Dünyada ve Türkiye’de Burjuva Sosyalizmi Solu Teslim Aldı

2020 yılı İran Devrim Muhafızları komutanlarından ve İran’ın en önemli figürlerinden biri sayılan Kasım Süleymani’nin bir ABD dronu tarafından öldürülmesiyle açılmış ve neredeyse yeni bir dünya savaşının eşiğine gelindiğine dair yorumlarla dünya medyası çalkalanmıştı. Bu gerilim beklenmedik bir hız ve yumuşaklıkla gündemden düştü. Bu sorun gündemden düşer düşmez Libya’daki iç savaş üzerinden büyük bir çatışma olasılığı gündeme geldi ve öncekinden daha büyük bir hızla gündemden düştü.

Sonra İdlib ve etrafının BAAS ordusu tarafından kuşatılması ve oradaki gözlem noktalarında bulunan TSK+ÖSO birliklerinin Suriye ve/veya Rusya uçakları tarafından vurularak TSK’nın ağır bir kayıp alması gündeme oturdu. Orta Doğu çerçevesinin de ötesine taşma olasılığını barındıran yeni bir savaş senaryosu Türkiye’de olduğu gibi dünya basınında da yankılandı. Putin zaten Ruhani’yle birlikte Moskova-Soçi-Astana aşamalarında Erdoğan’ı makasa almıştı, bu sefer de dünya liderini ayağına çağırdı.  Önceki muhtıraları teyit ve tekrar eden, fakat Türkiye’de nedense “mutabakat” diye tercüme edilen, Moskova muhtırası Erdoğan’ı diklenemeden geri adımlar atmaya zorladı. Bu gerilim de tam anlamıyla gündemden çıkmasa da yumuşadı.

Bunun ardından bir dönem Erdoğan’ın Avrupa’ya şantaj yapma niyetiyle Yunanistan sınırına yığdığı mülteciler ve bunların Yunan polisinin beklenenden daha sert bir müdahalesiyle geri püskürtülmesi gündeme oturdu. Ama bu sert müdahale bir yanıyla Avrupa’nın yaklaşan Korona salgınına karşı tedbirlerinin habercisi sayılırdı.

Nitekim henüz dikkatler dünyanın bu noktalarından uzaklaşmamışken şimdi bütün dünya Korona salgını ile çalkalanıyor.

Önce Tedbir Sonra Tevekkül!

Dünyanın dört bir yanına hızla yayılan bu salgının tetiklediği kriz elbette emperyalizmin nasıl bir gericilik rejimi olduğunu gösterdi. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu coğrafyalarda burjuva toplumunun kendi kölelerini beslemekten bile aciz olduğu açığa çıktı. Başta emperyalist metropoller olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki burjuva diktatörlüklerinin açmazlarını, bu açmazlar nedeniyle ilan ettikleri olağanüstü hâl rejimlerini en görmek istemeyen gözlere bile gösterdi. Devrimci bir durumun dünya çapında yayıldığı gizlenemez hale geldi.

Ama Korona salgını sadece bunları göstermedi. Aynı zamanda dünya çapında sol hareketlerin, işçi hareketlerinin tümüyle reformizmin etkisi altında olduğunu da bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Komünist Parti Manifestosu’nda burjuva sosyalizmi şu şekilde tanımlanıyordu:

Burjuvazinin bir bölümü, burjuva toplumunun varlığını sürekli kılmak için, toplumsal dertleri gidermeden yanadır.
İktisatçılar, hayırseverler, insan severler, işçi sınıfının durumunun düzeltilmesini meşgale edinenler, bağış kampanyacıları, hayvanları koruma dernekleri üyeleri, işçi düşmanları, akla gelebilecek her türlü gizli reform heveslileri, hepsi bu kesime girerler. Sosyalizmin bu türü, dört başı mamur sistemler bile ortaya koymuştur.
….
Sosyalist geçinen burjuvalar, çağdaş toplumsal koşulların doğurduğu kaçınılmaz mücadeleleri ve tehlikeleri göze almadan, bu koşulların bütün nimetlerinden yararlanmak isterler. Halihazır toplum düzeni olduğu gibi kalsın, ama devrimci ve parçalayıcı unsurları olmasın isterler.

 

Burjuva sosyalizmi, bugün bir bütün olarak dünyadaki sol akımları kapsamaktadır. İşçi ve ezilen hareketi tümüyle burjuva sosyalizminin çizdiği çerçeve içinde hareket etmektedir. Günümüzde dünyanın şu ya da bu bölgesinde bir devrimci hareketten söz etmek mümkün değildir. Kürdistandakiler de dahil olmak üzere tüm hareketler burjuvazinin güdümündedir, onun ideolojisini üretmektedir. Tüm hareketler reformizme teslim olmuştur. Üstelik bu durum dünya çapında devrimci dinamikler şiddetlenirken yaşanmaktadır.

Reformizme Teslimiyet Türkiye’de Daha Çarpıcı

Reformizme teslimiyet bir dizi sebepten ötürü Türkiye’de çok daha çarpıcı bir biçimde gerçekleşiyor. Her şeyden önce; dünya çapında yayılan devrimci durum, en yoğun biçimde Kürdistan’da ve Türkiye’de yaşanıyor. Devrimin güncelliğinden söz ediyorsak bu devrimin merkezi ayağımızı bastığımız topraklardır. İkincisi sadece HDP’nin durumunu ele aldığımız zaman dahi Türkiye solu tarihinin en güçlü döneminde ve bu durumun kendisi Türkiye’de rejimin krizini derinleştiren bir rol oynuyor. Üçüncüsü Türkiye’de sol tarihinin en güçlü döneminde iken devrimci hareketler son elli yılın en zayıf döneminde bulunuyor. Dünün devrimci örgüt ve partileri bugün tümüyle tasfiyeci reformizmin etkisi altında. Sonuncusu ve belki de en önemlisi; devrimci örgütler böylesine felç olmuşken, dünyada gerek sayı gerekse devlet karşısında mücadele birikimi en fazla olan militanlar, yaşadığımız coğrafyada bu tasfiyeci örgütlerin disiplinleri altında ya da çevresinde bulunuyor. Bu çelişkili durum nedeniyle devrimci militanları solda hüküm süren reformist tasfiyeciliğin boyunduruğundan kurtarmak en acil görev. Tam da bu nedenle reformist siyasetle komünist siyaset arasındaki karşıtlıkları bir kez daha göstermek yaşamsal önem taşıyor.

İlk bakışta Türkiye’deki sol akımların büyük bir çeşitlilik arz ettiğini söylemek mümkün. Bir yanda kendi kadrolarını Rojava’ya gönderen akımlar var, öte yanda DİSK genel kurulunda Canan Kaftancıoğlu ile fotoğraf çektirmek için yarışanlar mevcut. Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak adına oradaki BAAS rejimine destek verenler olduğu kadar Türkiye’deki en önemli sorunun Kürt sorunu olduğunu savunanlar da var. Söze endüstri 4.0 ile başlayanlar olduğu kadar temel görevin fabrikalarda kök salmak olduğunu savunanlar da mevcut. Kimileri türban yasağını kimileriyse halkımızın dini değerleriyle barışmanın şart olduğunu savunuyor. Muhtelif konularda yan yana gelmesi mümkün olmayan tüm bu akımlar ilk kez açıkça ya da mahcup bir biçimde İmamoğlu’nu desteklerken yan yana gelmişlerdi. Şimdi de Korona salgını karşısında aynı paydada, tasfiyeci reformizmin paydasında buluşuyorlar.

Haklarını yemeyelim; daha salgının ilk günlerinde, Korona henüz sınırlarımıza dayanmadan sol akımlar “asıl sorumlunun kapitalizm” olduğunu istisnasız tespit ettiler. Nedense Newroz dahil tüm kitlesel eylemleri salon toplantılarını ve hatta yayınlarını basıp dağıtmayı da durdurarak işe başladılar.

Yeni Toplumsal Hareketler

Bugün Korona’nın asıl olarak kapitalistlerin doğayı tahrip edip vahşi hayvanların sayısını azaltmasından kaynaklanan bir ekolojik krizin dışavurumu olduğunu tekrarlamayan yok. Korona krizinin kimseyi eşitlemediği, en çok yoksulları vurduğu da döne döne vurgulanıyor. Krizin yükünün kapitalistlere yıkılması gerektiğinde hemfikir olmayan yok gibi.  Meşreplerine göre farklı ifadeler kullansalar da tüm akımlar işyerlerinin işçi denetimine geçmesini, çalışma saatlerinin kısaltılmasını, tüm çalışanlara karantina boyunca ücretli izin verilmesini, ağır bir vergi politikasının uygulanmasını, savaşa yahut mega yatırımlara ayrılan bütçenin halk sağlığına ayrılmasını talep ediyorlar.

Kuşkusuz ifade edildikleri soyut çerçeve içinde bu görüşlerde yanlış bir şey yok. Üniversitede hocalarını siyasi görüşlerine göre tasnif etmeye çalışan öğrenciler bu görüşlerin sahiplerini Marksizme yakın olarak bile değerlendirilebilirler. Ama bizler üniversite öğrencisi değiliz, komünizm de bir düşünce ekolü yahut metodu değil siyasal bir mücadeledir. Ve bu görüşlerin komünizmle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Neden mi?  Öncelikle, Komünist Parti Manifesto’sunun açılış cümlelerini hatırlayalım.

Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir…. Bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.

Peki sınıf mücadelesi nedir? Bunu anlamak için de Manifesto’yu kaleme alanlardan biri olan Marks’ın Weydemeyer’e yazdığı mektuba başvuralım:

Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım; 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur

Demek ki sınıf mücadelesi bir iktidar mücadelesidir, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesidir, proletarya diktatörlüğü mücadelesidir. Marks’ın komünist harekete asıl katkısı da proletarya diktatörlüğünü programatik bir çerçeveye oturtması olmuştur. Başka bir deyişle Marksizm burjuva toplumunda işçi sınıfının uğradığı haksızlıkları telafi etmeye çalışan bir doktrin değildir. Marksizm sınıf mücadelesinin eylem kılavuzudur.  Marksistler tüm sorunlara sınıf mücadelesi penceresinden, hakim sınıf diktatörlüklerine karşı proletaryanın iktidar mücadelesi penceresinden bakarlar.

Kuşkusuz; devrimcilik, devrim hakkında konuşmak veya proletarya diktatörlüğü kalıbını papağan gibi tekrarlamak değil. Marksizm diğer düşünce akımlarından bir eylem kılavuzu olmakla ayrılır; komünist akımlarla reformistler birbirlerinden lafta değil eylem çizgileriyle ayrılmalılar. Ne Yapmalı’da Lenin “Bir örgüte karakterini veren onun eyleminin muhtevasıdır.” diyordu.  Devrimci akımlar olduğu kadar reformist ve tasfiyeci akımlar da kendilerini eylem çizgileriyle belli ederler. O halde sol hakkında konuşmaya öncelikle bu akımların eylem çizgisinden başlamalı. Bugün sola hâkim eylem çizgisi nedir? İlk olarak bu soruyla başlamalı meseleye. Zira bugün solu buluşturan tüm kesimlerin benimsediği eylem daha doğrusu eylemsizlik çizgisidir.

Eylem Değil Eylemsizlik Çizgisi

Bugün sola hâkim olan çizgi evde oturma çizgisidir. Mitingler iptal edilmiştir. HDP MYK’sının 2020 Newrozu’nu iptal ederken “bu kararı almanın kendileri için çok zor olduğunu belirtmeyi ihmal etmeden” şu gerekçeye başvurmuştur:

Yürüttüğümüz tartışma ve değerlendirmeler sonucunda; tüm insanlık açısından bir tehdit haline gelen Korona virüsü vakalarının tüm bölge ülkelerinde görüldüğü gibi, Türkiye’de de Korona virüsü vakalarına rastlandığı açıklamaları karşısında; halklarımızın sağlığını her şeyin üstünde görerek, uluslararası bir etkinlik olan Newroz bayramı kutlamalarıyla ilgili olarak, yeniden bir karar almanın hayati derecede önemli olduğuna inandık. Bu nedenle; Uluslararası Newroz bayramı kutlamalarına, uluslararası bir katılım olacağı gerçeğinin bilincinde olarak; bunun doğallığında bir risk oluşturacağını da düşünerek, halkımızın ve uluslararası toplumun sağlığı açısından tedbir alma amaçlı 2020 Newroz bayramı kitlesel etkinliklerini iptal ettiğimizi halkımıza ve uluslararası topluma duyurmak istiyoruz.

Newroz’u iptal edenler elbette yerine alternatif bir Newroz’un nasıl kutlanabileceğine de kafa yormuş ve Newroz Koordinasyonu olarak aşağıdaki yazıyı kaleme alıp HDK bileşenlerine tebliğ etmişlerdir:

Korona Virüs sebebiyle kitlesel Newroz kutlamalarının iptali sebebiyle Newroz’u, sosyal medya çağrısıyla, halkımızın evlerinden interaktif olarak katılabileceği bir şekilde kutlanabilir.
Bu kapsamda;
20 Mart saat 21:00’de (hava kararma durumuna göre 20:00 de olabilir) tüm halkımızı balkonlarına, camlarına, teraslarına, damlarına, avlularına çıkmaya davet edebiliriz.
Belirlenen saatte evinin camına, balkonuna, damına çıkan halkımızdan cep telefonunun ışığını, el fenerini, meşalesini, çakmağını yakmasını, türküler söylemesini ve Newroz’u bu yöntemle hep birlikte kutlamasını istemeliyiz. Kitleselliği sağlayabilmek için de etkinliğin bir gün öncesinden başlayarak ve gün boyunca çağrı videolarımız ve görsellerimiz sosyal medyada yaygınlaştırılabiliriz.
Böyle bir etkinlik planladığımıza dair bir gün öncesinden servis ettiğimiz haberlerle daha fazla yurttaşın haberdar olmasını sağlayabiliriz.
İl ve ilçe örgütlerimiz de katılımın artırması için çağrı çalışmaları yapabilir.
Genel Merkezimiz, etkinliğin startı için tüm il ve ilçe ayrıca SMS gönderecektir.
Böylesi bir kutlamayla Korona Virüs salgınından etkilenmeden, halkımızın sağlığını riske atmadan Newroz’u birlikte kutlamış olacağız. Şimdiden bütün arkadaşların Newroz Bayramını kutluyoruz.
NEWROZ PÎROZ BE!  BİJÎ NEWROZ /NEWROZ KOORDİNASYONU

Bu “sorumlu davranışın” ilham kaynağının, devrimci hareket tarihinde sayısız örneği olan cüretkâr eylemler değil de balkonda “Çav Bella” söyleyen ve sokağa çıkma yasağına boyun eğmiş İtalyan ve Fransız “yurttaşlar” olduğunu söylemeye gerek var mı? Yasaklara ve para cezalarına rağmen bu ülkelerde birçok kimsenin münferiden uyguladığı gibi sokağa çıkma yasağını delmeye çağrı yapmak yerine SMS gönderme vb. yöntemler de öyle.

HDP MYK’sı hızını alamamış, yayınladığı genelgede sadece mitingleri değil; düğünleri dahi erteleme kararı almıştır. Neredeyse her konuda solun geri kalanıyla ters bir konumda yer alan Türkiye Komünist Hareketi’nin konu Korona, daha doğrusu “tedbir” olunca benimsediği tutum da şaşırtıcı bir benzerlik içerisindedir.

Dünyanın bir çok ülkesinde halk sağlığını tehdit eden ve salgına dönüşen korona virüs vakasının ülkemizde de bir salgına dönüşmemesi için Parti olarak aşağıdaki tedbir kararımızı üye ve dostlarımıza bildiririz.
Partimiz açık havada ya da kapalı mekanlarda toplu etkinlik ve dışa açık toplantılarını Mart sonuna kadar iptal etmiştir.
Korona virüsünün ülkemizde bir salgına dönüşmemesi için üye ve dostlarımızı tedbirli olmaya çağırır, yapılan uyarıların dikkate alınmasını bir kez daha yineleriz.

“Rekabet böler eylem birleştirir” şiarıyla hareket ederken, halka “Yaşamlarımızın hiçe sayılmasını kabul etmeyelim ve taleplerimizi yükseltelim. Çözüm dayanışmada, örgütlü mücadelededir” çağrısında bulunan Kaldıraç ise mesela Ankara’daki “Onurlu ve Özgür Bir Yaşam İçin Direnenler Buluşuyoruz” etkinliğini “Dünya geneline yayılan ve ülkemizde de son günlerde artan Korona Virüs vakaları sebebiyle halk sağlığını korumak adına aldığımız önlemler gereği” ileri bir tarihe erteleme kararı almış.

12 Eylül darbesinin ardından buharlaşan TKP’nin Sloganı “Nerede Bir TKP’li Varsa Parti Oradadır”dı.

Ezilenlerin Sosyalist Partisi ise Korona öncesinde dünyanın devrimci bir döneme girdiğini, devrimcilerin görevinin kendilerini ayaklanmaya hazırlamak olduğu görüşlerini elbette HDP içinde döne döne tekrarlıyordu, devrimci güçlere seçimleri beklemeyecek militan bir eylem birliği çağrısında bulunuyordu. ESP yine bu kaygılarla “Artık Devrim Zamanı” gibi iddialı bir başlıkla dünya çapından davetlilerin katıldığı bir sempozyum düzenliyordu. Sempozyum “dünyadaki isyan dalgasının deneyimlerinin tartışılacağı uluslararası sempozyum, pandemi boyutuna varan Korona virüsü yüzünden ileri bir tarihe ertelemiştir.”

Demek ki ESP de Devrim Zamanı’nda değil Korona Zamanı’nda yaşadığımıza hükmetmiş.

“Sınıfın devrimin ve sosyalizmin sesi” Kızıl Bayrak ise iptal kararını bir üst boyuta çıkarıyor, “fazlasıyla önemsediği” uyarılar nedeniyle Kızıl Bayrak’ın basılı yayınına “bir süreliğine” ara verdiğini duyuruyor:

Kızıl Bayrak gazetesi olarak tüm bu uyarıları fazlasıyla önemsiyor ve dikkate alıyoruz. Bu bağlamda gazetemizin basılı yayınına bu hafta çıkarmayı planladığımız Mart 2020-12 sayısından itibaren bir süreliğine ara veriyoruz. Zira kapitalist sömürü düzeni içerisinde yaşam hakları bin bir yöntemle hiçe sayılan işçi sınıfı ve emekçilere karşı sorumluluğumuz bunu gerektiriyor.

12 Eylül sonrasında neredeyse tüm solu mücadeleden kaçmakla, mültecilikle, emperyalist dünyanın konforlu köşelerinden ahkam kesmekle suçlayıp, küçük ama çelikten bir müfrezenin mirasına sahip çıktığını savunan Alınteri’nin “Korona günlerinde ne yapmalıyız?” yazısı şu cümlelerle noktalanıyor:

Salgına karşı önlem olarak “sosyal mesafelenme” adına tüm toplu etkinlikler ertelenmiştir. Bu durumun bir süre sonra kendisine has bir baskılanma yaratacağı aşikardır. Ancak internet gibi bir araç bu noktada devreye sokulabilir. Özellikle akıllı telefonlardaki iletişim uygulamaları aktif biçimde kullanılabilir. Konserler mi iptal edildi şarkıları biz söyleriz; tiyatrolar mı ertelendi oyunları biz oynarız, tanıdığımız sağlık emekçilerine moral destek mi gerekiyor onlara videolar, ses dosyaları göndeririz, ailelerimiz uzakta mı yaşıyor görüntülü ve sesli iletişim kurarak onların endişelerini giderebiliriz, sokağa çıkıp eylem yapamıyor muyuz sosyal medyada ortalığı inletebiliriz…

Alınteri; bağımsız bir eylem çizgisini tümüyle gündeminden düşürmüş olacak ki, biz de etkinliklerimizi erteledik demek yerine öznesi belirsiz cümleler kurarak, adeta takdiri ilahiden söz ederek “tüm toplu etkinlikler ertelenmiştir” diyor. Kim ertelemiş acaba? Bulunan çözüm ise hayli yaratıcı: “sosyal medyada ortalığı inletmek”. Twitter’ın kurucuları bile Alınteri yazarları kadar iddialı değillerdi. “To tweet” İngilizce kuşların cik cik sesini çıkarması anlamına geliyor. Twitter’ın kurucuları da siteye ismini bu sesi akılda tutarak vermişlerdir. Doksanların sonundan itibaren Kuantum Fiziği, Bilimsel Teknolojik Devrimler hakkında yoğun mesailerinin meyvesi Alınteri’nin akıllı telefona dair bu yeni perspektifleri olsa gerek. Zira aynı Alınteri doksanların ortalarında bizi sürekli Anti Faşist Mücadele Komitelerinin eylemlerinden haberdar ediyordu.

Konu dayanışma olunca elbette kimse, Millet İttifakı’nın Beyoğlu Belediye Başkan Adayı Alper Taş’ın partisi Sol Partiyle yarışamıyor. Sol Parti “Sevgili Komşum” kampanyası başlatmış, “gençleri” dayanışmaya şu sözlerle çağırıyor.

Gençler Haydi Sol Dayanışmayı Örgütleyelim! Covid 19 salgınında özellikle sizlerin de evde kalmanız çok önemli. …. Evden sadece dayanışma amacıyla çıkın. Çevrenizdeki, oturduğunuz apartmandakileri yaşlıların temel ihtiyaç malzemelerine ulaşabilmeleri için onların yerine markete gidebileceğinizi söyleyin. Aldıklarınızı kapılarına bırakın, zili çalıp iki metre geri çekilip kapıdan sohbet edin. Gezdirilmesi gereken evcil hayvanlarını onların yerine gezdirmeyi teklif edin. Bu dayanışmayı daha fazla insana ulaştırmak için birlikte hareket edelim….

Evet, evcil hayvanları gezdirme dayanışması! Yirmi milyonu aşkın asgari ücretlinin her gün sabahın köründe işe gittiği koşullarda Sol Parti’nin önerdiği eylem çizgisi bu. Manifesto’dan bugüne burjuva sosyalizminin bir gram değişmemiş olması şaşırtıcı olduğu kadar anlamlı da.

 

Gönüllü karantinayı yok sayarak “halk sağlığını tehdit eden” “sorumsuz” işçiler.

Örnekleri tüm akımları kapsayacak şekilde çoğaltmak mümkün ama gereksiz. Bugün sola hâkim olan çizgi evde oturma, düzenin henüz yasaklamadığı sosyal medya araçlarıyla protesto ve dayanışma örme çizgisidir. Bir bütün olarak eylemsizlik çizgisidir.

Eylemsizliğin Sebeplerini Yanlış Yerde Aramamalı

Neden böyle olmuştur peki? Sol bir bütün olarak neden eylemsizlik batağına saplanmıştır? Önce neden olmadığını söylemeli. Zira yaşadığımız topraklar eylem konusu sol akımlar ve militanları hakkında fazlasıyla hassas. Herhangi bir siyasi tartışmanın üzerinin sıklıkla “Sizin kaç şehidiniz/tutsağınız var?” hamasetiyle kapandığı bir siyasi kültürün içinde yaşıyoruz. Bu kültürün üreteceği apolitik ve yanlış cevap: “Korkaklık!”, “Küçük burjuva konformizmi!” olacaktır.  Halbuki tümüyle tersi doğrudur. Türkiye ve Kürdistan dünya üzerinde devrimci sayısının en fazla olduğu coğrafyadır. Bu ülkede emek ve ezilenler için mücadele edenlere her şey denebilir ama eylem kaçkını ve korkak denemez. En basit bir mücadele için gözünü budaktan sakınmayan ölmekten ve öldürmekten korkmayan devrimci militanlarla dolu coğrafyamız. Her fırsatta düzenle barışmak istediğini belirten HDP’nin binlerce üyesi hapiste rehin. Yüzlerce tutuklu sendikacı var. Bunlar kimseyi mücadeleden vazgeçirmeye yetmiyor. Aksini söylemek, genel bir konformizm, küçük burjuva devrimciliği eleştirisi yapmak sinik olduğu kadar inkârcı bir tutum olur.

Bugünkü durum esas olarak Türkiye’de sol akımların siyasi çizgisine şekil veren reformizmin ürünüdür.  Sol akımların çizgisini tayin eden reformistler ve bu reformistlerin kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri örgütlenmeler, devrimcileri eylemsizliğe mahkûm etmektedir. Eğer bugün Türkiye’de evde makarna stoklayan, sürekli anti-dezenfektan kullanan, grip nedeniyle eve kapanmış, Korona’dan ölenlerin sayısını takip etmenin dışında bir faaliyeti olmayan sosyalistler gözlüyorsak, sosyalistlerin içine düştüğü bu hazin durum onların kendi düşkünlüklerinden ziyade onların mahkûm edildiği çizginin ürünüdür. Bu çizgi ise eylem kaçkınlığı ile açıklanamaz tüm oportünist-reformist eğilimler gibi derin tarihsel programatik kökleri vardır. Bu yüzden Korona salgınına ilişkin yaklaşımı öncelikle programatik-politik düzlemde ele alıp sonrasında bu programatik-politik tercihlerin eylem çizgilerini nasıl belirlediğini göstermek gerekir.

Eylemsizliğin Programatik Politik Kökleri

Korona salgının soldaki değerlendirilmesi şaşırtıcı derecede benzerdir: Korona bir salgın hastalık olduğuna göre ve salgın hastalıklarla tıp bilimi ilgilendiğine göre; bu salgın hastalığa karşı mücadele etmek için, elbette “sorumlu kapitalizmdir” demeyi ihmal etmeden, tıp ve epidemoloji uzmanlarına kulak vermeliyiz. Onların tavsiyelerini yerine getirmeliyiz. Kapitalizm akıldışı bir sistem olduğu için, kapitalistlerin gözünü kar hırsı bürüdüğü için, dünya çapında kapitalistler insan sağlığını göz ardı etmekte, bilimsel gerçekleri açıklayan uzmanlara kulak asmamaktadır. Türkiye’de ise durum daha kötüdür, zira kar hırsının yanı sıra “aydınlanma düşmanı”, “islamo-faşist” bir tek adam rejimi hüküm sürmektedir. Bu rejim Korona salgınını ciddiye almamış, kamuoyu baskısıyla ilan ettiği karantina önlemlerini ise son derece laçka bir şekilde uygulamıştır. Oysa konu başta emekçi sınıflar olmak üzere tüm insanlığı tehdit eden bir hastalıktır.  Atılması gereken ilk adım tam da bu nedenle yerli ve yabancı dürüst bilim insanlarının söylediklerini ciddiye almak daha sıkı bir karantina politikası uygulamaktır. Gözünü kar hırsı bürümüş kapitalist hükümet sıkı bir karantina uygulamaya davet edilmelidir.

Solda Korona’ya dair hâkim kavrayış üç aşağı beş yukarı bu çizgidedir.  “Durun! Biz sadece karantina önlemleri alınsın demiyoruz. Emeği koruyan bir dizi önlemin de acilen alınmasını savunuyoruz.” diyenler elbette çıkacaktır. Diğer taleplere sonrasında geleceğiz. Ama öncelikle işe tüm solu ayrımsız birleştiren karantina talebiyle başlayalım.

Türkiyeli sosyalistler canları tatlı olduğu için değil, “halk sağlığına zarar vermeme kaygısıyla” evde oturmaktadır. Hükümeti, bağımsız bilim insanlarının tavsiyelerine kulak vermemekle eleştirenler elbette tutarlı hareket etmek istiyorlarsa kendileri de bilim insanlarının tavsiyesine kulak vererek mitinglerini, eylemlerini hatta kendi örgüt toplantılarını iptal edeceklerdir. Umreciler niye karantinaya alınmadı veya torpille karantinadan çıkarılanlar var diye vaveyla koparanlar elbette Newroz’u iptal etmek zorundadır. Böylelikle hükümetin olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan etmesinin önünde hiçbir engel kalmaycaktır. Hükümetin ellerini ovuşturmasına yol açan bu durum aslında bir başka açıdan hükümeti rahatlatmaktadır. “Tarafsız bilim insanlarının” ürkütücü öngörülerini tekrar edip hükümeti ciddiyetsizlikle suçlayanlar elbette hükümetten önce kendileri paniğe kapılmıştır. Bilim insanlarına kulak vermek ve Korona’nın ciddiyetini anlatmak adına solun kendi kendini sansürleyip eylemsiz ve örgütsüz bırakması hükümetin olağanüstü hal ilan etmesini gereksiz kılmıştır. Zira sosyal mesafe uygulamasını kraldan daha kralcı bir şekilde savunan, emekçilere bekçilik görevini üstlenen solun ta kendisidir. Böyle bir durumda sokağa çıkma yasağına gerek kalmamaktadır.

Türkiye solunun uzman aşkı yeni değil. Konu ekonomi olunca aynı kesimler “bağımsız iktisatçı hocalara” başvurup Erdoğan’ın ekonominin kurallarını nasıl altüst ettiğine yayınlarında yer veriyorlar. Yine aynı kesimler Kanal İstanbul söz konusu olunca iklim bilimcilere, konu deprem olunca jeologlara, konu kentsel dönüşüm olunca mühendis ve mimarlara başvuruyorlar.

“Her çağın hâkim fikirleri hâkim sınıfın fikirleridir” ve bu fikirler en büyük kapitalistlerin meydana çıkıp vazettikleri fikirler değildir. Onların yerine popüler sanatçıların, “bilim adamlarının”, “insansever cemiyetlerin” ve aydınların vasıtasıyla yayılır ve hâkim hale gelir hâkim sınıfın fikirleri. Nitekim Komünist Manifesto bu kesimler vasıtasıyla yayılan ve içeriği “sizin için ne lazımsa biz sağlarız” tümcesinde özetlenen bu düşünce akımını “burjuva sosyalizmi” olarak tarif etmiştir.

“Bağımsız Uzmanlar” Burjuvazinin Hizmetkarıdırlar

Komünist Manifesto, iktisatçıları da burjuva sosyalistleri arasında ilk sırada anıyordu. Nitekim, ardında derin bir iktisadi krizin yattığı ve yine büyük bir krizi tetikleyeceği gizlenemeyen Korona virüsü furyası üzerine iktisatçıların boy gösterip akıl fikir dağıtması da tesadüf değildir.

Buna karşılık, bütün tarihin sınıf mücadelesinin tarihi olduğunu söyleyen komünistlerin ilk söylemesi gereken; sınıf mücadelesinde aldığı konumdan, yani devlete karşı aldığı konumdan bağımsız bir uzmanlığın olamayacağıdır. Devletle ve burjuva toplumuyla ilişkisinden bağımsız bir tıbbi uzmanlık olamaz. Dünya Sağlık Örgütü’nün maaşlı elemanları da, Sağlık Bakanlığı’nın denetimindeki hastanelerde çalışan doktorlar da, ilaç tekellerinin finansa ettiği üniversite hastanelerinin yahut sağlık araştırma kurumlarının uzmanları da tarafsız bir uzmanlık yapamaz. İlk söylendiğinde dönemin rüzgarına uygun olarak devrimci bir dalga yaratan Beatles’ın Imagine şarkısını mısra mısra okuyup reformizm ve ütopyacılığı pohpohlayan bir oyun haline getiren ünlü ve en zengin pop şarkıcıları da bu paralı hizmetkarlar arasındadır elbette. Çoğunlukla haysiyetlerini para, prestij karşılığında sattıkları ve itibarları burjuva toplumunda onaylanmalarına bağlı olduğu için de değil, esas olarak devrimci olmadıkları için böyledir.

Tümüyle emekçi sınıfların yanında yer almak isteseler de bu kesimlerin uzmanlıkları çalıştıkları kurumların çerçevesine bağlı uzmanlıklardır. Bu kesimler olaylara içinden çalıştıkları kurumların kısıtları ve yasaları çerçevesinden bakmak, bu kurumların koyduğu kısıtlar çerçevesinden “gerçekçi önlemler” sunmak zorundadır. Niyetleri ne olursa olsun bu kesimler kurumsal kimlikleriyle de önerileriyle de burjuvazinin hizmetkarıdırlar. Önerileri son kertede burjuva toplumunun payandalarının sağlamlaştırılması sonucuna varır.

Piyasadaki tarafsız kisveli uzmanların burjuvazinin hizmetkarı olduğunu söylemek, ayrı bir “komünist bilimin” olduğunu söylemek anlamına gelmez. Protonlarla elektronlar komünistlere göre farklı hareket etmemektedir, bir zamanlar revizyonist SBKP üyesi, bilim adamı Lysenko’nun savunduğunun aksine ayrı ve bağımsız bir komünist genetik bilimi yoktur. Virüsler kapitalizmde de komünizmde de insan vücudunu aynı şekilde tahrip etmektedirler. Hatta bulaşıcı hastalıkların kimi zamanlar karantinayla yalıtılması gerektiği de soyut olarak doğru olabilir. Ama bağımsız uzmanın, uzmanlığını konuşturarak burjuvaziye hizmet ettiği alanlar meselenin bu kesimi değildir. Gelgelelim, bir uzmanın karantinanın nasıl uygulanacağı sorusuna vereceği yanıt; söz konusu uzmanın sınıf mücadelesinde yer aldığı konumdan, yani mensubu yahut ilişkide bulunduğu kurumların işleyişlerinden ve amaçlarından bağımsız değildir.

Bir karantinayı burjuva devlet aygıtını güçlendirecek şekilde uygulamak mümkündür.  Katı bir merkeziyetçi disiplin, burjuva diktatörlüğünün tüm sınırları var gücüyle denetlemesi, bütün toplumun genetik bilgisinin sağlık bakanlığının veri tabanında toplanması, devlete sağlık bahanesiyle gösteri ve toplantı hürriyetini tümüyle ortadan kaldıracak haklar tanınması bu yönde uygulamalardır. Aslına bakılırsa bu uygulamalar Çin’de, Fransa’da ve İtalya’da atılan adımlara işaret etmektedir. Bugün hükümetleri Korona’yı ciddiye almamakla, uzmanlara kulak vermemekle eleştirenlerin hattı tastamam böyledir.

Korona karşısında daha sıkı önlemler alınsın diyenler koltuğu sallantıda Erdoğan’ın elini güçlendiriyor.

Burjuva toplumunda devlet sadece İçişleri Bakanlığı’ndan, kontrgerilladan, silahlı kuvvetlerden veya hapishane müdürlüğünden ibaret değildir. Devleti hâkim sınıfın baskı aygıtı kılan sadece bu kurumların varlığı değildir. Sağlık Bakanlığı da Ulaştırma Bakanlığı da Milli Eğitim Bakanlığı da devletin bir parçasıdır. Bunlar da devletin baskı aygıtı işlevini yerine getirmesine hizmet etmektedirler. Zira niyet ve temennileri ne olursa olsun önerileri ve tavsiyeleri sert bir baskı rejimini davet eder. Sağlık Bakanlığı’nın verdiği fetvalarla olağanüstü hallerinin, sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmesi kısacası emekçilerin hayatın her alanında örgütsüzleştirilmesi devletin emekçilere uyguladığı baskının bir parçasıdır.

Karantinayı burjuva devletini parçalayacak şekilde uygulamak mümkündür. Karantina burjuva diktatörlüğünün memurları tarafından değil, fabrikalarında, mahallerinde örgütlenmiş silahlı emekçiler tarafından uygulanabilir.  Mahallede yasama, yürütme ve yargıyı birleştiren emekçiler yetki alanlarına giriş çıkışı denetleyebildikleri gibi, stokçuların istifçilerin mallarına başka herhangi bir devletten daha çabuk ve masrafsız biçimde el koyabilir. Ücretli izin vermeyen, çalışma saatlerini düşürmeyen, hijyen kurallarına uymayan kapitalistleri mülksüzleştirebilir. Evsizlerin sorunu çözmek için burjuvaların konutlarına el koyabilir. Demek ki karantina konusunda dahi burjuva ve devrimci yaklaşımlar birbirlerinden ayırt edilir. Tarafsız uzmanların peşinden gidenler, burjuva devlet aygıtına dokunmayan reformistlerin limanına demir atmaktadırlar.

Bu türden devrimci önlemler elbette muhtelif Troçkist ve başka merkezci oportünist akımların talepler manzumesinde dile getirdiği, “fabrikalarda semtlerde işçi denetimi”, “işçi konseyleri iktidarı” türü sivil toplumcu taleplerden farklıdır. Zira bu akımların üstünden atladığının aksine, söz konusu talepleri merkezi devlet iktidarını silahlanmış emekçilerin zoruyla yıkmadan, mevcut hükümeti devirip dayandığı ve kumanda ettiği tüm kurumları parçalamadan hayata geçirmek mümkün değildir. Oportünistlerin bu taleplerin arkasına saklanması, onların burjuva devlet aygıtının yıkılması konusundaki uzlaşmacı tutumlarından ötürüdür. Merkezi iktidara karşı bir ayaklanmayı öncelikli görev olarak kabul etmeyenler, reformizmlerini gizlemek için yerel düzlemde keskin ve soyut talepleri sıralarlar.

 “Neo-Liberalizm” Karşıtlığı Olarak Sunulan Reformizm

Seksenlerin sonlarından itibaren Türkiye’de sol akımlar reformizmlerini neo-liberalizm karşıtlığı ile sundular. Bu tutum önce kendini özelleştirme sorununda belli etti. Devlet denetimindeki Kamu İktisadi Teşekküllerinin kapitalistlere satılmasına karşı duran sol akımlar, liberalizmin yeni varyantının 1980’lerden itibaren her türlü devlet mülkiyetini ve hizmetini piyasalaştırarak tasfiye etmek istediğini söylediler. Emekçinin fabrikasını kapitalistlere peşkeş çektirmeyeceğiz diyerek özelleştirmelerin karşısında durdular. Kapitalistlerin niyetleri hakkında söyledikleri elbette yanlış değildi. Yanlış olan burjuva diktatörlüğünün denetimindeki fabrikaları emekçilerin fabrikaları olarak göstermesi, burjuva diktatörlüğünün propagandasını yapan talim terbiye kurumlarına gitmeyi emekçilerin öğrenim hakkına sahip olması olarak tanımlamasıydı. Böylelikle sosyalizmin özü kamu mülkiyeti olarak tanımlandı. Sosyal Devlet ile Proletarya Diktatörlüğü arasındaki farklar silikleştirdi. Proletarya diktatörlüğünün tanımlayıcı özünün Sovyet iktidarı olduğu, 1871’deki ilk örneğindeki gibi silahlanmış proletaryanın diktatörlüğü olduğu unutturuldu.

Bugün de Korona krizinde ölümlerin sorumlusunun kapitalizm olduğunu savunanlar esas olarak özellikle İtalya, ABD ve İngiltere örneğinde hükümetin kapitalist bir maliyet hesabı yaptığını, bu yüzden yeterince yoğun bakım ünitesine, yatağa doktora sahip olmadığını ifade ediyorlar. Kapitalizmin temel sorunu doktor ve yatak kıtlığı, yahut işçi ölümleri olunca Küba ve Çin’i de sosyalizm timsali, en azından sosyalist kamuculuğun ışığını taşıyan örnekler olarak sunulması hiç de zor olmuyor.

Halbuki kapitalizm her zaman piyasacı değildir. Kapitalizm ve devlet mülkiyeti, tekeli arasında ilkesel bir uzlaşmazlık yoktur. Kapitalizmde devletin rolü sermaye birikiminin temposuna ve ihtiyacına göre artar ya da azalır.

Örneğin 1929 depresyonundan 1970’lerin ortasına kadar devletçilik ve sermaye piyasası kontrolleri emperyalist dünyanın temel prensipleri oldu. Başka türlü emperyalist burjuvazinin depresyondan çıkması mümkün değildi. Sosyal devlet uygulamaları da Keynesçilik olarak tanımlanan bu modelin sonuçlarındandı. Söz konusu model işçi sınıfının baskısı, revizyonistlerin pek sevdiği ifadeyle “Sovyet Sosyalizmi’nin basıncı”, nedeniyle değil sermayenin kendi ihtiyaçları nedeniyle gündeme gelmişti. 1970’lerin başından beri kendini hissettiren aşırı birikim bunalımını çözmek ise tam tersi adımları atmak, tüm kamu hizmetlerini tasfiye etmek gerekiyordu. Geride bıraktığımız kırk küsur yılda bu doğrultda ama hızlı ama yavaş bir dizi adım atıldı.

Bugün ise bu kırk yıllık tıpkı 1929’un arifesinde olduğu gibi krizdedir. Kapitalistler kah yana yakıla, kah kör topal adımlarla esaslı bir devlet müdahalesi arayışındadır. Devletçi Çin karşısında Amerika’nın aczini sergileyen “bağımsız uzman iktisatçılar” da esas olarak emperyalist metropollerde böyle bir devletçi dönüşümün şart olduğunu vurguluyorlar. Trump’ın tüm Amerikalılara biner dolarlık çek göndermesi, Tayyip Erdoğan’ın –kimi avanak solcular tarafından sosyalist gibi başladı kapitalist gibi bitirdi- diye tanımlanan Korona konuşmasında kamu hizmetlerini önemsemeyen kapitalizmi yerden yere vurması da esas olarak aynı arayışların ürünüdür. Ali Koç Fenerbahçe’nin başına geçmeden önce aynı nedenlerden ötürü “kapitalizm insanlığı tehdit ediyor” türü açıklamalar yapıyordu. Güçlü kamu otoritesi ve ona bağlı şekillendirilecek sosyal devlet bugün Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle “geberen kapitalizmin” ömrünü uzatmanın tek yoludur. Savaşsız, krizsiz, karşı devrimsiz gerçekleşmesi elbette imkansızdır ama gündemde kamuculuk temelli restorasyon vardır.

Bugün Küba’daki sözümona sosyalizme Çin’deki yine sözümona “sosyalizmin kalıntılarına” güzellemeler düzenler aslında  bu restorasyonu yapmak isteyenlere soldan destek sunuyorlar. Tam da bu nedenden ötürü aynı kesimlerin devlet sektörünü tümüyle tasfiye etmemiş Almanya’nın yahut Güney Kore’nin, Korona’yla İtalya’ya kıyasla daha başarılı olduğunu söylemeleri tesadüf değillerdir. Tüm anti-kapitalist pozlarına karşın bu kesimler burjuva reformcularının şakşakçılarıdır, burjuva sosyalistleridir. Burjuva hakimiyetinin sosyalistler arasında boy gösteren taraftarlarına da oportünist denir.

Reformistler Küba güzellemeleriyle burjuva düzeninin emekçilere yönelik asıl saldırısının neler olduğunu da perdeliyorlar. Burjuva toplumu emekçilere, onları aç bırakıp mutlak anlamda sefalete mahkum ettiği için düşman değildir. Burjuva toplumun emekçilere yönelik asıl saldırısı onları örgütsüzleştirmesiyle, siyasi olarak silahsızlandırması ve böylelikle piyasada bir mal gibi hareket eden ücretli köle olmayı kabullendirmesidir. Burjuva demokrasisinin emekçiler açısından burjuva diktatörlüğü olduğu saptaması laf olsun diye yapılmamıştır. Burjuva toplumunda emekçilerin bağımsız bir siyasal hatta örgütlenmesinin önündeki her türlü maddi olanak maddi ve idari olarak kaldırılır. Kararları uzmanlar alır, ücretli köleler ise kendilerini yurttaş, daha da kötüsü tüketici olarak görür. Kendi ihtiyaçlarını kendilerine dayatılan örgütlenme biçimleriyle ifade etmeye çalışırlar. Bu şekilde seslerini duyurabileceklerini düşünürler.

Bugün solun, “Küba’da sosyalizm var“ sosuyla savunduğu hat tam da böyledir.  İstenen uzmanlara kulak verilmesidir, istenen emekçinin eve hapsedilmesidir.  İstenen kamuculuk havucuyla emekçilerin burjuva düzeninde ücretli köleliğe razı edilmesidir.

“Tüm Toplumun Ortak Mücadelesi” Sınıf Uzlaşmasıdır

Tarafsız ve bütün toplumun çıkarlarını gözeten uzmanlardan söz etmek solun sınıflı toplumlar ve devlet karşısındaki yanılsamalarını gösteren bir örnektir. İnsanlığın ortak düşmanlarına karşı insanlığın yahut toplumun ortak mücadelesini savunmak reformizmin bir diğer boyutudur. İnsanlığın düşmanı olarak burjuvaziyi değil de Korona virüsünü gören sol akımlar tam da bu nedenle tüm toplumun ortaklaşa riayet edeceği hijyen ve tecrit kurallarından söz etmektedir. Tüm toplumun uyması gerektiği kurallardan bahsettiği için de hiç kimse Korona’ya karşı proleter bir tavırdan bahsetmemektedir. İşçi sınıfına değil yurttaşlara çağrı yapılmaktadır. Halbuki sınıflı toplumlarda tüm toplumsal kesimlerin aynı şekilde uyabileceği hiçbir kural olamaz. Burjuva devletinin sürekli toplantı yapıp, o bölgeden şu bölgeye giden heyetleri tecrit kurallarına uyuyor mu? Madem sosyal mesafe şart fabrikalarda üretim duruyor mu, temizlik işçileri çöpleri toplamayı bırakıyor mu? Sosyal mesafe çok önemliyse yüzbinlerce erin hiçbir hijyen kuralına uygun olmayan bir şekilde bir araya geldiği ordudaki askerler niye terhis edilmiyor? İşgalci Türk birliklerinin Kürdistan topraklarında ne işi var?  Sınıflı toplumlarda insanlık düşmanlarına karşı ortak mücadelesinden söz eden aslında sadece ve sadece sınıf uzlaşması önermektedir.

“İnsanlığın ortak düşmanlarına karşı” solda yeni zuhur etmiş bir hastalık değildir. Kökleri İkinci Enternasyonal sosyalizminde bulunabilir. İkinci Enternasyonal’de Marksizmin Papası olarak kabul edilen Kautsky savaşın insanlık dışı karakterini anlatıyordu. İşçilerin savaş istemeyen kapitalistlerle birlikte savaş isteyen kapitalistlerin karşısına dikilmesini ve “Barış!” talebini yükseltmesini savunuyordu. İkinci paylaşım savaşında insanlık düşmanı olarak tanımlanan emperyalist paylaşım savaşı değil onun sadece bir kutbunda yer alan Nazizim’di. KEYK Komintern’i tasfiye ettikten sonra dünya işçilerine ve ezilen halklarına İngiliz ve Amerikan devletiyle aynı safta yer alarak anti-faşist mücadeleyi büyütme çağrısında bulunuyordu. 1960 ve 70’li yıllarda “Barış İçinde Bir Arada Yaşama” tezini geliştiren SBKP revizyonizmi bu sefer de bir nükleer savaş tehdidini insanlığın düşmanı olarak gösterip burjuvasıyla proleteriyle birlikte tüm insanlığı çılgın nükleer silahlanmaya karşı durmaya, dünyada bir barış hareketi örmeye çağırıyordu.

Sınıf uzlaşması çizgisinin topraklarımızda Korona’dan önceki örneklerini bulmak için o kadar gerilere gitmeye gerek yok.  Daha geçtiğimiz sene, Erdoğan’ın tek adam rejimini insanlık düşmanı, faşist ilan eden Türkiyeli sosyalistlerdi. Erdoğan insanlık düşmanı bir faşist olarak tarif edilince Erdoğan’a karşı diğer burjuva kesimlerle, hatta Bahçeli’nin yerini almaya sevdalanan MHP’lilerle ittifak yapmanın yolu açılıyordu. Nitekim öyle de oldu; başta HDP olmak üzere tüm sol kah gururla kah mahcup bir şekilde Millet İttifakı’nın peşine takıldı. “Yetmez ama evet!” diyerek İmamoğlu’na oy verdi ya da verilmesine ses çıkarmadı. Dün Millet İttifakı’nı destekleyerek sınıf uzlaşması trenine binenlerin bugün Korona salgını karşısında aynı tutumu takınmaları bu bakımdan şaşırtıcı değildir.

Reformistler Hükümete Basınç Uygulanabileceği Hayali Yayar

Reformistlerin devlete karşı burjuva görüşleri kendisini sadece bağımsız uzmanlardan, Korona’ya karşı ortak bir toplumsal mücadeleden söz ederken belli etmez. Korona’ya karşı emekçileri savunmak için sıralanan talepler de reformist anlayışı ele verir. Konumuz yine taleplerin içeriği değil. Çocuk izninden, tazminata, vergiden topyekûn sosyal güvenliğe “en sosyalist” talepleri kimin savunacağı yarışına girmiş sol akımların soyut taleplerinin içeriğini değerlendirmek akla ziyan bir çaba olur. Reformizmi ele veren soru neyin istendiğinden ziyade istenenlerin kim tarafından nasıl hayata geçirileceği sorusudur. Yani iktidar sorunudur. Bu konuda herhangi bir gündelik soruna bir çırpıda onlarca talep üretmekte mahir olan Devrimci İşçi Partisi iyi bir örnektir. Korona ile ilgili yayınlanan ikinci bildiri “Halkın sağlığı için ön cephede savaşan sağlık emekçilerinin talepleri acilen karşılanmalıdır!” başlığını taşıyor. Talepleri kimin karşılayacağı elbette ki belirtilmiyor başlıkta. Ama bildirinin ikinci paragrafında reformizm kendisini hemen ele veriyor:

Ülkemizde henüz Koronavirüs vakası tespit edilmeden önce, Devrimci İşçi Partisi olarak, salgın olasılığına karşı hükümetin alması gereken acil önlemleri içeren bildirimizi. Bildirimizde, halkın sağlığını ilgilendiren böyle bir durum için ülkede “sağlık seferberliği” ilan edilmesini, sağlık çalışanlarının ve kuruluşlarının ihtiyaçlarının ve çalışma düzeninin planlanmasını talep etmiştik… Hükümet, ihtiyaçları karşılama konusunda acz içindedir. Dahası, önlemler alma ve sürece müdahale etme gerekliliğine karşı hâlâ direnmektedir.

Böylelikle DİP’in muhtabının hükümet olduğunu, niyetinin burjuva hükümetinin yerine geçmek olduğunu anlıyoruz. Reformizm de yapıcı muhalefet kılıfı altında hükümetlere tavsiyelerde bulunmak ve en ileri noktada o makama gelmekten ibarettir. Ancak DİP’in de teslim ettiği gibi hükümet DİP’e kulak vermemiştir, DİP’in taleplerine “direnmektedir”. Peki bu aciz ve umursamaz tutum karşısında DİP Merkez Komitesi ne yapmıştır. Okuduğumuz ikinci bildiriyi almış ve üşenmeden kendisine direnen hükümetten, bu sefer sağlık çalışanlarıyla ilgili, evet biz de üşenmedik saydık, tam yirmi bir tane yeni talepte daha bulunmuştur.

DİP’in reformizmi birinci bildiriyi okuyunca daha da açık bir şekilde açığa çıkıyor. DİP Sovyetler Birliğine övgüler düzdükten sonra şu saptamaları yapıyor:

Devrimci İşçi Partisi, bu tarihsel miras ve işçi ve emekçi sınıfların tarihi çıkarlarını savunmanın getirdiği sorumlulukla Koronavirüs tehdidi karşısında piyasa karşıtı, planlamacı ve kamucu şu önlemlerin derhal alınmasını talep eder.
….
Tedbirlere döndüğümüzde, her şeyden önce denetim ve kadroların kullanımı gelir. Sınıflara bölünmüş bir toplumda yetki kullanımı ve görev üstlenme iyi belirlenmediğinde parası ve forsu olan, iktidar aygıtlarını kullanarak baştan eşitsizliği yaratacaktır.

DİP planlamacı ve kamucu eylemleri hükümetten beklediği için Friedrich Engels’ten maske ihtiyacına kadar güneşin altındaki her türlü konuya değinmesine karşın siyasal iktidar sorununa değinmiyor. Hükümetin devrilmesinden, Cumhur İttifakı’nın yıkılmasından söz etmiyor. Hatta bu iktidarın süreceğini varsayıyor. Varsaydığı için “parası ve forsu olanların hükümeti”ni dengelemek için ilk önlemini sıralıyor.

Bütün önlemler ve uygulamalar, sağlık emek örgütleri başta olmak üzere (Tabip odaları, sendikalar, meslek dernekleri vb.) emek örgütlerinin (ör. DİSK) temsilcilerden oluşan kurullarca denetlenmeli, iş birliği halinde şeffaf şekilde yürütülmelidir.

Sadece burjuva hükümetinin varlığına değil onunla birlikte burjuva diktatörlüğünün diğer kurumlarına da razı olan DİP, bu hükümetin denetlenmesi görevini de burjuvazinin hizmetkarı meslek odalarıyla, sendika bürokrasine -ama elbette şeffaflık talebinin altını çizerek- havale ediyor. Elbette DİP’in taleplerinde emekçiler de kendine bir yer buluyor.

Koronavirüs belası ile askeriye mücadele edemez. İlaçlamada ya da karantina uygulamasında, seyahat yasaklarında ya da yukarıdaki kuralların uygulanmasında askeri birliklerin kullanımına hayır! Askere öğretilen savaştır. Tıbbi önlemleri doğru biçimde uygulayabilecek olan, bu konuları derhal kavrayabilecek eğitimi almış ekiplerdir. Salgın patlak verir vermez, başta tıp, diş doktorluğu, eczacılık, hemşirelik, tıbbi dallarda teknisyenlik öğrencileri olmak üzere, öğrenciler bölge bölge, kent kent, mahalle mahalle toplum yararı için örgütlenmeli ve seferber edilmelidir. Yasakların uygulanmasında ise işçi denetimi ve mahalle denetim komiteleri görev almalıdır.

DİP’in sıkıyönetimi askerlerle uygulatmayacağını öğrenerek ferahlıyoruz! DİP programını okuduğumuzda kontrgerillanın kaldırılmasını, MGK’nın lağvını talep ederken, düzenli orduya, silahlı kuvvetlerin yapısına dair sessizliğin sebebinin DİP’in legalizmi olduğunu düşünmüştük. Yanılmışız. DİP elbette legalist ama meğer DİP bu konuda polemik yapmayı pek sevdikleri Ahmet Altan türü liberallerle aynı görüşleri paylaşıyormuş. Askerlerin işleriyle sivillerin işleri birbirinden ayrılmalı. Askerler sivil yaşama müdahale etmemeli! Askere öğretilen savaş olduğuna göre askeri birlikler toplumsal işlere karışmamalı. Öyle ya, herkes işini yapmalı. Başka bir deyişle DİP işçilere savaşmayı öğretmeyecek, çünkü o zaman tıbbi önlemleri doğru biçimde uygulayamazlar. Peki kim savaşacak? Elbette askerler! “Tüm emekçiler can derdindeyken siz nelerle uğraşıyorsunuz” diye homurdananları duyuyor gibiyiz ama ufuklarında düzenli orduyu silahlı işçi milisleriyle değiştirmek olmayanların işleri çok zor gerçekten.

Emekçilerle devam edelim. DİP’in emekçilere biçtiği rol iktidarı ellerine almayıp burjuva hükümetinin destekçisi/denetçisi olmaya razı olmalıdır. Ama bu rolün baş aktörü zaten yerel seçimlerde solun neredeyse tamamının desteklediği Millet İttifakı’dır. Ve bu gerici ittifak kayıtsız şartsız bir destekten başka pazarlığa girmeyecektir.

Öğrenciler bölge bölge, kent kent seferber edilirken emekçiler mahallelerde yasakların uygulanmasında yer alacaklar. Kısacası merkezi hükümet karar mercii olarak yerinde duruyor; denetim sendika bürokratlarında, işçiler ise her türlü merkezi otoriteden ve karar alma yetkisinden uzak merkezi hükümetin kolluk kuvveti olarak çalışıyor. Bu tablo DİP’in programında proletarya diktatörlüğü yerine kullandığı işçi konseylerinin de ne anlama geldiğini parlak bir şekilde gösteriyor.

Şimdi gelenek ve meşrep itibariyle DİP ile taban tabana zıt bir yerde duran ve tam da bu nedenden ötürü köken itibariyle devrimci bir pratikten gelen MLKP’ye bakalım. ETHA aracılığıyla haberdar olduğumuz MLKP Merkez Komitesi’nin yazılı açıklaması iddialı bir başlık taşıyor: “Koronavirüse karşı sonuç alıcı tek ilaç kapitalist sistemi yıkmaktır” Açıklamada peş peşe kapitalist sistemin günahları sıralandıktan sonra nihayet çözüm önerisi geliyor. Ama çözüm önerisi onların Rosa Luxemburg’dan alıntılamayı tercih ettiği,  fakat aslında Luxemburg’un Spartakist partinin kuruluşuna karar vermeden içine girdiği USPD’nin başındaki Kautsky’nin icadı olan “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık!” şiarının tekrarından başka bir şey değil:

İnsanlığın önünde iki seçenek var. Ya kapitalizmin giderek büyük ölçeklerde ürettiği kıyım, yıkım, kuraklık, yoksulluk ve savaştan örülmüş barbarlığa teslim olmak ya da sınıfsız, sınırsız, cins ayırımsız bir dünyayı hazırlamak için sosyalizmi kurmak!

Elbette soruyoruz: Madem insanlığın önünde iki seçenek var sosyalist seçeneği nasıl seçeceğiz? Yanıtı bir sonraki paragrafta geliyor:

Dünyanın dört bir yanında koronavirüs salgınıyla yaşamı elinden alınan işçilerin, kadınların ve ezilenlerin acısı ortaktır. O acıyı ortak düşmana, kapitalist sisteme karşı öfkeye dönüştürelim. Burjuvaziden, burjuva partilerden koronavirüsün aldığı her canın hesabını soralım. Halklar arasındaki dayanışmayı yükseltelim. Herkes için parasız sağlık ve önleyici tıp talebini tüm burjuva devletlere dayatalım.

Böylelikle sosyalizm mücadelesinin sosyal devlet uygulamalarıyla büyüdüğünü değil; aynı zamanda emekçilerin burjuva devletlere devrim olmaksızın kimi politikaları dayatabileceklerini de öğreniyoruz.

Bugün Koronavirüs Türkiye’de emekçiler için yaşamı cehenneme çeviriyorsa bunun sorumlusu virüsün kendisi değildir, soyut olarak kapitalizm de değildir. Türkiye’de sermaye politikalarının yürütücüsü, kendisi derin bir kriz içinde bulunan, kendisini kurtarmak için tüm güçleri krize sürükleyen Cumhur-İttifakı’dır. Krizdeki 12 Eylül rejiminin bekçisi Cumhur İttifakı ve Erdoğan hükümeti emekçiler tarafından süpürülmeden, bugün Türkiye’de emekçilerin en ufak bir kazanım elde etmesi mümkün değildir. Cumhur İttifakı’nın seçimle gitmesi mümkün değildir.

Dolayısıyla bugün sorunların kaynağı ve düğüm noktası Saray Hükümeti’nden sorunları çözmesini talep etmek ya da emekçileri hükümeti yıkmaya değil de, hükümete kendi çözümlerini dayatmaya çağırmak buz gibi reformizmdir. Sendikalara yuvalanma hayali kuran işçici troçkistlerle, HDP içinde anti-faşist cephe örülebileceği yanılsamasını yayan Marksist Leninistlerin buluştuğu payda işte hükümet ve iktidar sorununu göz ardı eden bu reformizm paydasıdır.

Bu tutumun da tarihsel kökleri vardır elbette. 1905 Devrimi’nde Menşevikler kendilerini aşırı muhalefet partisi olmakla sınırlıyor. İktidarı almaya talip burjuvaziye dışarıdan eleştirel destek vereceklerini söylüyorlardı. Bugünkü durum daha vahimdir. Zira ortada iktidarı almaya talip bir burjuva odak bile yoktur. Reformist muhalefet halka Cumhur İttifakı’nı yani 1905 örneğindeki Çarlığı sıkıştırmayı önermektedir.

Reformistler Normalleşme Temenni Eder
Komünistler Asıl Rollerini Kriz Dönemlerinde Oynar

“Kaldırılsın, yapılsın” diye biten edilgen cümlelerle, gizli öznelerle hükümete talepler yağdıranlar, hükümete emekçilerin taleplerini dayatma hayali kuranlar sadece devlet konusunda bilinçleri bulandırmıyorlar.  Aynı zamanda devrimci bir önderlik ihtiyacı konusunda da kafa karıştırıyorlar. Apaçık bir çelişkiyle karşılaştıkları için ciddiyetsiz bir pozisyona sürükleniyorlar. Zira bir muhalefet hareketi olabilmek, hükümete basınç uygulayabilmek için bile sokağa çıkmak gerekmektedir. Oysa sol kendisini bir bütün olarak sokağın dışına hapsetmiştir. Karantina da çoktan beri kendini gösteren bu kaçak dövüşün kılıfı olmuştur. Maskelerini düşürenlere de “siz çılgın mısınız!” diye tepki göstermelerine de şaşmamak gerekir. Son derece keskin muhalif talepler üretmekte ancak bu talepler doğrultusunda mücadele etmeyi bile salgının kontrol altına alınmasından sonraya ertelemektedirler.

Suriyeli sınıf kardeşlerimiz atölyede sömürülür, mezbelilklerde uyurken devrimciler evde salgının bitmesini bekleyemez.

Ekonomik ya da siyasal kriz karşısında bir dizi talep sıralayıp, bu talepler doğrultusunda mücadele etmeyi kriz sonrasına erteleme tutumu da özgün bir tutum değildir. Aksine reformist siyasetin karakteristik bir özelliğidir. Reformizm kurulu düzenin siyasi çerçevesinde varlık gösterir. Düzenin değer yargılarına, kurumlarına ve mekanizmalarına yaslanır. Emekçilerin haklarının ve özgürlük alanının burjuva diktatörlüğünün genel çerçevesi yıkılmadan da genişletilebileceğini savunur. Bir doğal afet, ekonomik yahut siyasal kriz ya da savaş nedeniyle olağan koşullar yerini olağanüstü bir düzensizliğe bıraktığındaysa reformistler tıpkı bugün olduğu gibi sudan çıkmış balığa dönerler. Birinci paylaşım savaşı sırasında İkinci Enternasyonal tam da bu nedenle çökmüş, anlı şanlı sosyal demokrat partiler bir cesede dönüşmüştü. Savaş koşullarında devrimci siyasetin yapılamayacağını savunan İkinci Enternasyonalciler tekrar siyasi faaliyete başlayabilmek için barışın sağlanmasını şart koşmuşlardı.

Benzer şekilde Türkiye’de bir devrimin artık mümkün olmadığını, günün acil görevleri için hükümeti reformlara zorlamak için bir taban hareketi oluşturmanın gerekli olduğunu savunan tasfiyecilerin kurduğu HDP de düzen çerçevesinde bir muhalefet hareketiyle Türkiye’nin demokratikleşmesinin sağlanabileceğini savunuyordu. 7 Haziran 2015’te rejim krizinin iç savaş karakterini kazanmasıyla birlikte düzenin tüm mekanizmaları kilitlendi. Yeni bir olağanüstü hal dönemi ortaya çıktı. HDP de elbette felç oldu. Kürdistan yanıp yıkılırken bile Türkiye’de “siyasetin normalleşmesini istiyoruz”un ötesine geçen bir çizgisi olmadı. 10 Ekim katliamında öfkeli eylemcilere evinize dönün çağrısını yaptı. 15 Temmuz’un ertesinde HDP yöneticileri, “Bugün en devrimci eylem eylem yapmamaktır”, bile diyebildiler. Hala da aynı tutumu benimsemektedir. Bu nedenle Korona karşısında her türlü mücadeleyi salgının bitmesine erteleyen anlayışı sürpriz olmamalıdır.

Leninistlerin benimseyeceği siyasi çizgi ise tam aksi istikamette olmalıdır. Leninizmin yolundan gidip Komünist Enternasyonal’i rehber edinenlerin bizatihi devrimin olağanüstü bir durum olduğunu, devrimlerin ancak bu olağanüstü durumlarda yapılan olağanüstü müdahaleler sonucunda başarıya ulaşacağını bilirler. Leninist bir partinin varlık nedeni kendini bir örgüt olarak bu olağanüstü dönemeçlere hazırlamaktır. Bu hazırlığın birinci koşulu; kriz anlarında bağımsız bir siyasal hattı bağımsız bir eylem çizgisiyle birleştirerek devletin yasaklarına boyun eğmeden, içi geçmiş sosyalizm memurlarının -Lenin’in İkinci Enternasyonal’in kocakarıları dediği kesimlerin- “maceracılık” eleştirisine kulak asmadan hayata geçirmektir. Dolayısıyla reformistlerin endişeyle normalleşme beklediği kriz anlarını Leninistler bir fırsat olarak görürler. İşçi sınıfının politik önderliğini kazanmak için bir fırsattır bu, proletarya diktatörlüğünün yolunu açacak silahlı ayaklanmayı örgütlemek için bir fırsattır aynı zamanda.

Acil Görev Oportünistlerin Çanına Ot Tıkayacak Devrimci Partiyi Yaratmak

Tam da tüm uzmanların “evde kalın” “sosyal mesafeyi koruyun” çağrısını yaptığı bugünlerde, devrimci bir siyasi faaliyetin birinci şartı sokağa çıkmak, emekçilerle yüz yüze propaganda çalışmasına devam etmektir. Milyonlarca emekçinin servislerde, metrobüslerde işe gidip geldiği, hiçbir hijyen koşuluna sahip olmayan işyerlerinde çalıştığı koşullar altında, “halk sağlığını koruma” kaygısıyla sokağa çıkmayanlar devrimci bir faaliyet yürütemezler. Bugün Türkiye’de on binlerce devrimcinin evlere hapsolmasının sebebi reformistlerin tasfiyeci anlayışıdır. Bu tasfiyeci yapılara karşı mücadele etmeden, emekçilere ve devrimcilere sokağı yasaklayan oportünistlerin çanına ot tıkayacak devrimci partiyi yaratmadan, Türkiye devrimine önderlik etmek mümkün değildir.

KöZ’ün arkasında duran komünistler devrimci bir partiye sahip değildir. Bir partinin siyasi yahut örgütsel donanımına militan kapasitesine sahip değildir. Yıllardır sahip oldukları maddi imkanları, geçmişten bugüne gelen geleneğe dayalı militan akışını düşününce, örgütsel imkanları akla getirince bağımsız bir eylem çizgisi yürütmeye en az müsait olan akımların başında gelmektedir KöZ. Türkiye’de parti olduğunu iddia eden devrimci, komünist sıfatlı onlarca hareket vardır. İşçi sınıfına önderlik etmek önce parti iddiasına sahip olanların boynunun borcudur; parti olduklarını iddia ettikleri halde parti sorumluluğuyla hareket etmeyenlerin maskesini düşürmek de bizim boynumuzun borcu.

Gelgelelim 71-72 kopuşunun mirasçısı olduğunu iddia eden tüm akımlar son yirmi yıl içinde farklı aşamalarda havlu atıp reformizm trenine bindiler, hepsi İmamoğlu’nun Erdoğan’ı yerinden etmesine bel bağlamış durumdalar. Dolayısıyla halihazırda içinden geçtiğimiz iç savaş döneminde hükümete karşı ortak bir eylem birliği örebileceğimiz bir akım bulunmuyor. Bu nedenle emekçilerin önünde duran acil görevin hükümetin devrilmesi olduğunu, hükümet devrilmeden Korona da dahil olmak üzere hiçbir krizin emekçileri uğrattığı yıkımın püskürtülemeyeceğini söylemek KöZ’e düşmüştür. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin “Seçimleri Beklemeyeceğiz!” kampanyası emekçilere ve ezilenlere siyaset taşımanın mümkün olmadığını savunanlara, en elverişsiz koşullarda dahi bu doğrultuda bir propaganda ve ajitasyon faaliyeti yapmanın mümkün olduğunu göstermek amacını taşımaktadır.

Tam da bu nedenle hükümetin, hükümetten çok burjuva sosyalistlerinin dayattığı sokağa çıkma yasaklarına aldırış etmeyeceğiz.

“Toplumsal çözüm” değil sınıf mücadelesi diyeceğiz

“Duyarlı yurttaş” değil devrimci işçi sınıfı diyeceğiz.

Hükümeti talep bombardımanına tutan reformistlere inat hükümet devrilmeden en basit bir kazanımın bile gerçekleşmeyeceğini haykıracağız.

Uzmanların sözünü dinleyenlere inat sözü dinlenecek devrimci partiyi yaratmak için mücadele edeceğiz.

İlk hedefimiz devrimci partiyi ikame etmek değil, reformist yahut maceracı örgütlerinden koparak Komünist Parti’nin kuruluş kongresini birlikte örgütleme sorumluluğunu üstlenecek olan devrimcilerle buluşmak!

Yaşasın Komünistlerin Birliği!