31 Mart seçimlerine giderken başta HDP olmak üzere sol akımların büyük çoğunluğu “Erdoğan’ı geriletme” “taktik hedefiyle” hareket etti. Bu maksatla “bağırlarına taş basarak” büyükşehirlerde Cumhur İttifakı’nın rakiplerini destekleme tutumunu benimsediler.

Elhak bu sayede Millet İttifakı’nın kendi başına elde etmesi mümkün olmayan sonuçlar elde ettiği doğrudur. Ama bu yerel seçim “zaferinin” Erdoğan’ın iktidarını zayıflatıp on gerilettiği hiç de doğru değildir. Yerel seçimler sayesinde “Saray’daki tek adam iktidarının kuşatılıp zayıflatılacağı” hakkındaki safsata hemen boşa çıkmıştır. Aksine Erdoğan bir kez daha ve bütün kural ve yasaları büsbütün çiğneyerek İstanbul’da kaybettiği seçimlerin yenilenmesini sağlamıştır. Erdoğan’ın hiç kuşkusuz herkesin gözünü İstanbul’a diktiği için görmezden geldiği kimi başka yerlerde, belediyeleri kazananların elinden alıp kendi adamlarına teslim ettiği de üzerinde durulmayan ve sözü edilmeyen bir başka olgudur.

Her halükarda Erdoğan 31 Mart seçimlerinde umduğunu ve elde etmek istediğini alamadıysa da Saray’daki iktidarı sarsılmış bile değildir. Bilakis kimi kısmi kayıplara rağmen genel olarak oylarını koruyabilmiş olmasının yanısıra hala sarayda yasa ve teamülleri dahi çiğneyerek seçimleri yeniletecek kadar güçlü olduğunu kendi tabanına ve ortağı MHP’ye gösterme fırsatı elde etmiştir. Nitekim aldığı bu destekle sanatçılara ve aydınlara saldırılarını bir kat daha arttırmanın yanı sıra ne zamandır bekleyen Kandil’e yönelik harekata girişmiş bulunmaktadır.

Ne olursa olsun 31 Mart seçimlerinin Erdoğan’ın iktidarını pek sarsmadığı ortadadır. İstanbul seçimlerinin kısmen (sadece AKP’nin kaybettiği kısımda) yenilenmesi de bu iktidarının bir göstergesidir.

Bu itibarla 23 Haziran’da da İstanbul Belediye Başkanı kim çıkarsa çıksın, Erdoğan’ın yerinde duruyor olacağı tartışmasızdır. Kimileri İstanbul seçimlerinin Erdoğan aleyhine sonuçlanması halinde, Erdoğan’ı yerinden edecek bir erken seçim ihtimalini hayal etmektedir. Oysa eğer bir erken seçim gündeme gelecekse bunun tam tersine Erdoğan şartların kendi lehine olduğunu gördüğü takdirde olacağını düşünmek daha gerçekçi olur. Muhalefetin baskısıyla değil, daha önce olduğu gibi Erdoğan’ın bağımlı hale geldiği MHP’nin zorlamasıyla olacağını düşünmek de yanlış olmaz.

31 Mart seçimlerine “Erdoğan’ı geriletmek için” ister kendi adaylarıyla ister Millet İttifakı’nı destekleyerek girenlerin hepsi şimdi bir kez daha  aynı niyetle İmamoğlu’nun arkasında saf tutmuş durumdadırlar. Sanki 31 Mart’ta bu beklenti gerçekleşmiş gibi 23 Haziran’da Erdoğan’ı “daha da geriletmek” için heveslenmektedirler. Bir başka deyişle böyle düşünenlerin isabetli bir tahmin yapıp yapmadığından ziyade Erdoğan’ın ancak seçimler yoluyla geriletilip iktidardan uzaklaştırılacağına inanarak, bu imanlarını tekrar tekrar tazelemek isteyenler olduğunu düşünmek gerekir. Dahası bu reformist/parlamentarist hayaller şimdi İstanbul Büyükşehir Belediyesini Ekrem İmamoğlu’nun kazanmasına indirgenmiş durumdadır. Oysa İmamoğlu zaten 31 Mart’ta seçimi kazanarak mazbatasını almıştı.

İmamoğlu’nun bir kez daha ve kimilerinin iddia ettiği gibi daha güçlü bir biçimde seçimi kazanıp kazanmayacağı bir yana, Erdoğan’ın elinde biriktirdiği iktidarı zayıflatmayacağı besbellidir. Hatta bugün bu 31 Mart’tan daha nettir. Zira bütün yasa ve teamülleri çiğneyerek İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimini yeniletmek isteyen Erdoğan’ın bu tertibini (7 Haziran’dan sonra) bir kez daha kabul etmekle aslında onun öteden beri zayıflamakta olan iktidarına bir kez daha güç katılmıştır. Bu bakımdan 23 Haziran seçiminin sonucu ne olursa olsun Erdoğan iktidarını bir kez daha onaylatmış olacaktır.

“Anayasa’ya aykırı olduğunu” söyleye söyleye dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek veren ve bunun gibi birçok başka desteği Erdoğan’a takdim eden CHP’nin bu sefer de böyle davranması şaşırtıcı değil. Kendisi de bunu beklemezken 7 Haziran 2015’te AKP’ye ilk seçim yenilgisini tattırdıktan sonra, seçimlerin yenilenmesine razı olan HDP’nin bir kez daha aynı hatayı yapması da şaşırtıcı olmazdı. Ama HDP şimdi kendini tümüyle sıfırlayarak ve CHP+İP ittifakının gönüllü ve aktif bir destekçisi olacağını kayıtsız şartsız ilan ederek seçimlere yaklaşmaktadır. HDP’nin bu ürkeklikten zor ayırdedilebilecek aşırı temkinli tutumu sadece 1 Kasım’a giden sürece benzer bir süreçten endişe duyulması olarak açıklanamaz. Çünkü öyle bir durum olmadığını görmek zor değildir.

Bütün bunlar bir yana bir yandan “tek adam diktatörlüğüne” karşı olduğunu tekrar edip “tek adamın” keyfi biçimde kaybettiği seçimleri yeniletmesine razı olmak düpedüz bu rejime razı olmayı anlatır. En azından hiçbir dayanağı bulunamayan (YSK asil üyelerinin çoğunluğunun bile bulamadığı) bu seçim yenileme manevrasını kabullenmek “Erdoğan’ı gerileteceğiz” diye diye gerileyen Erdoğan’a güç katmaktan başka bir anlam ifade etmez.

Bilakis eğer herhangi bir aşamada seçimleri boykot etmek diye bir seçenek varsa o da tastamam böyle bir tertip sonucu yenilenen seçimleri boykot etmekle ifade bulmalıdır.

Bu nedenle komünistler Erdoğan’ı geriletme hevesiyle İmamoğlu’nun peşine takılanların tümüne inat bu oyunu reddetmek gerektiğini ve bunu göstermek üzere Erdoğan’ın bu seçim oyununu boykot etmek gerektiğini savunuyor. Bu boykot tutumunu en güçlü ve en aktif bir biçimde dile getirmek için de boykottan yana tüm güçleri elbirliği ile bu tutumu yükseltmek amacıyla ortak mücadeleye çağırıyor.

Her ne kadar kimileri 31 Mart’ta kazanan İmamoğlu’nun yine ve daha güçlü kazanacağından emin konuşuyorsa da Erdoğan’ın kaybedeceği bir seçime girmeyeceğini, kazanmak için mutlaka bir tertip bulacağını düşünenler az değil. Buna karşılık, bu seçimlerin bıçak sırtında gerçekleşeceği de az çok belli.

Her hâlükarda seçim tahminleri yapmak komünistlerin işi değil. Yine de şimdiden kesin bir öngörüde bulunmak da komünistler bakımdan bir ödevdir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni İmamoğlu veya Yıldırım’dan hangisi kazanırsa kazansın bu seçimlerin kaybedeninin başta HDP olmak üzere sol hareket olacağı, dolayısıyla onların çıkarlarını temsil etme iddiasında olduğu emekçilerle ezilenlerin seçimlerin başlıca mağlubu olacağı açık.

Bunun ince bir öngörü, muhtelif dayanaklarla desteklenen bir tahlil sonucu olmadığı da açıktır. Zira katılmadığın bir seçimi kazanma ihtimali yoktur; seçimlerde bağımsız bir aktör olarak yer almayan sol hareketin muhtelif bileşenlerinin bu seçimlerin başlıca mağlubu olacağı bu nedenle peşinen besbellidir.

Hiç kuşkusuz eğer söz konusu olan siyasi arenada bilhassa seçim sath-ı mailinde varlığı ve etkisi olmayan küçük gruplar olsaydı bu kazanma/kaybetme hesaplarının bir anlamı olmazdı. Ne var ki bilhassa ağırlık merkezinde HDP’nin bulunduğu sol hareket son yıllardaki bütün seçimlerde olduğu gibi bu seçimlerde de belirleyici bir ağırlık oluşturmaktadır. Hatta 31 Mart seçimlerinde olduğu ve kanıtlandığı gibi, bu sefer müstesna bir belirleyicilik kazanmış durumdadır.

Bu bakımdan söylenebilir ki emekçiler ve ezilenler 23 Haziran seçimlerinin büyük kaybedeni olacaktır. Kaybın büyüklüğü elde edilebilecek mevzinin büyüklüğü ile doğru orantılıdır.

Bu aynı zamanda bir başka şeye daha işaret eder: bu durum solda Bolşeviklerin izinden giden bir önderliğin bulunmayışının yakıcı bir sorun olduğuna bir kez daha işaret eder. Bu bakımdan KöZ’ün desteklediği Güldes Önkoyun’un tutumu ve yürüttüğü kampanya aynı zamanda hem bu tabloyu iyice görünür kılmaya hem de Bolşeviklerin izinden giden bir önderliğin nasıl bir hatta şekilleneceğini göstermeye hizmet eden çok elverişli bir fırsattır. Güldes Önkoyun’un tutumu iki bakımdan önemlidir:

Birincisi solda yerleşik boykot tutumundan farklı ve aktif bir boykot çalışmasının nasıl olabileceğini gösteren bir örnek tutumdur.

İkincisi kitle kuyrukçuluğundan muzdarip ve bu yüzden oldum olası celladına hizmet etme alışkanlığındaki akımları teşhir etmeye elverişlidir.

Solda boykot dendiğinde akla gelen, ekseri sandığa gitmem/oy kullanmam anlamına gelen az çok pasif bir tutumdur. Bu tutum bir yandan parlamentonun ve seçimlerin bir oyun olduğu argümanının arkasına saklanan pasif bir siyaset anlayışına işaret eder.

Oysa Duma’yı (meclis veya genel olarak seçim mekanizmaları diye de okuyabilirsiniz) teşhir etmek için oraya gitmeyi savunan ve Duma’yı bir kürsü gibi kullanmanın yolunu yordamını gösteren Bolşeviklerin öğrettiği, başka bir şeydir. Komünistlerin seçim kampanyalarını da birer kürsü gibi kullanması gereği buradan çıkarsanır.

Bir de Bolşevikler bir meclisi boykot ederken bir başka yolu göstermek gerektiğini de öğretmiştir. Duma’yı boykot ederken sovyeti işaret ettikleri gibi….

Kuşkusuz Güldes Önkoyun’un duruşunu bununla özdeşleştirmek abes olur. Ama bir başka bakımdan Erdoğan’ın keyfi olarak iptal ettirdiği 31 Mart seçimlerinde aday olmuş birisi olarak bu oyunu reddettiğini söylemekle kalmayıp, bu reddi aktif bir seçim kampanyası faaliyeti içinde gösterme tutumu öğretici olmaya aday ve önemlidir. Bir başka deyişle seçimleri değil, Erdoğan’ın tertibini ve 2015’ten sonra bir kez daha bu oyunu kabul edenleri teşhir etmenin iyi bir yoludur.

Ayrıca 23 Haziran oyununu boykot ederken komünistler, aynı zamanda ve esas olarak kitle kuyrukçuluğu kıskacında burjuva siyasetine ve onun bir parçası olan kirli oyunlara razı olan akımların hepsini birden boykot etmemiş olurlar. Bugün öncelikle yapılması gereken de budur.

Öte yandan kuşkusuz İmamoğlu’nun şoven bir burjuva politikacısı olduğu vs. elbette apaçıktır. Ama solun yaklaşan seçimlerde bir bütün olarak İmamoğlu’nun peşine takılmış olmasını (örneğin kemalizm vb. gibi) herhangi bir ideolojik nedenle açıklama gayreti de abesle iştigal etmek olur. Yani bugün Cumhur İttifakı’nın adayına karşı Millet İttifakı’nınkini destekleme tutumunun arkasında kemalizm konusunda bir yanılgı/yanılsamayı veya başkasını aramak saçma olur. Soldan İmamoğlu’nu destekleyenlerin hiç biri böyle bir yanılsamayla hareket etmekte değildirler. Asıl ortak kusur bağımsız bir siyasi tutum almanın reddi ve ekonomizmin kitle kuyrukçuluğu hastalığından muzdarip olmalarıdır.

Zaten açıktır ki sadece CHP’nin değil İP+CHP’nin adayı olan İmamoğlu alışılmış bir CHP kampanyası yürütmekten ziyade sağ seçmene hitap eden bir kampanyayı temsil etmektedir. Öte yandan bu kampanya çerçevesinde soldan (ve elbette Kürt seçmenden) oy almak için en ufak bir gayret göstermediği de apaçıktır. Ne yazık ki buna hacet bile yoktur. Zira solun tamamı kayıtsız şartsız aktif bir destek sunacaklarını (hatta 31 Mart’takinden daha fazla) beyan etmiş; hatta kendi adaylarıymış gibi İmamoğlu için çalışacaklarını ilan etmiş durumdadırlar.

O halde solun koşa koşa İmamoğlu’nun peşine takılmasının izahını nerede aramalı?

Besbelli ki bunun izahı solun tamamının ekonomizmin bir ortak paydası olan kitle kuyrukçuluğundan muzdarip olmasında yatar. Bir Amerikan projesi olarak ve güçlü bir medya desteği ile öne çıkarılan İmamoğlu’nun (medya deyince Erdoğan’ın medyasını değil bilhassa Arap Baharından beri giderek ön alan “sosyal medya”yı anlamak gerekir) başarılı bir biçimde geniş bir kitle desteği kazandığı tartışmasızdır. Solu oluşturan irili ufaklı akımların tümünün gözünü diktiği “kitleler” de elbette buna dahildir. Bu kitlelere “dışarıdan bilinç” verme misyonunu çoktan beri demode bulan akımların gözlerini diktikleri kitlelerin peşinden İmamoğlu projesinin kuyruğuna takılmalarına bu nedenle şaşmamak gerekir.

Ne var ki, solun ve bilhassa HDP’nin 31 Mart’ta da olduğu gibi bağımsız bir çizgi izlemekten vazgeçip (31 Martta bağımsız bir çizgi izleyenleri de peşlerine takarak) İmamoğlu’nun kuyruğuna takılmasının sadece İstanbul seçimlerine ilişkin bir sonuç doğuracağını sanmak saçma olur.

Bu bakımdan İmamoğlu’na yönelik kayıtsız şartsız desteğin nasıl bir sonuç vereceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Nitekim bu durum gözle görülür bir çarpıcılıktadır. Solun neredeyse bir bütün olarak ve herhangi bir kayıt ve şart koşmadan Millet İttifakı’na yedeklenmesi, bir başka deyişle kendini saha kenarına almasının başlıca sonuçlarından birinin hükümetin sol yumruğunun rahatlaması olacağını kestirmek için alim olmak gerekmez. Nitekim seçimlere giderken bunun işaretlerini görmek zor değildir. Bir yandan muhtelif eylemlere yönelik saldırılar aydın ve sanatçılara yönelik tehditler bunun işaretidir. Pençe harekatı da…..

Bununla birlikte beklenmedik bir anda Öcalan’ın yıllar sonra avukatlarıyla ve ailesiyle görüşmesine izin verilmesini yeni bir “açılım” gibi görenler de yok değil. Açılımı Öcalan’a ilişkin bir şey olarak görenler için şaşırtıcı olmayan bu durum başkaları bakımından garipsenmesi gereken bir şey olsa gerektir.

Oysa buna bakarak Erdoğan’ın Kürt seçmenin desteğini almaya heves ettiği sonucunu çıkaranlar az değildir. Ancak bu tür manevralarla böyle bir sonuç alınacağını zannetmek için ortalama Kürt seçmenden daha az öngörülü olmak gerekir.

Esasen MHP’nin terkisinde sürüklenen Erdoğan’ın yeniden Kürt seçmeninin desteğini almak gibi bir hevesi yoktur. Sadece bunun mümkün olmadığını bildiğinden değil; asıl amacının ve ihtiyacının bu olmadığından ötürü böyledir.

MHP’nin yedeğine düşmüş durumdaki Erdoğan bugün esas olarak giderek erimekte olan kendi tabanını toparlamak ve üzerindeki hakimiyetini kaybettiği partisine hakim olmak gayretindedir. Bu aynı zamanda MHP’nin ülkü ocaklı militanlarına mahkum olmamak için de gereklidir; zira bu ittifaktan MHP’nin AKP’den daha fazla yararlandığı bellidir. Bu bakımdan açıkça görülebileceği gibi Erdoğan eski ve küstürdüğü kadrolara (Bülent Arınç tek örnek değildir) yeniden iltifat ederek hareket etmektedir. Bu aynı zamanda Ali Babacan/Abdullah Gül ve/veya Davutoğlu cephesinden gelebilecek tehlikeleri en aza indirmek için de gereklidir.

Dolayısıyla Erdoğan’ın stratejik hedefinin soldan ve Kürt seçmenden destek almak olmadığında net olmak gerekir. Zaten bu istikamette adım atmakta olmadığı da besbellidir. Bunu görmek için yakın zamanda olanlara bakmak yeterlidir.

Örneğin Cumartesi annelerine yönelik tutumlar; Gezi’nin yıldönümü vesilesiyle gelişen eylemlere yönelik tutumlar ve bunun gibi tüm gelişmeler buna işaret etmektedir. Bu bağlamda Öcalan’ın ailesi ve avukatlarıyla görüşmesine izin verilmesini ise aksi yönde bir işaret olarak görmemek gerekir.

Hiç kuşkusuz Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinin ardından giderek yaygınlaşan ve kritik bir evreye girmekte olan açlık grevlerinin ve ölüm oruçlarının sona erdiği bir olgudur. Ancak bunu katiyen 2012’de olanla bir tutmamak gerekir. Yedi yıl önce hükümeti ve Erdoğan’ı sıkıştıracak tarzda gelişen bir eylemlilik söz konusuydu. Bugün söz konusu olan bu değildir. Nitekim en azından binlerce açlık grevi ve/veya ölüm orucu eylemcisine yapılan muamele onların temel sağlık ihtiyaçlarına yanıt verilmeyişi vb. bu eylemlerin başarıyla sonuçlandığı hakkında yorum yapmaya engel olan başlıbaşına olgulardır.

Öcalan’ın o zaman olduğu gibi “açlık grevlerinin amacına ulaştığını” söylemesiyle bu eylemlerin son bulduğu doğrudur. Ama eylemlerine son verenlerin de söylediği gibi bu durum “tecritin kalktığına” delalet etmez. Öcalan hâlâ hükümetin istediği zaman istediği gibi görüştürülebileceği bir rehine durumundadır.

Bu son görüşmenin biricik ve esas amacının da açlık grevlerine son vermek olmadığı açıktır. Nitekim bu gelişmeyi takip eden ilk gelişme Bahçeli’nin öteden beri ısrarla talep ettiği Kandil’e dönük kapsamlı askeri harekâtın başlaması olmuştur. Bu harekatın öncekilere benzer biçimde hedefine ulaşmayacağını tahmin etmek şimdiden belli ki zor değildir. Ama her ne olursa olsun Öcalan’ın avukatlarıyla ve ailesiyle görüşmesinin sağlanması söz konusu eylemlerin sonucunda hükümetin geri adım atması olarak yorumlanamaz.

Zira eğer ikinci adım Pençe harekâtıysa bu nasıl bir geri adımdır? Kaldı ki doğrusu Erdoğan’ın bu ve benzeri hamlelerle iddia ettiği sonuçlara ulaşması mümkün olmasa bile vaki olan bir gerileme vardır: Bu hamleler karşısında suskun kalarak ve/veya “devletin ali çıkarları” adına Erdoğan’ın umarsız hamlelerine destek vererek muhalefet etmekten geri adım atanlar millet ittifakı bileşenleri ve onların kuyruğunda sürüklenenlerdir.

Her halükarda bu ve benzeri gelişmeler herşeyden çok bir tek şeyi göstermektedir. Asıl geri düşen CHP’nin solunda eylemli ve kitlesel bir gerçek muhalefeti oluşturma iddiasını büsbütün terk eden sol harekettir.

Bu durumda ayrım çizgilerini giderek daha kalın çizen ve kendini bu ufuksuz ve umutsuz sürüklenişten ayrı tutan bir harekete olan ihtiyacın daha yakıcı hâle geleceği açıktır. Asıl umutsuzluk bu karanlıkta parlayan bir yıldızın olmamasıyla hasıl olur. Komünistlerin ödevi de bolşevizmin mirasını canlı tutarak bu kızıl yıldızın görünür kalmasını sağlamaktır. Sanılanın aksine böyle bir seçeneği gözleyen devrimci militanlar sol hareketin tüm bölmelerinde hâlâ mevcuttur. Kitle kuyrukçuluğunun körleştirdiği gözlere görünmeyen tablonun bu köşesi “işçilerin birliğinden önce komünistlerin birliğini sağlamak” hedefiyle hareket eden komünistlerin dikkatlerini asıl yoğunlaştırması gereken yeri ifade eder. Bu nedenle KöZ bolşevizmin izinde propaganda faaliyetini yükseltmeye, amaç ve ilkeleriyle önceliklerini daha fazla görünür kılmaya yönelik çabaların odağı devrim ve sosyalizm davasında ısrarlı tüm komünistlerin birliğinin sağlanması yönündeki adımlarını sıklaştıracaktır.