“Kız çocuğu babası” Sedat Peker’in “bir kamera bir tripod”la hükümetin içindeki ve çevresindeki hasımlarına açtığı savaş ikinci ayını dolduruyor. Peker intikam alırcasına yüklediği videolarla uyuşturucu trafiğinden medya holdinglerinin devir teslimine, milletvekillerinin dövülmesinden cinayetlerin örtbas edilmesine kadar bir dizi faaliyette, “Ak Parti” üst düzey yöneticilerinin pislik zincirinin en altında yer alan kendisiyle işbirliği içinde olduğunu ifşa etti.

Güvenlik kaygıları nedeniyle videolarına ara vermiş olsa da Peker’in videoları gündemi belirlemeye devam ediyor. Bu sefer de Peker’in videolarıyla dikkatlerin üstüne çevrildiği, kara para aklayıcısı, Sezgin Baran Korkmaz ABD’nin talebi üzerine Avusturya’da yakalandı, ABD’nin Korkmaz hakkındaki iddianamesi erişime açılınca, Korkmaz’ın basınla ve hükümetle olan ilişkileri de bir parça açığa çıkmış oldu.

“Siyasi gerçekleri açıklamak”

Lenin Ne Yapmalı’da halka siyasi gerçekleri açıklamayı devrimci bir partinin temel görevlerinden biri olarak kabul etmişti. Ne Yapmalı’dan yüz küsur yıl sonra, Peker’in ifşaatlarının geniş kesimlerde uyandırdığı ilgiye bakarak, Türkiye’de muhalefetin yapamadığını Peker’in yaptığını, emekçilere önderlik iddiasındaki partilerin siyasi gerçekleri en az Peker kadar kararlı ve açık bir şekilde açıklaması gerektiğini sol içinde savunanların sayısı az değil. Hâlbuki Lenin siyasi gerçeklerin açıklanması derken, kimi sansasyonel haberlerin halka açıklanmasından değil, gündemdeki siyasi sorunlarla iktidar sorunu arasındaki bağın kurulmasını kast ediyordu.

Bu kavrayışsızlık bir yana Peker’in gördüğü ilgiyi onun bahsettiği olayların şaşırtıcılığıyla ilgili olduğunu sananlar da Türkiye’nin siyasi gerçeklerinden bihaberdirler. Kurtlar Vadisi, Çukur ve türevi mafya içerikli dizilerin seyredilme rekoru kırdığı, Soner Yalçın ve benzeri görevli  gazetecilerin mafya hakkında yazdıkları kitapların hep en çok satanlar arasında yer aldığı, sosyalizme ve liberalizme ucundan kıyısından bulaşmış kesimlerin derin devlet, kontrgerilla, özel harp dairesi laflarını ağzından düşürmediği, zamanında Ergenekon iddianamelerinin çarşaf çarşaf yayınladığı bir ülkede yaşıyoruz. Aradan yedi yıl geçmiş olsa da ihalelerin nasıl paylaştırıldığına, gazetelerin yayın politikalarının nasıl belirlendiğine, paraların nerelerde nasıl biriktirilip nasıl sıfırlandığına dair ses kayıtları da hâlâ toplumsal bellekte yer alıyor. Ülkenin kaynaklarının Erdoğan’ın ailesi ve iş ortakları tarafından bölüşüldüğü muhalefetin yıllardır döne döne vurguladığı temel tezdir.

Peker’in gördüğü ilgi onun bilinmeyenleri açıklamasından kaynaklanmıyor. Aslında bu anlamıyla ortada bir skandal da yoktur. Hatta tersine Peker gerçek olmasına dinleyicilerinin şaşırmadığı olay ve ilişkilerden bahsetmektedir. Dinleyicileri inanmak için belgeye bile ihtiyaç duymamaktadırlar. Çünkü o zaten emekçilerin kafalarında hâkim olan fikirleri doğrulamaktadır. Marx’ın “her çağın hâkim fikirleri hâkim sınıfın fikirleridir” saptamasını tam da böyle durumlar için hatırlamalı. Özellikle de sol akımların istisnasız şu tespitte ortaklaştığı durumda: “Yıllardır sosyalistlerin/devrimcilerin anlattığı gerçekler Peker’in açıklamalarıyla bir kez daha su yüzüne çıktı.” Bu iddianın tam tersi doğrudur. Sol akımlar Türkiye’deki gelişmeleri yıllardır Peker’in de rahatlıkla benimseyebildiği şekilde, hâkim sınıfın gözlüğünden, onun kavramlarını kullanarak, dolayısıyla onun gibi meseleleri başaşağı çevirerek açıklamaktadır. Zihinsel bir kusur değildir bu. Esas olarak burjuva toplumu içinde devrimci bir programa sahip bağımsız bir odak olamamaktan kaynaklanmaktadır.

Mafya Devleti

Eğer “tüm devrimlerin temel sorunu iktidar sorunu”ysa o hâlde marksist akımlarla, marksist olmayan akımlar arasındaki temel farkların devlet sorununun kavranışında da açığa çıkması gerekir. Bu farkı solda Peker vesilesiyle yapılan değerlendirmelerde devlet sorunun ele alınışında görmek zor değil. “Çete devleti”, “mafya devleti/rejimi”, “kontrgerilla cumhuriyeti”, “mafyalaşan devlet”, “devletleşen mafya” saptamaları reformist bir programı ele verir.

Marksistlerin devlet tanımı yalındır: Devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır. Bu yalın tanımdan üç sonuç çıkar: Birincisi, tüm devletler birer baskı aygıtı olduğu için şiddet tüm devletlerin ortak özelliğidir. Devletler uyguladıkları şiddetin dozuna, bu şiddetin belirli yasalar tarafından sınırlandırılıp sınırlandırılmadığına göre tasnif edilemezler. Yoğun ve kanlı şiddet politikalarını bir devlet tipinin varlığının kanıtı olarak sunmak diğer devlet tiplerini temize çekmek anlamına gelir.

Faili meçhul cinayetleri, bombalamaları, kanlı baskı politikalarını görünce mafya ve çete devleti, “kontragerilla cumhuriyeti” vb türü ifadelerine sığınanlar aslında burjuva demokrasilerinde bu tür gelişmelerin yaşanmadığının, yaşanmaması gerektiğinin propagandasını yapmaktadırlar. Hâlbuki Komünist Enternasyonal’in birinci kongresinin burjuva demokrasisi üzerine tezlerinde bu konu açık bir biçimde ifade edilmiştir: “En demokratik cumhuriyetlerde bile burjuvazinin terörü ve diktatörlüğü hüküm sürmektedir; sömürücülerin sermaye iktidarının sarsıldığını sezdikleri her durumda, bu terör ve baskı açıkça ortaya çıkmaktadır.”Marx’ın proletaryanın ücretli köle olduğunu ifade etmesi de Lenin’in “silah kullanmayı öğrenmeyen bir sınıf kendisine köle gibi davranılmasını haketmiştir” saptaması da, kitleleri coşturmak için kullanılan şairane ifadeler değildirler. Burjuva demokrasilerinin diğer devletlerle sahip olduğu ortak özelliklerin altını çizme amacını taşırlar. Sermayenin doğum öyküsü, köylülerin topraklarından zorla uzaklaştırılarak işçileştirilmesinin, sömürgeciliğin, Atlantik okyanusunu mekik dokuyan köle ticaretinin öyküsüdür. Kapital’deki “sermaye her gözeneğinden kan ve irin fışkırarak doğmuştur.”saptaması boşuna değildir.

Burjuvazinin vahşeti geçmişte kalmadı. Harekete geçirdiği üretici güçler ve merkezileştirip yetkinleştirdiği devlet aygıtı kendisinden önceki hâkim sınıflarla kıyaslanamaz ölçekte ve kapsamda bir terör uygulamasını mümkün kılmaktadır. Zaten en acımasız ve kanlı baskı aygıtlarının genelde faşist, otoriter diye sınıflandırılan devletler değil “burjuva demokrasisi” olarak kutsanan emperyalist devletler olduğu görülür. Toplama kamplarını Alman faşizmi değil Güney Afrika’daki sömürgelerini korumak isteyen İngiliz demokrasisi icad etmiştir. Amerikan demokrasisindeki hapisteki kişilerin nüfusa oranı “otokratik” diye lanetlenen Çin’in altı katıdır, sadece ABD zindanlarındaki siyah sayısı tüm Rusya’daki tutukluların sayısının yaklaşık iki katıdır. Hâlihazırda Amerika Afganistan’ı, Yemen’i dronelarıyla bombalarken Fransız lejyonerleri Mali’den Burkina Faso’ya beş Afrika ülkesinde at koşturuyorlar.

Yolsuzluk Burjuva Hâkimiyetinin Ayrılmaz Bir Parçasıdır

İkincisi, devletler hâkim sınıfın karakterini taşıdığı için hâkim sınıfın burjuvazi olduğu tüm devlet biçimleri burjuvazinin karakterini taşır. Özel çıkarın genel çıkarın önüne geçmesi, sınırsız zenginleşme arzusu, servet birikiminin en önündeki her türlü engelin kaldırılması burjuvazinin varlık koşuludur.  Tam da bu nedenle Peker’in ifşaatları nedeniyle gözler önüne serilen yolsuzluklar sözüm ona çete devletinin ayırt edici özelliği değil, tüm burjuva diktatörlüklerinin ortak özellikleridir.

Hukukun üstünlüğünü bayrağına yazmış Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkerleri bu durumun istisnası değildir. Kapitalizmin yeşerdiği Rönesans İtalyası aynı zamanda yolsuzluğun merkeziydi. Makyavel’in Prens adlı meşhur eserinin ilham kaynağı servet biriktirmek için her türlü entrikayı çeviren Borgias ailesiydi, kitap bir başka servetini yolsuzlukla büyüten bir başka aileye, banker Medicilere sunulmuştu. Adam Smith Ulusların Zenginliği’nin en uzun bölümünü İngiliz sermayesinin temelini oluşturan Doğu Hindistan Şirketi’nin yolsuzluklarına ayırmıştı.

Bugün burjuva demokrasilerinin muhtelif yolsuzluk endekslerinde en temiz ülkeler olarak görünmesinin sebebi yolsuzluğun tanımının, denetiminin ve ölçümünün bu ülkeler tarafından yapılmasıdır. 2001’deki Enron skandalında açığa çıkan yolsuzluk miktarı Türkiye’deki tüm dolar milyarderlerinin toplam servetinin iki katıydı.  Amerikancı muhalefet ve yörüngesindekiler akla ziyan 128 Milyar dolar nerede kampanyası yürütedursunlar, sadece 2018 yılında “muhasebe hataları” nedeniyle Pentagon’un nereye harcandığı öğrenilemeyen masrafı 21 trilyon dolardı. Fransa’nın eski cumhurbaşkanı Sarkozy daha bir kaç ay önce, seçim kampanyasının Kaddafi’den gelen paralarla yürütüldüğünü örtbas etmek için yargıçlara rüşvet verme suçundan hapis cezası aldı. 2012 yılında Alman sermayesi Cumhurbaşkanı Wulf’u usulsüz kredi aldığı için istifaya zorluyordu ama üç sene sonra aynı Almanya’nın en büyük sermaye gruplarından Volkswagen çevre denetim testlerinde usulsüzlük yaptığı için Amerikan mahkemeleri tarafından 33 milyar dolar ödemeye mahkûm edildi. Günümüzde uyuşturucu, fuhuş, insan kaçakçılığından kazanılan paralar İsviçre bankalarında depolanmakta, New York, Tokyo ve Londra borsalarında değerlendirilmektedir.

Burjuvaziyle Uzlaşmanın Kılıfı Olarak Mafya/Çete Devleti

Şiddetin, hukuksuzluğun, yolsuzluğun burjuva demokrasilerini dışarıda bırakacak şekilde “mafya/çete devleti”nin tanımlayıcı özelliği kabul edilmesi bilgisizlikten kaynaklanmaz, bilinçli bir siyasi tercihin ürünüdür. Bir kere burjuva demokrasilerinin diğer burjuva hâkimiyetlerine göre daha tercih edilir olduğu kabul edildikten sonra, mafya devletini burjuva demokrasisine dönüştürmek, burjuva demokrasisinin çete devletine dönüşmesine engel olmak “yetmez ama evet” mücadelesinin bir parçası haline gelir. Böylelikle burjuva demokrasisi uğruna mücadelede burjuvazinin farklı kesimleriyle işbirliği yapmak savunulabilir hale gelir. Hatta bu türden ittifakları reddedenler faşizmle burjuva demokrasisi arasındaki farkları önemsiz göstermekle, sekterlikle itham edilirler.

Komünist Enternasyonal’in yedinci kongresinde, faşizmin “finans kapitalin en gerici, en şoven , en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olarak tanımlanması akademik bir hata değildi. Emperyalistler arasında ayrım yapmadan, en emperyalistle daha az emperyalisti, en gericiyle daha az gerici olanı, en şovenle daha az şoveni birbirinden ayırt etmeden Alman emperyalizmine karşı Amerikan, İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle işbirliğinin yolunu döşemek mümkün değildi. Nitekim bu programatik operasyondan sonra Komünist Enternasyonal seksiyonlarının önüne “özgürlüksever” emperyalistlerle birlikte faşistlere karşı mücadele etme görevini koydu.

Komünist Enternasyonal’in tasfiyesinden sonra bu sınıf uzlaşmacı tutum vahimleşerek sürdü. Mao’nun üç dünya teorisi birinci dünya diye tanımladığ Amerikan ve Sovyet emperyalizmi ile ikinci dünyada yer alan diğer emperyalistler arasında bir ayrım gözetiyor birincisine karşı ikincisiyle beraber hareket etmeyi savunuyordu. Emperyalist devletlerle emperyalist devletlerin birbirinden farklı olduğu gerekçesiyle troçkist akımlar Falkland savaşında İngiltere’ye karşı Arjantin’deki askeri diktatörlüğü, ABD karşısında Saddam Hüseyin’i desteklediler. 2000’lerin başında ABD Irak ve Afganistan’ı işgal ederken, ABD’yi “haydut devlet” ilan edenlerin maksadı da aynıydı. Almanya da emperyalist bir devletti ama ABD’yi haydut devlet olarak tarif edince haydut olarak tarif edilmeyen Alman ve Fransız emperyalistlerin politikalarına destek çıkan ve onların güdümündeki eylemlere destek veren barış eylemlerini alkışlamak mümkün oluyordu.

Benzer bir yaklaşımın örneğini Türkiye tarihinde de bulmak zor değildir. Osmanlı’da burjuva devrimi 1908 yılında gerçekleşmiş olmasına karşın, sembolik yetkilere sahip olan padişaha ayrı bir gericilik atfedilerek, çok partili siyasi yaşamı ortadan kaldıran Mustafa Kemal’in peşine takılmanın bahanesi üretilmiştir. Bugün de çete/mafya devleti türünden tanımlar üretenler aslında bunu “temiz toplum” isteyen burjuva akımlarla ortak paydada buluşmak için yapmaktadır.

Mafya/çete devleti kendi içinde tutarsız bir kavramdır

Üçüncü sonuç mafya devleti, çete devleti türünden uyduruk kavramların kendi içinde tutarsız olmasıyla ilişkilidir. Devlet hâkim sınıfın baskı aygıtlarından bir tanesi değildir, hâkim sınıfın baskı aygıtıdır. Bu nedenle devletin varlığı mafyanın yahut çete türünden şiddete dayalı örgütlenmelerle bağdaşmaz. Devletin ortaya çıkış öyküsü belli bir coğrafyada şiddet tekelinin kurulmasının, rakip şiddet odakların dağıtılmasının ya da devletin bir parçası haline getirilmesinin öyküsüdür. Bu durum iktisadi olduğu kadar siyasi merkezileşmeyi şart koşan burjuva devlet örgütlenmesi için özellikle böyledir. Osmanlı’nın merkezileşme sürecinde II. Mahmud’la birlikte bağımsız orduları olan ayanlar ya devletin bir parçası haline getirilerek paşa yapılmış ya da imha edilmiştir. Türk devleti kendi uzantıları tarafından örgütlenmiş ve yönlendilimiş Kuvvayı Milliye’ye dahi tahammül edememiş, hızla denetimi altına almıştır.

Mafya/çete devleti bir düzenin, rejimin tanımı olamaz zira mafya ve diğer alternatif şiddet örgütlenmeleri devlet otoritesinin henüz bulunmadığı, çöktüğü alanlarda boy verir, ancak bu çerçevede devletlerle işbirliği yaparlar. On yedinci yüzyılın iki genç burjuva demokrasisi olan İngiltere ve Hollanda İspanyol sömürgeciliğine darbe vurmak için korsanlara bel bağlamak zorundaydı. On dokuzuncu yüzyılda kıtalararası faaliyet gösteren donanmaların kurulmasıyla birlikte korsanlık ortadan kalktı.

Bugün mafyanın en çok filizlendiği alanlar olan uyuşturucu, fuhuş, insan kaçakçılığı kapitalist ekonomi içerisinde hukuki statüsü netleştirilemeyen, devletin açıktan müdahale edemediği alanlardır. Benzer şekilde Türkiye’deki mafya, çete türü oluşumların gelir kaynaklarının esas olarak Kürdistan ve Kıbrıs merkezli olması da şaşırtıcı değildir. Zira her iki bölge de Türk devletinin fiilen işgal kuvveti olarak bulunduğu ve kendi otoritesini Türkiye’nin geri kalanındaki gibi tahsis edemediği alanlardır. Bu nedenle mafya ve çetelerden, bunların devlet yöneticileriyle akçeli ilişkilerden söz etmek bir düzene ve onun mekanizmalarına ışık tutmaz. Tam tersine düzensizliği, çöküşü, devrimci bunalımı bir düzen olarak göstererek devrimci fırsatların görülmesini engeller.

Solun çizdiği devlet resmiyle Soylu’nun sığındığı devlet imgesi aynıdır

Doksanların içişleri bakanlarından Mehmet Ağar’ın, kocasını kimin öldürdüğünü soran Güldal Mumcu’ya “Bir tuğlayı çekersem duvar yıkılır” yanıtını verdiği hakkında rivayet muhtelif. Aynı Ağar’ın Susurluk kazasıyla patlak veren skandal sonrasında soruşturmalardan kaçmak için “Devlet adına bin operasyon yaptık” yanıtını verdiği de biliniyor. Benzer şekilde Peker videolarının ardından kendini aklamak için televizyon programlarında gezinen Süleyman Soylu da “devlet suç örgütlerini kendi çıkarına kullanır, biz de öyle yaptık” dedi. Tüm bu ifadeler sol akımlar arasında, genelde ağızdan kaçmış itiraflar olarak kabul edildi. Devlet yöneticileri böylelikle derin devletin, devlet-mafya işbirliğinin varlığı kabul ediyorlardı. Hâlbuki Ağar da Soylu da bir itirafta bulunmak şöyle dursun kendi kırılgan pozisyonlarını sağlamlaştırmak için bilerek ve isteyerek burjuva ideolojisinin bir parçası olan bu ifadelere sığındılar. Hasımları her iki içişleri bakanını devre dışı bırakmak için işlerin kontrolden çıktığını göstermek isterken onlar da asayişin berkemal olduğunu, devlet aygıtının emir komuta zinciri içinde çalıştığını, devletin gerektiğinde suç örgütlerini kullanacak kadar güçlü olduğunu savunmaktadır.

Derin devlet, kontrgerilla cumhuriyeti kavramlarına dayalı siyasi analizler, gerçekliği burjuva ideolojisinin merceğinden, başaşağı gösterir. Bu kavramları kullananlar varolan hukuksal yapının, parlamentonun, bürokrasinin ötesinde, görünmeyen derinliklerde asıl devlet örgütünün, kimilerinin özel harp dairesi diye tanımladığı derin devletin, kimilerine göre kontrgerillanın bulunduğunu varsayar. Kimi akımlara göre ülkeyi zaten bu örgüt yönetmektedir, kimilerine göre ise burjuvazi sıkışınca bu örgütü devreye sokmaktadır. Ama her durumda önkabuller, tam da  burjuva ideolojisinin göstermek istediği gibidir: Her şeye kadir bir burjuvazi, tıkır tıkır işleyen ve sınıf mücadelesinin temposu değişince farklı mekanizmaları devreye sokan, mafya ve çeteler dâhil olmak üzere toplum içindeki tüm örgütlenmeleri yönlendirip kontrol eden bir devlet aygıtı. Soylu’nun, Ağar’ın açıklamalarını itiraf olarak gören akımlar aslında kendilerinin de tıpkı bu beceriksiz bakanlar gibi burjuva ideolojisinden beslendiklerini itiraf etmektedirler.

Kontrgerilla, derin devlet kavramlarını sola taşıyanın yetmişlerin Aydınlık’ı olması şaşırtıcı değildir. Aydınlık devlet-mafya işbirliği çözümlerini sürdürerek aslında tıpkı mafya gibi devrimci örgütlerin de kontrgerillanın sızdığı, yönlendirdiği örgütler olduğunu söylüyordu, hala da söylemektedir. İronik olan, sadece programatik olarak değil politik olarak da karşı devrim kampında yer alan Perinçek’in kendi tezlerini siyasi sonuçlarına götürme cesaretini gösterirken, politik olarak devrimci kampta yer alma iddiasındaki akımların Perinçek’le aynı programatik zemini paylaştığı için onunla programatik olarak hesaplaşmak yerine, Perinçek’i Perinçek’in programatik çerçevesi ve repertuarıyla ihbarcılıkla, MİT ajanlığıyla, devletin kapıkulluğuyla eleştirmesidir.

Burjuva Rejimlerinde İstikrarı Hüküm Sürerken Devlet Zaten Derindedir
Devlet Kriz Zamanı Su Yüzüne Çıkar

Marksistler açısından devletin egemen sınıfın baskı aygıtı olması, sömürülen yığınların silahsızlandırılması, silahlı gücün kamu otoritesi olarak emekçi halkın karşısına yabancı ve dışsal bir güç olarak çıkmasıyla mümkündür. Bu anlamıyla devlet ve devletin mekanizmalarının işleyişi, devletin tanımı gereği halka uzaktır, başka bir deyişle derinlerdedir. Ama devletin bu anlamda derinlerde olması “derin devlet” tezini savunanların  sandığı gibi, bir grup insanın, kapalı kapılar ardında, yasal ve kurumsal olarak hiç tanımlanmamış bir ilişki kurması anlamına gelmez. Böyle bir devlet dünyayı yahudilerin, mason localarının, gizli derneklerin yönettiğine inananların kafasındaki devlettir, böyle bir devlet ancak televizyon dizilerinde var olabilir.

Devletin kurumları ve yasaları göstermelik bir karakter taşımaz. Göstermelik olan bu yasaların ve kurumların “tüm yurttaşların çıkarlarını” aynı şekilde gözettiği iddiasıdır. Üstelik devleti derin ve görünmez, yani emekçiler açısından erişilemez ve denetlenemez kılan yasaların ve kurumların kendisidir. Türkiye’de ya da dünyanın başka bir yerinde hükümetin, Millî Güvenlik Kurulu’nun, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın toplantıları, devlet dairelerinin iç yazışmaları, bürokratların, danışmanların, türlü türlü uzmanların devlete sunduğu raporlar zaten halka açık değildir. Dahası siyasetin politikacıların, kamu idaresinin liyakat ve uzmanlık halelerine bezeli bürokratların işi olduğu bir toplumda çalışmaktan yaşamaya vakit bulamayan emekçiler tüm bu işleyiş ortada olsaydı bile hiçbir denetimi olmayan bu kurumların işleyişi ile ilgilenemezdi. Sınıflı toplumlarda, bilhassa da kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu toplumlarda, devletin derinlerde olmasının tüm toplumsal sınıfların karşılıklı ilişkisine dayanan kökleri vardır. O nedenle şu ya da bu devlet görevlisinin ifşaatları, gazetecinin sansasyonel haberciliği sonucunda devletin bu derinliği yüzeye çıkmaz. Silahlı propaganda stratejisini benimseyen akımların “ses getirici” eylemleri de aynı nedenden ötürü amacına ulaşamaz.

Devlet sınıflı toplumun idaresinden sorumlu bir aygıt olduğu için böyle bir devlet kişilerin, grupların ihtiyaç ve isteklerine, durum değerlendirmelerine göre işleyiş biçimini değiştirmez, değiştiremez. Tersi doğrudur devletin bir parçası haline dönüşen kurumlar, kendi özel ve bağımsız gündemlerini, işleyiş biçimlerini yitirerek devletin gündem, işleyiş ve prensiplerine uyum sağlar. Devletin bu gücü, onun gücünün kaynağı olan değişmezliği aynı zamanda onun zayıf noktasını oluşturur. Toplumsal ilişkiler değiştiğinde, toplumdaki çelişkiler büyüdüğünde, devletler arası ilişkiler eskisi gibi yürütülemez olduğunda, “derin devlet” tezine sarılanların sandığı gibi vites değiştiremez, mesela parlamenter demokrasiden “açık faşizme” geçemez, ya da “Kürt sorununu” askeri yöntemlerle çözemeyince aniden demokratik çözüm seçeneğine yönelemez. Eski yapısında direnen devlet zayıflamaya başlar, hâkim sınıf içindeki çekişmeler devlet içinde de yansımasını bulur. Devlet artık tutarlı bir işleyişe sahip olmaz, devlet işleyişindeki birbirini çelmelemeler çatışmalar arttıkça devletin işleyişini toplumdan uzak tutmak mümkün olmaz. Emperyalistlerin ve hâkim sınıfların çatışan kesimlerinin ihtilaflarını çözmek için emekçi yığınları seferber etmeye duyduğu mecburiyet devlet işleyişini, daha doğrusu işlemeyişini, daha da yüzeye çıkarır. Bu da aslına bakılırsa devrimci durumun ta kendisidir. Türkiye de uzunca bir süredir böyle bir devrimci durumun içinden geçmektedir. Türkiye’de hüküm süren rejim krizi ve onun bir ürünü olan devrimci durumu gözardı eden herhangi bir analizin Sedat Peker’in ifşaatlarını dâhil olmak üzere herhangi bir gelişmeyi açıklaması mümkün değildir.

“Sosyalistlerin On Yıllardır Tekrar Ettikleri Gerçekler” Bir Kez Daha mı Açığa Çıktı?

Türkiye’de diyalektik pek sevilen bir kavramdır. Konu sanat, sosyal yaşam, felsefe gibi konular olunca diyalektik hakkında bol bol ahkam kesilir, “her şeyin değişip akmakta olduğu”, “aynı suda iki kez yıkanılmayacağı” tespitleri bol bol tekrar edilir. Teorik, programatik düzlemde komünist siyasetin evrensel dayanaklarını terk etmenin yolunu döşeyenler de her zaman “somut durumun somut tahlili” lafının arkasına sığınırlar. Gelgelelim iş somut bir siyasi durumun tahlil edilmesine geldiğinde, tüm diyalektik dostları birden bire “on yıllardır tekrar ettikleri gerçeklerden” dem vurmaya başlar. Sınıfların karşılıklı ilerleyişini açıklayamayanlar, kendi köhnemiş kalıplarına “yıllardır tekrarladığımız gerçekler” bahanesiyle sığınırlar. Bu nedenle Sedat Peker’in videolarının “sosyalistlerin on yıllardır tekrar ettiği gerçeklerin” bir kez daha açığa çıkması olarak yorumlanması şaşırtıcı değildir.

Hâlbuki, doktrinerlerin sandığının aksine, Peker’in ifşaatları “yeni” bir duruma işaret etmektedir. Bu yenilik Peker’in  bilinmeyenleri anlatmasından yahut Peker’in videolarıyla birlikte Türkiye’de bir temizlik harekatının başlayacağından kaynaklanmıyor elbette. Söz konusu durum 12 Eylül rejiminin krizinin bir parçası olduğu için yenidir. Rejim krizi Türkiye’de uzun bir süredir hüküm sürüyor olsa da 12 Eylül rejiminin tarihi içinde yeni bir olgudur. Genel olarak Türkiye Cumhuriyeti yahut özel olarak 12 Eylül rejimi bir bütün olarak rejim krizi başlığında değerlendirilemez.  Bu anlamıyla örneğin Susurluk kazasıyla patlak veren skandalla, Peker’in ifşaatları birbirine benzeyen ve benzer siyasi sonuçlar üretecek gelişmeler olarak değerlendirilemez.

Dikiş Tutturamayan 12 Eylül Rejimi

Hakkında yaratılan efsanelerin ve üretilen mazlum edebiyatının aksine 12 Eylül hiçbir zaman tümüyle dikiş tutturamadı ve bir türlü konsolide olamadı. 12 Eylül rejimi esas olarak Amerikan ve Fransız emperyalizminin ve onların Türkiye’deki uzantıları olan TÜSİAD ve Türk Silahlı Kuvvetleri/OYAK’ın ittifakına dayanıyordu. Rejimi tasarlayanlar uluslarası düzlemde Afganistan ve İran hamlelerini yapmış Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin anti-komünist ileri karakolu olmayı, devlet işleyişi bakımından parlamento ve hükümet üzerindeki denetimi dağınık özerk kurumlardan alıp Cumhurbaşkanlığı şahsında merkezileştirmeyi, parçalanmış siyasi partileri iki büyük merkez sağ ve merkez sol partide birleştirmeyi, iç güvenlik kapsamında yükselişe geçen Kürdistandaki devrimci uyanışı ezmeyi, 1977 1 Mayısı’ndan beri gerileme, dağılma ve savunma içinde olan sol hareketi tasfiye etmeyi hedefliyorlardı.

Cunta rejimi 12 Eylülcülerin merkez sağ ve sol parti yaratma girişimleri ANAP’ın seçilmesiyle birlikte suya düştü. Daha baştan parçalı bir parlamento ortaya çıktı. Cunta rejimi 12 Eylül öncesindeki siyasetçileri kararlı bir biçimde tasfiye edemediği için adım adım geçmişin tüm siyasi kadroları siyasete geri döndü, böylelikle siyasi partilerin bir kez daha bu sefer daha hızlı parçalanmasına yol açtı.

Ama 12 Eylül rejiminin asıl büyük hezimeti Kürdistan’da yaşandı. Ezmeye çalıştığı hareket karşısına çok daha kitlesel ve militan bir biçimde çıktı. Kürdistan hareketini tasfiye edemeyen cunta, Türkiye solunu da tasfiye edemedi. Türkiye solunu tasfiye edemediği için de darbenin yıllarında işçilere yönelik ekonomik saldırıları da geri çekmek zorunda kaldı. Tam da bu nedenle “neoliberal düzenlemeler” diye sosyalistlerin diline pelesenk olmuş adımlar, özelleştirmeler, kamu kurumlarının, sosyal politikaların tasfiyesi, hatta sendikalı işçilerin ücretlerinin düşürülmesi bir türlü gerçekleşemedi. Kürdistan’da etkisi giderek artan bir devrimci hareketin varlığı zaten parçalanma eğilimindeki burjuva siyasetini iyiden iyiye parçalı ve istikrarsız hale getirdi.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ABD’nin bölgedeki ve Türkiye’ye yönelik planlarını değiştirdi. Türkiye artık Ortadoğu’da sıçrama tahtası, Avrupa’da Truva atı olacaktı. Ortadoğu’da ABD’nin bölge hükümetlerine müdahele etmek için koçbaşı rolünü oynamak için  geleneksel  “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politik çizgisini terk etmek, Avrupa Birliği içine doğru adım atabilmek için de  “demokratikleşmek” gerekliydi.

Sermaye cephesinde de işler 12 Eylülcülerin istediği gibi gitmiyordu. Anti-komünizm sayesinde önü açılan islamcı örgütlenmeler ve tarikatlar, bu alanı hızla bağımsız bir sermaye grubu olarak çıkmak için kullandılar. Erbakan’ın Refah Partisi ise bu kesimin sunduğu destek ile güç kazanmaya başladı. Eş zamanlı olarak devletin Kürdistan’daki başarısızlığıyla bağlantı olarak Türkiye uyuşturucu ticaretinin ana güzergahlarından biri oldu ve Türkiye’de kalan paralar bu işlerin içinde olan mafyanın ve çetelerin sermaye gruplarına dönüşmesini mümkün kıldı. Böylelikle  TÜSİAD-OYAK’ın karşısında iki farklı sermaye grubu palazlanmaya başladı.

Reform Saldırısının İşaret Fişeği Olarak Susurluk Kazası

Doksanların başı parçalanması bir türlü durmayan siyasi partiler, yamalı bohçaya dönüşen bir meclis, kısa ömürlü hükümetler, peşe peşe gelen siyasi krizler dönemiydi. Devletin düzenli ordusu Kürdistan’da dikiş tutturamamıştı. Ama henüz TÜSİAD-OYAK ittifakı bozulmamıştı. Ülkeyi siyasi partiler, meclis, hatta hükümet yönetmediği için ortada başarısız ama henüz krize girmemiş bir rejim vardı.  O nedenle doksanlara damga vuran sözcük reformdu. 12 Eylül rejimi amacına ulaşmak için kendini yeniden yapılandırmak istiyordu. 12 Eylül Anayasası demokratikleştirilerek hem Kürdistan’daki direnişi tasfiye etmek hem de ABD’nin Ortadoğu ve AB’ye yönelik planlarına uyumlu hale gelmek mümkün olacaktı.

İşte Susurluk skandalı tam da bu reform tartışmalarının ortasında patlak verdi. Bir kamyonun çarptığı arabanın içinden milletvekili, bir emniyet müdürü, bir tane de sahte kimlikli faşist çıkınca 12 Eylülcülere kör topal yürütülen reform girişimlerini kararlılıkla yürütülen bir saldırıya dönüştürme imkanı tanındı. Sol muhalefetin “Temiz Toplum” kampanyasının önü açıldı, Aydın Doğan’ın “sol” gazetesi Radikal “soruşturmayı derinleştirirken”, “amiral gemisi” Hürriyet “bu defa işi silahsız kuvvetler çözsün” manşeti atıyordu. Kampanyanın siyasi alanda sözcülüğünü yapan Mesut Yılmaz, dönemin Genel Kurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ndan tam destek aldı.

Reform kampanyasıyla birlikte mafyadan işadamlığına terfi etmekte olanların önü kesildi, tarikat finansmanıyla sermaye büyüten şirketler budandı, Erbakan hükümeti sendikaların ve solun “temiz toplum” eylemlerinin de basıncıyla 28 Şubat darbesiyle hükümetten düşürüldü. “Çeteler mecliste emekçiler/öğrenciler/aydınlar hapiste” burjuvaziye yedeklenen akımların ana sloganlarından biri oldu. Dönemin en popüler partisi ÖDP Sultanahmette “Ne Refah-Yol Ne Hazırol” mitingi düzenledi, bugün TKP adını alacak olan SİP kazayı yapan kamyoncunun rozetini dağıtırken tıpkı bugünkü gibi “çetesiz bir düzen için sosyalizm” diyordu. Devrimci akımlar da çözümün devrimle gerçekleşebileceğini muhtelif sloganlarla anlatıyorlardı. Ama bu operasyonu düzenleyen TÜSİAD-TSK ittifakını hedef tahtasına oturtan bir çizgi o zaman da mevcut değildi. Çete karşıtı muhalefeti bir emekçi muhalefetine dönüştürme hayali tüm solu esir almıştı.

Hâlbuki tam da bu süreç içinde Kürdistan da kapsamlı bir operasyon hamlesi yapıldı, Öcalan reform sürecinin planlayıcısı ve destekleyicisi ABD tarafından rehin alınarak Türkiye’ye teslim edildi, hapishanelerde F-Tipi sisteme kademeli olarak geçildi, direnen devrimciler imha edildi ve nihayetinde yine Amerika’nın basıncıyla AB ile görüşmeler başladı. Susurluk Skandalı ve sonrasında başlatılan temiz toplum kampanyası işte bu sürecin işaret fişeği oldu. Kendini çete karşıtı mücadeleye vermiş sol akımlarsa “çete karşıtı mücadele” örme hayalleriyle daha baştan ellerini kollarını bağlamışlardı.

Çetelerle hesaplaşılan dönem devlet Kürdistan sorununda inisiyatifi eline geçirdi, TÜSİAD-OYAK’a rakip sermaye gruplarının önünü kesti , güdümündeki hükümetlerin devletin idari mekanizmasını etkinleştirip tüm iktisadi ve sosyal faaliyetler üzerindeki denetimini arttıracak kapsamlı bir reform planını yürürlülüğe koydu. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Karadayı’ya “28 Şubat gerekirse bin yıl sürer” dedirten özgüvenin arkasında bu gelişmeler yatıyordu.

12 Eylül rejiminin krizi

Köz’ün arkasında duran komünistler siyaset sahnesinde tam da bu dönemde söz aldılar, bu reform sürecini bir yılanın deri değiştirmesine benzettiler ve “Türkiye’nin bu yeni dönemine uyum sağlamak” için programlarını ve örgütsel yapılarını değiştiren tasfiyecilerin aksine bu sürecin hâkim sınıf açısından başarısızlıkla sonuçlanacağını, gelişmelerin devrimci partiye duyulan ihtiyacı yakıcılaştıracağını öngördüler.

Devletin etkinleşmesi mafyayı sahadan çıkardı, Erbakan’ın ekibini oluşturan Gül, Erdoğan ve Arınç’a eski gömleklerini çıkarttırdı, PKK silahlı faaliyetini Türkiye dışına çekti ve seçim sisteminin azizliği ile Türkiye’de bir anlamda iki partili bir seçim sistemi oluştu. Gelgelelim reform süreci 12 Eylül rejiminin sahipleri açısından umulanın tam tersi sonuçları verdi.

Reform adımları aslında iki nedenden ötürü bir rejim krizinin yolunu döşüyordu. Birincisi Amerikan emperyalizminin güç kaybına paralel olarak ABD ve Fransa arasındaki rekabet büyüdü, dolayısıyla onların Türkiye’deki ittifakını oluşturan OYAK-TÜSİAD ittifakı da bozuldu. Bu sefer ABD ve uzantıları reform sürecini AKP ve Gülenciler aracılığıyla Silahlı Kuvvetleri devre dışına çıkararak sürdürdüler. Balyoz ve Ergenekon soruşturmaları, Silivri mahkemeleri bu sürecin temel araçları oldu. Gelgelelim silahlı kuvvetlerin ve denetimindeki sivil bürokrasisinin devre dışı kalması bir ayrıntı değildi. Zira 12 Eylül rejimi tüm kontrol mekanizmalarının TSK ve ondan icazet alan Cumhurbaşkanı’nın elinde merkezileştirilmesine dayanıyordı. Silahlı Kuvvetler sahadan çıkarılması rejimin temel direğinin ortadan kalkması anlamına geliyordu.

Kürdistan konusunda devletin Türkiye sınırları içinde askeri etkinliğinin gerilla mücadelesini bir seçenek olmaktan çıkartacak ölçüde artması, bölgede tasarladığı hâkimiyeti kurması anlamına gelmiyordu. Zira Irak savaşı ertesinde Güney Kürdistan’daki, Suriye ayaklanması nedeniyle Güney Batı Kürdistan Türkiye içindeki devrimci dinamikleri kışkırtan odaklara dönüştü, Türk devleti diğer gerici bölge devletleriyle anlaşarak PKK’yi tasfiye edemedi. PKK’nin DTP-BDP eliyle Türkiyelileşmeye ve yerel yönetimlere ağırlık vermesi ise daha şehirli ve daha proleter bir Kürt dinamiğinin oluşmasına kent tabanlı ayaklanmaların bir gerçeklik haline gelmesine yol açtı. Üstelik bu dinamikTürkiye emekçilerini de etkisi altına alarak, Türkiye tarihinin en büyük emekçi partisi olan HDP’nin oluşmasına ve militan bir kitle tabanına sahip olan HDP’nin Türkiye siyasetindeki parlamentoyu kilitleyecek ve  tüm seçim denklemlerini değiştirecek bir güç haline geldi.

12 Eylül rejiminin krizi bu süreç içinde başlayıp derinleşti. Görünürde ortada giderek hâkimiyetini artan, bir anlamda tek partiyle saltanat süren, devlet içinde dilediği gibi kadrolaşan, astığı astık kestiği kestik bir Erdoğan vardı. Hâkim ideolojinin etkisindekiler bu görüntüye bakıp tek adam rejiminden, saray rejiminden, konsolide olan faşizmden yahut faşist şeflik sistemi adlandırmalarıyla yeni kurulduğunu iddia ettikleri bu rejime isim babası olmaya soyundular. Aslında gelişmeler tam tersi yöndeydi.  Erdoğan’ın ve partisinin öne çıkması Erdoğan’ın kendi gücünden değil bürokrasinin bir savaş alanına dönüşmesindendi, seçimleri kazanması sahip olduğu kitle desteğinden çok muhalefetin hem Rojava Devrimi hem de militan tabanı nedeniyle HDP ile ittifak kuramamasından kaynaklanıyordu. Böylelikle Erdoğan sürekli zayıflasa ve itibar kaybetse de onu askeri ve ya sivil bir darbe yoluyla devirme, yahut geniş bir seçim ittifakı yoluyla indirme yolları da birer birer tıkanıyordu.

Devletin aygıtının merkezileşip etkinleşmesi bağımsız bir mafya örgütlenmesinin imkanlarını ortadan kaldırdı

28 Şubat sonrasındaki AB yolundaki reformlar devleti daha etkin hale getirdiği doğrudur. 28 Şubat sonrasındaki reformlarla birlikte devlet her alanda daha etkin bir denetim kurdu, devletten bağımsız tarikat, vergilendirilmemiş sektör kalmadı, milyarlarca dolarlık yatırımlarla Türk ordusunun operasyonal kabiliyeti öncesine kıyasla arttı. Erdoğan’ın ayakta kalabilmek için attığı adımlar, özellikle son anayasa değişikliği ile birlikte, devlet idaresini 12 Eylülcülerin hayalini kuramayacağı denli merkezileştirdi.

Devletin idari kapasitesinin hızla artması Susurluktan bu yana, devletten bağımsız hareket edebilecek mafya örgütlenmelerini ortadan kaldırdı. Tam da bu nedenle Peker’in ifşaatlarını devlete sızmış mafyanın faaliyetleri olarak yorumlamak yanıltıcı olur. Tersi doğrudur, Peker mafya olmaktan vazgeçtiği oranda devlet içinde kendisine yer bulmuştur. Peker’in videoları da bu tespiti doğrular. Sözümona Mafya reisi olan Peker’in sorunlarını mafya raconuna göre çözmeye çalışmak yerine  bu raconun temel prensiplerini çiğneyerek kendisiyle görüşen, konuşan kişilerin konuşmalarını gizlice kayıt altına alarak onları gammazlamıştır. Anlaşamadığı hükümet üyelerinin “oluk oluk kanlarını akıtma”k yerine bir araştırma gazeteci edasına bürünerek “bir kamera bir tripodla” hükümete savaş açmış, kitleleri oylarıyla hükümeti değiştirmeye çağırmıştır. Sadece bu durum bile Peker’in durumunun bir mafya lideri olarak değerlendirilmemesi gerektiğini anlatır. Besbelli ki Peker devletten özerk, kendi bağımsız gücüne yaslanan bir yapının parçası olmamıştır. Bu anlamda devlet içinde yuvalanarak avanta kampaya çalışan eski ve yeni AKP’li ekiplerden farklı bir niteliği yoktur.

Üstelik Peker sadece bu durumun bir örneğidir. Peker’in video çekmesiyle, Çakıcı’nın Erdoğan’a ve Kılıçdaroğlu’na mektup yazması arasında bir fark yoktur.  Bugün Türkiye’de devletten bağımsız, hükümete açıktan meydan okuyabilecek, yahut devletin işbirliği yapacağı bir mafya ve çete örgütlenmesi mevcut değildir. Benzer şekilde, rakipsiz görünümlerine karşın, burjuva partilerinin devlet kanalları dışında bir örgütlenmeleri yoktur. Erdoğan’ın iktidarı almak için milisleri silahlandırdığı bir hezeyandan ibarettir. Erdoğan ciddiye alınır bir sokak hareketi yaratmaktan dahi uzaktır. Erdoğan’ı teslim almış MHP’nin durumu daha iyi değildir. Solda emekçilere ve ezilenlere yönelik her saldırıyı “faşist saldırı” saptamasıyla karşılamak yaygın bir alışkanlık olsa da aslında MHP’nin de bir sokak hareketi örmeye mecali yoktur. Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıyı Erdoğan, MHP’ye, MHP de kendi dışındaki bir kesime havale etmiştir. MHP’lilerin organize olarak gerçekleştirebildikleri yegane saldırılar İyi Partililere yönelik tek tük saldırılardır. HDP’ye yapılan saldırıyı ilk kınayan odağın MHP olması, MHP’nin de HDP’yle hukuk yoluyla mücadeleyi tercih ettiğinin göstergesidir.

İçsavaşta Erdoğan’ın Devlet Kurumları Dışında Dayanağı Yok

İçinden geçtiğimiz dönemin özgünlüğü hükümetin muhalefete karşı yürüttüğü içsavaşı, şu ya da bu sokak gücüne yahut gizli yapıya dayanmadan, tamamen devlet bürokrasisiyle, ordu, polis ve güdümlü mahkemelerle yürütmek zorunda kalmasıdır. Görünürde büyük bir hâkimiyetin ifadesi olan bu durum, aslında Erdoğan’ın en zayıf noktasına işaret etmektedir. Sedat Peker ve sözünü ettiği kesimden mafya diye söz etmek, Erdoğan’ın bu zaafını perdeler.

Son yirmi yılda devletin şeklen kendi dışındaki tüm örgütleri kendine tabi hâle getirmesi Türkiye’de nihayet burjuvazinin istediği anlamda bir kamu otoritesinin sağlandığı anlamına gelmedi. Tam tersine devletin artan bu idari gücü Erdoğan’ın elindeki gücün kaynağının bir kitle partisi olan AKP olması nedeniyle devletin daha da parçalanmasına yol açtı. Herşeyden önce, özellikle Gülencileri tasfiye ettikten sonra Erdoğan’ın elinde devlet faaliyetini yürütecek kadro kalmamıştır. Bu durum özellikle içsavaşın Kürdistan coğrafyasındaki kısmı için geçerlidir. PÖH’ler, JÖH’ler tümüyle devlet denetimindedir ama bu kesimlerin savaştırılması ancak MHP’li kadrolarla mümkündür. Benzer bir durum emniyet teşkilatı için de geçerlidir.

İkincisi, Erdoğan bir kitle partisine yaslanarak devlet kademesindeki basamakları tırmandığı için bir darbe örgütleyecek kadrolara sahip değildir. Bu nedenle hükümette kalması her zaman için seçimleri kazanmasına bağlıdır. Seçimleri kazanmak için de yine başta MHP’den muhtelif tarikatlara uzanan geniş bir kesimle koalisyon yapmak, tüm bu kesimlere sundukları destek karşılığında bürokraside kadro dağıtmak zorundadır.

Peker gibileri de bağımsız bir mafya örgütünün lideri değil bu kadrolarla ilişkili, AKP içindeki asalak komisyoncu unsurlardan biridir. Gücünün, reisi olduğu iddia edilen örgütün şiddet kapasitesinden gelmediği kendi beyanlarından dahi anlaşılmaktadır. En büyük marifeti bir milletvekilini dövdürmektir. AKP’lilerin gazete baskını yapacak bir kitleyi bile harekete geçiremiyor olması bu partinin sokak hareketi yaratmaktaki aczini göstermektedir göstermesine ama başyazarı Çetin Emeç öldürüldüğünde el değiştirmeyen Hürriyet’in, Aydın Doğan tarafından satılmasının sebebini bir iki camının kırılması olduğunu düşünmek ancak kapitalist zihniyet hakkında hiçbir şey bilmemekle mümkündür. Parasını canından çok seven Doğan, AKP gençlik kollarının arkasına gizlenmiş Peker’in adamlarından değil hükümetten korkmuştur. Hükümetin kendisine kapsamlı bir malî operasyon başlatacağını anladığı için gazeteyi devretmiştir. Benzer şekilde Peker’in “oluk oluk kanlarını dökeceğiz” hamasetine her fırsatta faşizmin yükseldiğini hisseden, endişeli sol liberaller dışında inanan çıkmamıştır. Nitekim rakip mafya olduğu söylenen Çakıcı da Peker’le doksanlarda Tevfik Ağansoy’la ya da Uğur Kılıç’la hesaplaştığı gibi hesaplaşamamıştır. Tıpkı Peker gibi hükümet içindeki ilişkilerine yaslanarak, Erdoğan’la zaten arası açılmış Peker’i tutuklatmak istemiştir.

Peker Videolarını Susurluk Kazasından Farklı Bir Siyasi İklimde Yayımlıyor

Susurluk, rejimin kurucularının rejimi rayına oturtmak için gerici reformlara hazırlandıkları sırada gerçekleşirken Peker’in videoları rejim krizinin ürünlerinden ve ifadelerinden biridir. Susurluk’ta devlet otoritesinden bağımsız hareket edebilen bir dizi mafya ve çete örgütlenmesi vardı. Peker videolarını yüklediği dönemde ne Peker ne Çakıcı ne de bunların iplerini elinde tuttuğu söylenen MHP, devlet aracılığına başvurmadan bağımsız bir faaliyet yürütecek durumdadırlar. Susurluk kazasında Türk devleti emperyalistlerin ve onların uzantısı olan sermaye gruplarının hâkimiyetindeydi. Bugün ne ABD yahut Fransız emperyalizminin ne de TÜSİAD yahut OYAK’ın böyle bir gücü vardır. Susurluk döneminde politikalarını hayata geçiremese de bütünlüğü olan bir devlet vardı. Bugün böyle bir devlet ortadan kalkmış, bugün idari olarak denetim kapasitesi artmış ama siyasi olarak yamalı bohçaya döndüğü için felç olmuş, kararlı biçimde hareket edemeyen bir devlet aygıtı söz konusudur.

Susurluk’taki kaza bir tesadüfün eseriydi ve kamuoyunun gündeminde olmayan konuları birden bire gündeme sokmuştu. Bu anlamıyla sahici bir skandaldı. Peker’in ifşaatları bir skandaldan ziyade bürokrasi içindeki kaset ve iddianame savaşlarıyla çoktan başlamış bir sürecin parçası. Rejim krizi nedeniyle devletin içindeki çatışmalar çoktandır su yüzünde: Balyoz, Ergenekon iddianameleri, 17-25 Aralık operasyonları, Erdoğan’ın ses kayıtları, Erdoğan cephesinden yükseltilen kumpas yanıtları, Gülen cemaatine ve ABD ile bağlantısına dair deşifrasyonlar hep aynı kriz sürecin parçaları. Hepsi farklı cephelerden farklı amaçla yapılmış hamlelerdi ama hepsinin ortak sonucu mahkemelerden hükümetlere rejimin temel mekanizmalarının daha da yıpranması, devlet içindeki çatışmanın alenen yürütülmesi oldu. Bu bakımdan Peker’in ifşaatları yeni ve sarsıcı bir skandaldan çok, çoktandır başlamış Erdoğan karşıtı kampanyanın bir parçası olarak görülmelidir.

Bununla birlikte Susurluk skandalı sırasında bütünlüklü bir devlet aygıtı olduğu için soruşturmalar hem skandalın boyutlanmadan örtülmesini sağladı hem de “temiz toplum” sloganıyla soldan da destek alarak TÜSİAD-TSK’nın rakiplerini hizaya çekmesini mümkün kıldı. Hâlbuki Peker’in ifşaatları Erdoğan’ı, kurtulmak istediği Soylu ve MHP’ye daha da bağlamaktadır. Zira Peker şimdilik Soylu’yu diline dolamış olsa da “pislik zincirinin en alttaki halkasıyım” derken bu zincirin en üstündeki isim olarak Soylu’yu kast etmediği besbellidir. Peker’in sözünü ettiği olaylar Binali Yıldırım’dan İsmet Demir’e Erdoğan’ın çevresindeki tüm kesimleri hedef tahtasına oturtmaktadır. Baykal’a yönelik hücumu da asıl olarak Erdoğan’a karşı olarak anlaşılmalıdır.

Hükümet karşıtı cenahtan videoları temizlik amacıyla kullanma hamlesi gelse gelse, bu sefer tümüyle Türkiye dışından, Obama-Trump parantezini kapatmış ABD’den gelebilir. Nitekim Erdoğan’ı sıkıştırmak için telefonu tam 23 Nisan’da çaldıran Biden’ın, Erdoğan’a karşı tutumunu değiştirmeyeceği NATO zirvesinde bir kez daha belli olmuştur. ABD ile yakınlaşmak için Afganistan’a asker yollamak dâhil kırk takla atan Erdoğan Biden ile olan görüşmesinde “Hamdolsun o konular hiç açılmadı” ile yetinmek zorunda kalmıştır. Halkbank davasının fitilinin yeniden ateşlenmesi bir yana, Peker’in videolarının içeriği de uluslararası uyuşturucu ticareti, IŞİD’e silah temin edilmesi gibi ileride Erdoğan’a karşı açılacak uluslararası bir mahkemeye malzeme sunacak tanıklıklarla doludur. Sezgin Baran Korkmaz’ın ABD girişimiyle yakalanması, Erdoğan’a yönelik Amerikan kuşatmasının, gerileyen ABD Erdoğan’dan kurtulmaya yönelik nihai bir adım atamayacak olsa bile, daha da artacağına işaret eder.

Bununla birlikte ifşaatların Türkiye’deki Amerikancı muhalefet tarafından da bir temizlik operasyonu amacıyla kullanılması mümkün değildir. Zira çok daha çarpıcı hırsızlık iddiaları Gülencilerin devlette aktif olduğu 17-25 Aralık döneminde hükümeti yerinden etmek için kullanılamadı. Bugün Amerikancı muhalefetin böyle bir operasyonal kapasitesi mevcut değildir. Yüzde elli biri bulmak için sokak hareketinin önünün kesilmesi gerektiğinde buluşan Millet İttifakı’nın bu dönemde Susurluk zamanındaki mitingleri dahi teşvik etmeyeceği açıktır. Zaten Peker de takipçilerine sokağa çıkmamayı, provokasyonlara gelmemeyi telkin etmekte, onları “asıl patron sizsiniz” diyerek oylarıyla hesap sormaya çağırmaktadır. Dolayısıyla bu videolar olsa olsa erken seçim talebini yükseltmek için ve bu seçimde Erdoğan seçmeninin oylarını Babacan ve Davutoğlu’nun partilerine yönlendirmek amacıyla kullanılabilir. Nitekim CHP’nin benimsediği çizgiden anlaşıldığı üzere tam da öyle kullanılmaktadır.

Rejim Krizi ve Seçimler

Bu nedenle Peker’in videolarını Türkiye hakkındaki siyasi gerçeklerin bir parçası olarak anlamlandırmak isteyenler muhayyel bir mafya-devleti, kontrgerilla cumhuriyeti heyulası hakkında değil 12 Eylül rejiminin krizi ve onun ayırt edici yönleri hakkında konuşmalıdırlar.

İçinden geçtiğimiz burjuva siyasetini dönem dönem işlemez kılan ve elbette devrimci fırsatlar da doğuran siyasi krizlerden biri değildir, bir rejim krizidir. Başka bir deyişle ya sivil yahut askeri bir darbeyle ya da devrimle çözülebilecek bir bunalıma işaret eder. 2010 anayasa referandumundan beri yaşadıklarımızın da gösterdiği gibi seçimler yoluyla ne yeni bir anayasa imal etmek ne de Erdoğan’ı hükümetten aşağı indirmek mümkündür. Buna karşılık içinden geçtiğimiz dönemi özgün kılan noktalardan birincisi, seçimler bir çözüm olmadığı hâlde burjuva siyaseti içindeki tüm aktörlerin seçimlere bel bağlamasıdır. Sivil ve askeri bürokrasi içindeki Erdoğan muhalifleri 2023 seçimlerini beklemektedir. CHP erken seçim çağrısı yapmakta, Sedat Peker “40 yaş altındakilerin oylarıyla her şeyi değiştirebileceğini” döne döne tekrarlamaktadır. Buna karşılık hükümet cephesinde de durum daha parlak değildir. Erdoğan’ın kendi darbesini yapması için CHP’yi kapattırması gereklidir ama o daha HDP davasında Anayasa Mahkemesi engeline takılmaktadır. Parlamento koltuklarıyla en az ilgilenen MHP dahi seçim telaşıyla kendini seçim yasası değişiklik taslaklarına vermiştir. Erdoğan’ın son bir buçuk senedir attığı tüm taklalar, sokağa çıkma yasağı sırasında Soylu’yu istifaya zorlamak için attığı adımlar, Peker’in ifşaatlarından sonra hemen Soylu’ya sahip çıkmayışı, demokratik anayasa adımları, Saadet Partisi’ni bölme girişimleri, aslında 2023 seçimlerini kazanabilmek için Cumhur-İttifakı’ndan kurtulmak, en azından MHP’nin bu ittifaktaki belirleyiciliğini geriletmek yönündedir.

Seçimlerin, geçelim rejim krizini, Erdoğan sorununu dahi çözmeyeceği ayan beyan ortada olsa da tüm aktörlerin ancak seçimlerden medet umması, içinden geçtiğimiz krizin ayırt edici ve düzen güçlerinin açmazını büyüten birinci yönüdür. Karşımızda erken seçim talebini yükseltmek dışında bir girişimi olmayan bir muhalefet ve hâlihazırda başarı şansının olmadığını bildiği için seçimleri mümkün olan en geç tarihte yapmaya kararlı bir hükümet vardır. Yoksulluğun, işsizliğin arttığı, Korona’nın şokunun henüz geçmediği, hükümetle ilgili kesimlerin rezaletlerinin ortalığa saçıldığı koşullar altında hükümetin seçimlere gitmesi için aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekir. Tam da bu nedenle hükümetin baskın seçimlere hazırlandığı yönündeki saptamalar bir siyasi analizi değil Amerikancı muhalefetin gönlünden geçenleri yansıtmaktadır.

Erdoğan 7 Haziran 2015 seçimlerini tekrarlatabilmek için MHP ile ittifak yapmıştı. Tüm muhalif güçlere karşı içsavaşın başlatılması bu ittifakın hem nedeni hem de koşuluydu. Suruç katliamı içsavaşın işaret fişeğiydi. Kürdistan’daki katliamlar ve 10 Ekim saldırısı ile ilerleyen içsavaş, 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin batısında kapsamlı bir tutuklama dalgasıyla devam etti. Ancak, Erdoğan’ın partisi içsavaşyürütmeye uygun bir parti değildi, tabanı içsavaşta seferber olmaya razı değildi. Müttefiki MHP’nin de devletten bağımsız hareket etme kapasitesi yoktu. Böylelikle Erdoğan içsavaşı sadece, esas olarak MHP’lilerin kadrolaştığı, devlet kurumları aracılığıyla yürütmek zorunda kaldı. Rejim krizinin devletin siyasi bütünlüğünü ortadan kaldırdığı koşullarda Erdoğan kısa zamanda içsavaş politikasının sınırlarına ulaştı. Bu sınırları aşmak için Güneybatı Kürdistan’a yönelik bir işgal hamlesine başlamış olsa da bu girişiminde de duvara tosladı. MHP’den kurtulma girişimleri tam da bu noktada başladı. Gelgelelim MHP’den kurtulmak, MHP’yle ittifak yapmak kadar kolay değildir. Hem hükümetin MHP’den vazgeçtiği durumda yan yana gelebileceği bir başka odak yoktur hem de hiçbir siyasi sorumluluk almadan devlet içinde kadrolaşan MHP hükümetin elini kolunu bağlamıştır. Hükümetin seçimleri kazanmak için ya içsavaşı derinleştirmesi ya da bir alicengiz oyunuyla içsavaş politikalarını terk etmesi gereklidir. Erdoğan iki yöne de ilerleyememektedir. Erdoğan’ın derinleştiremediği bir içsavaş kapanından çıkamaması içinden geçtiğimiz rejim krizinin ikinci yönüdür. Bu sıkışmışlığın kendisi Erdoğan’a karşı devrimci bir mücadeleyi büyütmek isteyenlerin lehine işleyen bir faktördür.

Bu durum aynı zamanda hükümetin tıpkı 1 Kasım öncesindeki gibi hareket ettiğini savunan analizlerin isabetsizliğine işaret eder. Karşımızda tam tersi bir nesnellik vardır. O zaman seçimden kaçıp bir koalisyon hükümeti kurmaya çalışan muhalefet ve hükümet koltuğunu korumak için seçimleri dayatan bir hükümet vardı. Bugün hükümet seçimden kaçmakta muhalefet erken seçim için bastırmaktadır. 2015’te Erdoğan MHP’yle ittifak yapmanın yolunu ararken bugün MHP’den kurtulmak için fırsat kollamaktadır. O zaman içsavaşı başlatan Erdoğan bugün içsavaşı bitirmenin yolunu aramakta ama bulamamaktadır.

HDP’nin Kilit Rolü

Bugünkü siyasi krizin ayırt edici yönlerinden bir diğeri HDP’nin kilit rolüne ilişkindir. Hükümetin bir sokak hareketi yaratamadığı, Amerikancı muhalefetin bir sokak hareketinden ölesiye korktuğu koşullarda tüm düzen güçleri seçimlerden medet ummaktadır ummasına, ama sadece hükümet partileri değil 12 Eylül’ün ürünü olan tüm muhalefet partileri de zayıflamaktadır. Tüm parlatmalara karşın Akşener’in İyi Partisi, Babacan’ın Deva Partisi siyaset sahnesinde zamanında AKP’nin yaptığı gibi bir boşluğu dolduramamaktadır. Buna karşılık tabanı emekçilerin en politik ve militan kesimlerinden oluşan HDP kurulduğundan beri tabanını genişleterek güçlenmiş, tüm baskılara karşın seçim aritmetiğindeki kilit rolünü yitirmemiştir. Tüm düzen partileri gerilerken HDP gücünü bir gram yitirmemiştir. Amerikancı muhalefet HDP’ye mecburdur.

Ancak nasıl Erdoğan MHP’den vazgeçemiyorsa, Amerikancı muhalefet de HDP’yle yan yana gelememektedir. Bu durumun sebebi HDP’nin Amerikancı muhalefetin bir parçası olmaktan uzak durması değildir. Mithat Sancar’ın “Millet İttifakı’na girme talebimiz yok. Parlamento seçimlerinde bir ittifak arayışımız yok” demagojisi kimseyi yanıltmamalıdır. Millet İttifakı parlamento seçimleri için değil Cumhurbaşkanlığı seçimleri için kurulmuş bir ittifaktır. Zaten aynı Sancar sürekli olarak “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetle diyaloga hazırız” diyerek bu konudaki hevesini ifade etmektedir. Sancar’ın, Peker’in videolarının hemen ardından, “2007 yılında yapılan Dolmabahçe görüşmesi ile AKP Gladyo’ya teslim oldu” teranesini bir kez daha piyasaya sürmesinin amacı sadece AKP’nin ilk beş yılını hayırla yad etmek değil, AKP’nin başlangıçtaki misyonunu sürdürmeye talip, Millet İttifakı’nın müstakbel bileşeni Ali Babacan’a destek vermektir.

HDP içinde Millet İttifakı’nı destekleme yanlısı ve karşıtı iki çizgi bulunduğu iddiası, HDP içinde “hegemonya savaşı” verdiğini iddia eden tasfiyecilerin hüsnü kuruntusudur. Demirtaş’ın “üçüncü cephe” önerisi de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunda kendi adayını gösteriyormuş gibi yapıp ikinci turda Erdoğan’ın karşısındaki adayı destekleme kurnazlığının “demokrasi ittifakı” ambalajıyla sunulmasından başka bir şey değildir. Esas olarak da HDP ile hiçbir koşulda yan yana gelmeyeceğini söyleyen Akşener’i rahatlatma formülüdür. Nitekim Akşener de Demirtaş’ın önerisini isabetli bulduğunu açıklamıştır.

HDP’nin Millet İttifakı’nda yer almamasının asıl nedeni Amerikancı muhalefetin HDP’nin tabanının hareketlenmesinden duyduğu korkudur. Burjuva siyasetini işçi sınıfına taşıyan HDP elbette kendi tabanı içerisinde parlamentarist gözbağları yaratmaktadır. Yoksulluk, yolsuzluk, artan saldırılar karşısında kayda değer bir kitle eylemi olmaması da esas olarak HDP’nin yaydığı yanılsamaların sonucudur. Gelgelelim hem HDP tabanının Türkiye kadar Kürdistan dinamiklerinden etkilenmesi hem de HDP’nin gevşek örgütsel yapısı tasfiyeci parti yönetiminin emekçilerin en politik ve militan kesimini oluşturan tabanı üzerinde kuvvetli bir denetim kurmasını mümkün kılmamaktadır. HDP’nin tabanından duyulan bu korku nedeniyle Amerikancı muhalefet geçelim HDP’ye iki bakanlık vermek, aynı karede görünmekten bile endişe duymaktadır.

Hükümetin tüm gayretlerine karşın HDP’nin zayıflayıp güçlenmesi, HDP’nin önümüzdeki seçimlerin kilit partisi olması, Amerikancı muhalefetin HDP’ye mecbur ama HDP’yle yan yana gelemez olması bugünkü krizin üçüncü yönüdür. Bu durumun kendisi HDP’yi içsavaşın iki yönlü hedefi yapmaktadır. Cumhur İttifakı devletin kanallarını kullanarak, HDP’yi resmen terörist ilan etmeye ve Millet İttifakı’nı HDP karşısında tutum almaya zorlamaya, böylelikle HDP ile Millet İttifakı’nın arasını açmaya çalışmaktadır.

İçsavaştan Kaçanlar İçsavaşın Kurbanı Olurlar

Millet İttifakı’nın bu oyunu bozması için HDP’nin 2019 belediye seçimlerindeki görünmez seçmen değil, görünür bir kurban olması gereklidir. Başka bir deyişle HDP’liler “hukuk dışı” yollardan darp edilip, katledildiği oranda, HDP’nin kapatılmasına ses çıkarmayan, hatta “kapatılsın” diyen Millet İttifakı bileşenleri “insan haklarına inançları” gereği HDP’nin yanında yer alabilir, HDP ile diyalog kanalları kurabilir. Deniz Poyraz’ın katledilmesini ilk kınayanın Devlet Bahçeli olması bu bakımdan tesadüf değildir. Zira bu saldırı HDP’yi zaten Anayasa Mahkemesi ile kıskaca almış Cumhur İttifakı’nın planlarını zora sokmaktadır. Başka bir deyişle HDP ile Millet İttifakı bileşenlerinin diyalog içine girebilmesi için HDP’lilerin daha yaygın katledilmeleri gerekmektedir. O hâlde HDP hem onu Millet İttifakı’ndan uzak tutmak isteyen Cumhur İttifakı’nın hem de Millet İttifakı’nın kendisiyle bir kurban olarak ilişkilenmesini isteyen güçlerin saldırılarına maruz kalacaktır.

HDP eş başkanlarının “İktidar bize saldırarak bir kaos planını devreye sokmak istiyor. Biz bu provokasyona gelmeyeceğiz.” açıklamaları, HDP’nin önümüzdeki dönemde bu mağdur rolünden çıkmaya niyetli olmadığını, Peker’in izlenmesini tavsiye ettiği eylemsizlik çizgisini izlemeye kararlı olduğunu göstermektedir. Nitekim, Sancar’ın HDP’nin önünde onlarca polisin nöbet tuttuğunu söyleyerek, devletin HDP’yi saldırganlara karşı korumadığını söylemesi HDP’nin bu saldırıların durdurulması için benimseyeceği mücadele yönteminin devleti “HDP’yi saldırganlara karşı korumadığı” için teşhir etmeye devam etmek olacağını göstermektedir.

Sancar’ın açıklamaları her türlü devrimci eylemi karşısına alan, programı “devleti demokratikleştirmek” olan bu reformist işçi partisinin genel çizgisiyle uyumludur. Böyle bir parti programı ve örgütlenme anlayışı gereği elbette Erdoğan’dan bir kitlesel seferberlikle değil devletin mekanizmaları aracılığıyla kurtulmayı hedefleyecektir. Bu stratejisinin gereği olarak da elbette cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda Millet İttifakı’yla ele ele verecektir. Bu seçim ittifakının bir gereği olarak, bir iki göstermelik eylem çağrısı ve sembolik eylem dışında “kaos ve provokasyon planlarını bozmak” için bir mücadele yöntemi olarak sükûneti benimseyecektir. Komünist Enternasyonal’in devrimci çizgisini referans kabul edenler açısından şaşırtıcı bir durum yoktur.

HDP İçinde Rehin Kalmış Reformistler

Şaşıranlar, pusulasızlığı marifet sayanlardır. Başta HDP sürecinin “fikir babaları” olan Kuruçeşme sürecinin müflis tasfiyecileri gelmektedirler. Onlar devrimci örgütlerinin kapılarına kilit vurdukları dönemlerde içsavaşbenzeri bir dönemle bir daha karşılaşacaklarını akıllarına getirmiyorlardı. Burjuvazinin 90’lardaki demokratikleşme yalanına burjuva partilerinden çok inanmışlardı. Bir halk muhalefeti yaratarak, burjuvaziyi reform yapmaya zorlayarak devleti demokratikleştirmenin mümkün olduğunu savunuyorlardı. Beklentilerinin tam tersi gerçekleşmiştir. Bir içsavaşın ortasında tümüyle devletin saldırılarına açık bir şekilde yakalanmışlardır. Onlar burjuvaziyi reform yapmaya zorlayacaklarına, burjuvazi onları kendi seçim koalisyonun parçası olmaya, saldırıları sineye çekmeye ve eylemsizliğe mecbur bırakmaktadır.

Şaşıranlar “lafa değil eyleme bakan”, “HDP’nin söyledikleriyle değil onun eylemiyle ilgilenen”, HDP’nin “anti-faşist bir cephe olma ihtimali”ni taşıdığı bahanesine sığınarak bu tasfiyeci partiye katılanlardır. HDP’yi ve reformizmini teşhir etmek, HDP’nin tabanını legalist tasfiyeci boyunduruktan kurtarmak yerine HDP’yle “yapıcı” bir ilişki kurarak onu “dostça eleştirilerle” devrimcileştirmeyi amaçlayarak HDP’yi devrimci mücadele çizgisine çekmeyi amaçlayanlardır. Zira onlar bugüne dek bir programın devrimci ya da reformist olmasının, bir örgütlenmenin yasal ya da yasadışı olmasının ayrıntı olduğunu savunmuşlar, sözüm ona “şekilcilik yapmadan”, HDP’deki devrimci potansiyelin altını çizmişler, mücadele keskinleştiği zaman devrimci siyasetin önünde set olan oportünistlerin savrulup gideceğine, HDP içindeki “hegemonya savaşını” kazanacaklarına inanmışlardı . Hâlbuki mücadele keskinleşirken süreç tam tersi şekilde ilerlemiştir. HDP büyük bir kararlılıkla Millet İttifakı’nın çizdiği rotaya yerleşirken, reformist bir programın ve tasfiyeci örgütsel bürokrasinin hiç de ayrıntı olmadığı, üstelik devrimci iddialarla kendisine müdahale etmeye gelen tüm yapıları, kendisine sıkıca bağladığı açığa çıkmıştır. Bu bağ öylesine kuvvetlidir ki HDP Millet İttifakı’nın kendisine uygun gördüğü konuma kendisini zincirlerken bu akımlardan hiçbiri HDP ile olan örgütsel bağlarını kesememektedirler. Bu akımlar reformistleri HDP’nin dışına atmak şöyle dursun örgütsel olarak HDP içinde rehin kalmış, siyasi olarak HDP’nin dışına atılmışlardır. Bu akımlar eylem yapmak istedikleri zaman tasfiyeciler, “HDP’nin içinde bulunduğu hassas durumu” gerekçe göstererek nazikçe onları kendi kimlikleriyle yahut alternatif platformlar oluşturarak eylemler örgütlemeye davet etmektedir. Böylelikle ortaya bugünkü işbölümü çıkmaktadır. HDP ana gövdesiyle kendi tabanının önünü kesip onu Millet İttifakı’na mahkûm ederken, bağımsız devrimci sosyalist iddialara sahip olduğunu savunanlar da kendi yağlarında kavrulan eylemler düzenlemektedir. HDP yönetimi de bu eylemlerde sembolik bir biçimde boy göstererek HDP’nin “bir mücadele partisi olduğu” tekerlemesine inandırıcılık katmaya çalışmaktadırlar.

Eylemsizlik Eleştirileri Havadadır

Peker’in videolarının da bir parçası olduğu rejim krizi derinleşirken, içsavaştan kaçan HDP, içsavaşın hedef tahtasına otururken, soldaki genelgeçer “eylem çağrıları”, “düzene yedeklenmeyelim” vurguları bu işbölümü çerçevesinde anlam kazanır. HDP’nin sembolik bir biçimde katıldığı bugünkü eylemler düzene karşı bir şeyler yapmaktan çok bir şey yapıyormuş gibi görünme çabasının ürünüdür. Bu eylemler HDP’nin tabanının kendini ifade edeceği bir kanal yaratmamaktadır. Zira HDP tabanının eylemsizliği esasında bir erken seçim hesabına dayalı bir taktiğin en görünür kısmıdır sadece. Millet İttifakı’yla ikinci turda buluşmayı hedefleyen bu taktiği açıktan reddetmeyen herhangi bir eylem çağrısının inandırıcılığı olamaz. Bu tutum da, tüm devrimci edalarına karşın, HDP’nin içindeki ya da çevresindeki akımların harcı değildir. Zira kendileri 2019 seçimlerinde ya açıktan İmamoğluculuk yapmışlar ya da “Kürt halkının iradesine saygı” gereği HDP’nin belediye seçimlerindeki tutumu sineye çekmişlerdir. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turundaki göstermelik muhalif tutumlarının ardından ikinci turda aynı çizgiyi izleyeceklerine şüphe yoktur. Tam da bu nedenle lafazan akımlar, Peker’in ifşaatlarının yahut HDP’ye yönelik saldırıların seçimlerle olan yakından bağı üzerinde durmayıp uyduruk mafya/çete düzeni tanımlarıyla bezeli genelgeçer eylem ve mücadele şiarlarına sığınmaktadırlar.

Devrim Avazeleriyle Devrimci Parti İhtiyacını Perdeleyenler

2019 yerel seçimlerinde ve sonrasındaki işgal operasyonlarında, geçtiğimiz seneki salgında KöZ’ün arkasında duran komünistler üstüne basa basa “Tek Yol Devrim!” şiarını öne çıkardılar. Tüm bu süreçte “faşizmi sandıkta yenmek”, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duymak”, “emekçilerin lehine sağlık önlemleri almak”tan söz edenler Peker’in bir seçim hesabının parçası olarak anlam kazanan videolarından sonra birdenbire “Bu pisliği devrim temizler!” demeyi akıl ettiler. Bu kuşkusuz sevindirici bir durum değil. Düne kadar reformizmin kıskacında olan akımların birden bire devrimci görevlerin farkına varıp buna hazırlandığı anlamına gelmiyor. Düzen cephesinde gerek hükümet gerekse muhalefet cephesinde safları netleştirmek için basınç uygularken, HDP Deniz Poyraz’ın katledilmesinin yarattığı koşullardan faydalanıp Millet İttifakı ile olan ilişkilerini geliştirirken “Bu Pisliği Devrim Temizler!” diyenler asıl olarak HDP karşısındaki tutumsuzluklarının, Erdoğan’dan kurtulmak için HDP ile aynı taktik çizgide buluştuklarının üzerini örtmek için bu sloganın arkasına saklanmaktadırlar.

Bu pisliği devrimin temizleyeceğine şüphe yok. Ancak bugün önemli olan devrimci partisiz bir devrimin mümkün olmayacağının altını kalınca çizmektir. Devrime önderlik edecek devrimci özne nerededir? Legal partiler mi devrime önderlik edecek, HDP içindeki imkanlara tüneyenler mi? Siyaseti dernekler, federasyonlar türü gevşek dernek örgütlenmeleri aracılığıyla yürüten akımlar mı yoksa? Örgütsel kimliklerini ancak Rojava’da kullanan komünist, leninist partilerin Türkiye’de bir devrime önderlik etme ihtimali var mıdır?

Bu pisliği devrimin temizleyeceğine şüphe yok. Devletin hâkim sınıfın baskı aygıtı olduğu gerçeğini unutup “mafya/çete devleti”, “kontrgerilla cumhuriyeti” safsatalarıyla ve “anti-faşist mücadele” kılıfıyla burjuvaziyle sınıf işbirliğinin yolunu döşeyenlerin revizyonist programı mı devrimin yol haritasını çizecek?

Bu pisliği devrimin temizleyeceğine şüphe yok. HDP’den kopamayanlar, HDP’nin tarif ettiği eylem ve seçim çizgisinin dışına çıkamayanlar, Millet İttifakı’nın dümen suyunda gidenler mi devrime önderlik edecek? Devrimin gerekliliğini konu seçimlere gelince, seçimlerdeki yalpalayışını örtmek için sözüm ona hatırlayanlar mı yoksa?

Devrim için Devrimci Parti

Elbette hayır. Devrim için devrimci parti gerekir. Devrimci parti niteliği kendine devrimci adı vererek, geçmişteki devrimci örgüt ve kişilerin isimlerini hamasi bir biçimde anarak kazanılmaz. Devrimci bir parti niteliği komünist hareketin örgütsel mirasına bağlanarak, bu mirasın temel saptamalarını rehber edinerek, bu rehberin şart koştuğu eylem çizgisiyle uyumlu bir siyasi pratik izleyerek kazanılabilir. Devrimci parti niteliği ancak devrimci bir partiyi yaratmak için “mücadelemizi büyüteceğiz”, “partimizi sabırlı bir çabanın ürünü olarak kuracağız” genellemelerinin ötesine geçerek, devrimci bir partiyi yaratmak için tüm komünistleri buluşturabilecek bir parti inşa stratejisi izlendiğinde yaratılabilir.

Türkiye’de devrimci partiyi yaratmaya aday olduğunu iddia eden onlarca akım bulunsa da bunlardan hiçbirinin kendi dışındaki güçlere önerdiği bir platform ve parti inşa stratejisi bulunmuyor. Bu akımların benimsedikleri programatik çerçevenin Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde tarif edilen siyasi çizgiyle bir alakası yok. Zira bir devrim zorunluluğunun ve bunun için bir devrimci parti gerektiğinin farkında olmayan yok. Bu durumdan çıkan vazifeyi yerine getirmeye cüret edemeyenler “Tek yol devrim” diye diye reformist yola mecbur oluşlarının ezikliği içindeler. Bu durumun bir sonucu olarak da bu akımların hepsi sınıf mücadelesinin pratiğinde doktrinerlikle burjuva muhalefetinin takipçisi olmak arasında savrulup duruyorlar. Sedat Peker’in videoları, HDP’ye yönelik artan saldırılar solun içinde bulunduğu durumu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Bu tabloyu değiştirmenin yolu “Devrim için devrimci parti” şiarıyla, Komünist Enternasyonal’in mirasına sahip çıkmaktan, bu mirasla uyumlu bir pratik politik faaliyetin içinde “Yaşasın Komünistlerin Birliği!” şiarını yükseltmekten geçiyor.

Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin!