversitesi’ne başlarken yazdığı satırlarda yansıdığı gibi, aynı istikamette olsa da Engels’inkinden bambaşka bir dil ve vurguyla yol almaktaydı: 

«Eğer insanlığın çoğunluğu için etkili olabileceğimiz yeri seçmişsek, hiçbir yük bizi kamburlaştıramaz. Çünkü artık o herkes adına ödenen bir bedeldir; artık tadına vardığımız şey yoksul, kısıtlı, bencilce bir sevinç değildir, mutluluğumuz milyonlara aittir. Eylemlerimiz sessiz sedasız ama sonsuza dek etkisini sürdürecek ve soylu insanların çakmak çakmak gözlerinden akan yaşlar küllerimizi ıslatacaktır.” (1835) 

Engels ise hemen hemen aynı yaşlardayken hayata bakışını bambaşka bir biçimde ifade etmiş, törelere başkaldıran, eylem için tutkulu bir arzuyu dile getiren yazılar yazmıştı: 

“Hepimiz eylem için aynı açlığı, törelere karşı aynı direnci içimizde hissediyoruz; sıcak eylem karşısındaki dar kafalı ürkeklik, sonsuz tereddüt hepimizin ruhuna aykırı; özgür dünyaya açılmak, ihtiyatın engellerini aşmak ve yaşamın tacına, eyleme erişmek istiyoruz.” (1840) 

«Sessiz sedasız eylemler» tasavvur eden ve üniversitede akademik kariyer için hazırlanan Marx ile Engels’in buluşması hiç olası gibi görünmüyordu. Zaten aynı kentte ve aynı çevrelerde bulundukları halde buluşmamışlardı da. Ne var ki Marx’ın hocası ve arkadaşı Bruno Bauer o sıra üniversiteden atılmıştı ve resmi bilime karşı bir tutum almıştı. Marx’ı akademik kariyerden caydırıp Reinische Zeitung gazetesine yönelten de Bauer oldu. O sıra Bonn’da olan Marx Köln’e geçtikten sonra kısa zamanda bu gazetenin beyni haline geldi. Engels de bambaşka bir yoldan Reinische Zeitung’un sayfalarına girecek ve Marx’la asıl tanışıklığı bu noktadan itibaren başlayacaktı. 

Ren bölgesinin radikal burjuvaları, aristokratların dümen suyundaki hükümete karşı bir muhalefet sesi yükseltebilmek için, uzlaşmacı Kölnische Zeitung’a rakip bir gazete yayınlamayı tasarlıyorlardı. Paraları ve projeleri vardı ama yazı yazacak elemanları yoktu. Yazarlar aristokrasiye karşı Fransız devriminin ateşiyle aydınlanan ama asıl olarak yine Fransa’daki 1830 devrimiyle hareketlenmiş bulunan radikal gençler arasından sıyrılacaktı. Bunların hemen hemen hepsi Hegel’den feyz almış genç Hegel’cilerdi. Bunların başında Moses Hess vardı. 1830 devrimiyle birlikte Fransız komünizmine ilgi duymaya başlayan Hess’in ateşli tutumu pek çok radikal genç gibi Engels’i de bu gazeteye çekmeye yetti; bu aynı zamanda Engels’in komünizme doğru gelişiydi; yıl 1842 idi. 

Engels ticaret eğitimi almak için gönderildiği Bremen’de dilinden Fransız devriminin marşı Marsellaise’i düşürmeyen; kendi deyişiyle «bağıra çağıra giyotin isteyen»; demokratik ve birleşik bir Almanya Cumhuriyeti için savaşmaya niyetli ve kendi yazdığı alaycı şiirlerinde kendisini ateşli bir jakoben olarak tasvir eden bir devrimci olmuştu. 

Engels Rheinische Zeitung’a adım atar atmaz ilk tartışmalarını Marx ile yaşadı. İki konuda Marx ile Engels karşıt gruplarda yer aldılar. Bunlardan birincisi genel muhalefet üslubuna ilişkin tartışmaydı. Marx içerikte daha radikal ama daha az gürültülü bir üslup tutturulmasından yanaydı; Engels ise Berlin’li radikallerle beraber Marx’ın eleştirilerinin hedefleri arasındaydı. İkinci konu ise radikal bir gazetenin dine karşı radikal bir tutum alması gerektiğini savunanlarla bu tür polemikleri yüzeysel bulan ve önemsemeyenler arasındaki tartışmanın konusudur. Marx ikinciler arasındayken Engels birinci grubun önündedir. 

Rheinische Zeitung kısa bir süre sonra kapandı. Gazete kapandığı sırada Marx hala «ben komünizmi bilmiyorum. Ama ezileni savunmayı amaçlayan bir felsefe o kadar kolay mahkum edilemez» diyordu. Engels ise aynı yere komünist bir devrim fikrinin cazibesiyle gelmişti. Marx’ın komünist bir bakış açısını benimseyip ifade etmesi 1843’te sığındığı Paris’te arkadaşı A. Ruge ile çıkardığı Fransız-Alman Yıllığı adlı dergidedir. Ama bu konudaki asıl görüşlerini ancak Engels ile birlikte çalışmalarının ürünü olan ve komünist devrim fikrinin açılıp ortaya konduğu «Alman İdeolojisi»nde «ortak ve yeni görüşleri» olarak ifade edecektir. En azından bu noktada Engels’in hatırı sayılır bir payı olduğu teslim edilmelidir. 

Marx ve Engels’in yeni ve ortak görüşlerini ortaya koydukları ilk çalışma Alman İdeolojisi olsa da bu yayınlanmış değildi. Ama ondan önce Kutsal Aile polemiği ile ayrı ayrı içinden çıktıkları akımla ortak bir hesaplaşmaya girmişlerdi. Bu noktadan itibaren Marx ve Engels artık birlikte düşünüp birlikte davranmaya başlayacaklardı. Ama her ikisinin hem birbirlerine hem de proletarya ve devrim davasına kesin ve kopmaz bir biçimde bağlanmaları için Komünistler Birliği çatısı altında buluşmaları gerekecekti. Bir başka deyişle hem Marx’ın hem de Engels’in komünizm davasının militanları haline gelmeleri için ne gençlik yıllarını geçirdikleri çevrelerin farklı farklı etkileri ne de felsefe araştırmaları içinde geçirdikleri evrim yetmezdi. Ortak çalışmalarının meyvelerinin de yetmeyeceği kabul edilmeli. Onların bugün bulundukları yerde durabilmeleri için sahici devrimcilerle tanışıp sahici bir devrimci örgütün sorumluluğunu üstlenmeleri ve bu konumdayken sahici bir devrimi yaşamaları şarttı. Reinische Zeitung’un sansür nedeniyle kapatılması ve her ikisinin de ülkelerini terk edip «yad ellerde» birlikte çalışmaya başlamaları bu sürecin başlangıç noktası oldu. O kritik dönemece bu evrede birlikte girdiler. Bu dönemeci Riazanov şöyle tasvir etti: 

“O sıralar Marx ve Engels anavatanlarını terk etmek zorunda kalmış iki alman felsefecisi ve siyasetçisiydiler. Yaşamlarını Fransa ve Belçikada sürdürüyorlardı. İlkin aydınların ilgisini çeken, sonra işçilerin ellerine geçen bilimsel kitaplar yazıyorlardı. Pratik çalışmanın basit işlerinden uzak, kendi manastırlarına kapanmış ve bilimsel düşüncenin bekçilerine yakışır biçimde vakarla işçilerin gelmesini bekleyen bu iki bilgine güzel bir sabah işçiler başvurdular. İşte o gün gelmiş çatmıştı.” 

Marx ve Engels o sırada Londra’da birlikteydiler. Komünist Manifestonun arkasındaki örgüte dönüşecek olan Haklılar Birliğinin görevlendirdiği üç işçi militan olan Karl Schapper, Joseph Moll ve Heinrich Bauer ile tanışmalarını Engels şöyle anlattı: 

“Ben bunların üçünü de 1843’te Londra’da tanıdım. Bunlar tanıdığım ilk devrimci proleterlerdi. O sıralarda görüşlerimiz ayrıntılarda birbirlerinden uzaklaşıyordu; çünkü onların dar görüşlü eşitlikçi komünizmlerine karşılık, ben de bir o kadar dar görüşlü felsefi kibirliliğe sahiptim. O sıra henüz yalnızca bir adam olmayı arzulayan benim üzerimde bu üç gerçek adamın bıraktıkları derin etkiyi hiç bir zaman unutmayacağım. …” (Engels, Komünistler Birliği’nin Tarihi Üzerine, Köln Davası Üzerine Açıklamalar derlemesi içinde, Ana yayınları, İstanbul 1977, s. 19) 

Doğrusu bu sözleri söyleyenin on dokuz yaşında eylemi “yaşamın tacı” olarak tanımlayan Engels olmasına şaşmamalı. Riazanov’un tasvir ettiği vakur bilim adamları ise daha çok genç Marx’ın çizdiği tabloyu andırır. Engels ilk kez proleter devrimcilerle tanıştığında henüz 22 yaşındaydı; Marx ise 25. Engels’in «yaşamın tacı eylem» için duyduğu açlık hiç dinmedi. Eylem daima onu heyecanlandırdı ve içine çekti. Ama sadece Komünistler Birliğinin saflarında geçirdiği kısa dönemde sahiden eylem içinde oldu. 1848-50 devrimleri sırasında Marx bazı Komünistler Birliği militanlarıyla birlikte Almanya’yı terk ederken, Friedrich Engels, Mol ve Willich’in de aralarında bulunduğu bazı yoldaşlarıyla birlikte Güney Almanya’daki ayaklanmada yer almak üzere gönüllülere katılır ve Moll’ün vurularak öldüğü çatışmalarda da yer aldı. Genç Engels’in eylem hakkındaki tutkulu sözleri besbelli ki bir gençlik romantizminden ibaret değildi. 

Sonradan, yaşlılık yıllarında onun yakın çevresinde «general» diye anılması da boşuna değildir ve bu yalnızca Engels’in başka bir çok konuda olduğu gibi askerlik konularında da derin bir birikime sahip olmasından ötürü değildir. Bununla birlikte Engels’in hayatının büyük bir bölümünü «eylemsiz» geçirdiği de bir başka hakikattir. Özellikle 1848 devrim dalgasının geri çekilmesinden itibaren bütün gençlik yılları boyunca kopmaya çabaladığı aile işinin başına geçip bu sayede Marx’ın teorik çalışmalarını sürdürebilmesi için gayret ve sabırla bir tekstil fabrikasını bilfiil yönetmiş olması dramatik bir tablo oluşturmaktadır. Ama bir başka açıdan bu gönüllü seçim bile onun teoriden ziyade pratik işlere olan eğiliminin bir ifadesi olarak görülebilir. Gerçekte teorik birikimi ve teoriye yatkınlığı bakımından pek çok çağdaşından ileride olduğu gibi, Marx’tan da geri kalmayan Engels, onunla birlikte çalışmaya başladıkları andan itibaren, kalemi bu can yoldaşına emanet etmeye karar verdi. 

Kuşkusuz yaklaşık kırk yıllık bu dönem boyunca, Engels sadece Marx’a maddi imkanlar sunmakla kalmadı. Aksine, bu konuda çoğu zaman yetersiz kaldığı da olmuştur. Buna karşılık, Marx’ın görüşlerinin şekillenmesindeki katkıları yabana atılır katkılar değildir. Engels bu dönemde de teorik birikimini geliştirme ve bu birikimi yoldaşlarının istifadesine sunma konusunda önemli bir çaba içinde olmuştur. Ama bütün bu dönem boyunca, ki örneğin Paris Komünü’nün kuruluşu da bu aralığa rastlar, onun bilfiil eylem içinde yer almadığı da açıktır. Hatta hem örgütlenme hem de işçilerle ilişkilerini geliştirme konusunda da aktif bir faaliyetine rastlanmamaktadır. Tersine, babasının fabrikasının başında oluşu nedeniyle İngiltere’de pek çok işçi toplantısına katılması bile mümkün olmamaktaydı. İngiliz işçiler geleneksel olarak kim olduğuna bakmaksızın «bizim toplantılarımızda kapitalistler yer alamaz”» demekteydi. Gençlik yıllarına ve o zamanki ruh haline bakıldığında, belki de Engels’in hayatı boyunca yaptığı en büyük fedakarlık Marx’ın çalışmasını güvence altına alabilmek için babasının işinin başına dönmeye karar vermesiydi. 

Marx’ın ölümüyle birlikte Engels’in hayatında yeni bir dönem açılacak gibi oldu. Artık Manchester’deki işletmeyle eskisi gibi uğraşmak zorunda değildi. Hemen hemen elindeki maddi imkanların tümünü Marx’ın kızlarına ve Marx’ların hayatında yeri kızlarınınkinden geri olmayan Helene Demuth’e paylaştırdı. Artık tamamen kendi çalışmalarına dönebilir gibiydi. Hayır bu kez de önünde Marx’ın yarım kalan çalışmalarını tamamlamak içinden çıkılmaz gibi görünen el yazmalarını deşifre edip düzene koymak, sağdan soldan gelen uyduruk eleştirileri ve ideolojik saldırıları yanıtlamak gibi devasa bir görev duruyordu. Kızlarının anlattığına göre Marx’ın bir nevi vasiyetiydi bu. Aynı zamanda Marx başladığı işin tamamlanabilmesi için tek umudunun Engels’in titiz gayreti olduğunu söylemişti. Engels bu ödevi her zamanki mütevazı özveriyle omuzladı. Yalnız Marx’ın yarım bıraktığı çalışmaları tamamlamakla ve ona yönelen eleştirileri yanıtlamakla yetinmedi. Neredeyse bütün çevirileri inceleyip düzeltmek, onun hakkında çıkan her sözün üzerinde durmak gibi inanılmaz bir işi üstlendi ve yürüttü. Bu çabaların içinde Marx’ın mezarını bir tür tapınağa dönüştürmek isteyen sosyal demokrat soytarıları engellemek için uğraşmak, hatta o sıra çizilmekte olan Marx’ın yağlı boya portreleriyle ilgilenip bunların düzeltilmesi için önerilerde bulunmak da vardı. Onun kimi tartışmalarını güncelleştirerek sürdürmek de (örneğin Marx’ın Proudhon eleştirisinin «Konut Sorunu» broşürü ile tamamlanması gibi). Bütün bunlar «ikinci keman» misyonunu sürdürmek anlamına geliyordu. 

Ama bir de Engels’in omuzlarında «birinci keman»ın yerini doldurma ödevi vardı. Tam da işçi hareketinin en örgütsüz ve dağınık olduğu bir dönemde, marksizme olan ilginin giderek arttığı ve yaygınlaştığı koşullarda dünyanın dört bir yanından gelen mektuplara yahut bizzat gelen ziyaretçilere yanıt vermek, önerilerde bulunmak ve bunların takipçiliğini üstlenmek de ona düşüyordu. Bunların çoğu ile kendi ana dillerinde yazışıp görüşüyordu. Bereket oldukça dağınık ve sağlık koşulları bakımından elverişsiz olan, sık sık bu nedenlerle çalışmalarına ara vermek yahut yeniden başlamak zorunda olan Marx’ın aksine Engels düzenli ve sağlıklıydı. Gözlerini yumacağı yetmişbeş yaşına kadar aynı inanılmaz tempoda çalışmayı hiç aksatmadan sürdürebildi. Ama bütün yaptıklarını yapabilmek için, sağlığı ve enerjisi engel olmadığı halde hayatının son on iki yılında da yine önceki kırk yılda olduğu gibi eylemin ve somut pratik faaliyetin kıyısında durmak durumunda kaldı. Neredeyse bütün müdahaleleri muazzam bir boyuta ulaşan yazışmalarıyla ve birebir sohbet ve görüşmelerle sınırlıydı. Kitle eylemlerinden olduğu gibi açık kitle toplantılarından bile uzak durdu. İkinci Enternasyonal’in oluşmasıyla duyduğu heyecan ve coşkuyu Manifesto’nun yeni bir baskısına yazdığı önsöze yansıtıp Marx’ı da hasretle yadeden Engels Enternasyonal’in oluşumunu da dışarıdan izlemekle yetindi. Sağlığında toplanan kongrelerine bile katılmıyordu. En son, ısrarlar üzerine Zürich kongresine katıldı yoğun alkışların dinmesinden sonra kısa bir konuşma yapmakla yetindi. 

Engels’in kendine biçtiği bu misyon onu en çok uluslararası marksist hareketin ağırlık merkezi haline gelmiş bulunan Almanya’daki sosyal demokrat hareketin evrimi karşısında ayağına bağ oldu. Almanya’daki hareket ciddi bir örgütlülüğe sahipti. Besbelli ki Engels’in müdahalelerini boşa çıkartan bir güç oluşturuyordu. Bir an için düşünüldüğünde bunu kavramak güç değil. Engels’in iki sekreterinden biri Bernstein diğeri Kautsky idi. Öte yandan Wilhelm Liebknecht ve August Bebel gibi Marx ve Engels’in yakın mesai arkadaşları hareketin içinde ve başındaydılar. Bunlar Engels’in yakın mesai arkadaşları olarak adeta doğrudan onun adına konuşma imkanına sahip olmaktaydılar; aynı zamanda Almanya’nın koşulları ve hareketin durumu hakkındaki bilgiler de Engels’e onların vasıtasıyla bir bakıma onların süzgecinden geçerek gelmekteydi. Engels’in bunlarla olan yoğun yazışmalarından çıkarsanabilecek iki örnek yeterince öğreticidir. Bunlardan birincisi, «Almanya’daki hareket içinde olumsuz etki yapacağı» bahanesiyle Marx’ın Gotha Programı hakkındaki, yani Lassalle’cilik ve Lassalle’cilere karşı teslimiyetçi tutum hakkındaki eleştirilerinin uzun zaman boyunca hasıraltı edilmesi ve gün ışığına çıktığında da kırpılarak çıkmasıdır; bununla da bağlantılı olarak Bernstein ve Kautsky’nin ortak ürünü olan Erfurt Programı da Marx’ın keskin eleştirilerinden yoksun olarak benimsenmiş ve Engels’in eleştirileri aslında bir nevi tasdik unsuru olarak kayda geçmiştir. Böylece Engels Almanya’da ve dolayısıyla uluslar arası hareket içinde Lassalle’cılığın hortlamasına alet edilmiştir. İkinci örnek daha hazindir; söz konusu olan Marx’ın «Fransada Sınıf Mücadeleleri» başlıklı yazılarının almanca baskısına yazdığı önsözdür. Aslında baştan sona proleter devrimi ve proletaryanın iktidarı alması sorununu işleyen bu yazıların Almanya’daki sansürü aşabilmesi için uygun bir önsöz yazması istenmişti Engels’ten başka türlü yayınlanmasının mümkün olmadığı söylenmişti. Buna rağmen Engels’in gönderdiği metin budanarak yayınlandı. Engels hayatının son günlerini bu kalpazanlığa isyan ederek geçirdi. Metinde savaş ve silahlanma hakkındaki olumlu ifadelerin tamamı ve özellikle de Engels’in bir ihtiyat kaydı olarak eklediği «sokak savaşlarının büsbütün ve ebediyen gündemden çıkmadığı» hakkındaki uzunca pasaj sansür bahanesiyle SPD yöneticileri tarafından çıkartıldı. Engels bunun üzerine «bu utanılacak izlenimin silinmesi» için kendisini «yumuşak başlı bir legalite hayranı gibi görülmesine» yol açan bu tahrifatın düzeltilmesi ve metnin tamamının Neue Zeit’da yayınlanması talebini bir mektupla Kautsky’ye bildirdi. Ama metin orijinal haliyle Engels’in sağlığında ve daha sonraki uzun yıllar boyunca da yayınlanmadı. «Engels’in vasiyeti» diye bilinen «Sunuş»unun tam metni ilk kez Ekim Devrimi’nden sonra, Bolşevikler tarafından yayınlandı. 

Ne hazindir ki «yaşamın tacı olan eyleme olan açlığı» dile getirerek yola çıkan Engels işçi sınıfına uysallığı ve legal eylemleri izlemeyi öğütleyen bir akıl hocasına dönüştürülmüştü. Daha beteri de olabilirdi. Gençlik yıllarında dinsel önyargılara ve törelere başkaldırarak yola çıkan hatta Marx’la ilk tartışmasını bu konuda yapan Engels’in asıl vasiyetinin de hasır altı edilmesine ramak kaldı. Engels ölümünden sonra asla bir dini tören yapılmamasını ve cesedinin yakılmasını vasiyet etmişti. Ölümünden sonra özellikle alman sosyal demokratları onu bir anıt mezara gömmek istediler. Bereket bunu önleyecek kadar sadık yoldaşları vardı. Engels Birinci Enternasyonal tarihini yazmaktayken yakalandığı hastalığın pençesinden kurtulamayarak 5 Ağustos 1895’te gözlerini yumunca o sıra yeni yeni başlayan isteyenlerin cesetlerinin yakılması uygulamasından ilk yararlananlardan biri o oldu. Cesedi yakıldı ve külleri okyanusa serpildi. Zaten bu engin adamın küllerini alabilecek daha geniş bir yer yoktu.