Türkiye’deki rejim krizi keskinleştikçe rejimin kendisi de tarihi de solun tartışmalarının gündemine daha fazla oturuyor. Gerek programatik görüşlerinde gerekse gündelik mücadelede hâkim sınıfın görüşlerinin açık biçimde tesiri altında kalanlar kendi konum ve tutumlarını gerekçelendirmek için tarihe dönüp Türkiye’de 1923’te kurulan Cumhuriyet’in ve onun kuruluşuna ön gelen sürecin “ilerici” yanlarını bulmaya, ona ilericilik atfetmeye giderek daha fazla meylediyorlar. Resmi tarih tezlerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair bizzat devlet tarafından oluşturulan resmi anlatının solun muhtelif kesimlerince bu denli sahiplenildiği ve açıktan savunulduğu bir dönem belki de hiç olmamıştır. Özellikle, her birinin hikayesi birbirinden uyduruk resmi bayramlarda anma ve bir şeyler söyleme gerekliliği hissedip, milli bayramların sol bir jargonla kutlanır hale gelinmesi yaşamakta olduğumuz döneme özgü.

Gerek gündelik siyasal kaygılarla gerekse çarpık programatik görüşlerinden ötürü yüz yıl sonra Kemalizm’de anti-emperyalizm, ilericilik, direnişçilik keşfeden akımların yanı sıra kendini tüm bu burjuva görüşlerin hegemonyasının dışında ve akıntıya karşı konumlandırma iddiasında olan akımlar da var elbette. Varlığını resmi ideolojiden köklü bir kopuşa borçlu olduğunu iddia eden, Kemalizmle hesaplaşmayı başardığını düşünen akımların ortaya koydukları görüşler de aslında burjuva ideolojisi ve resmi anlatıdan ne oranda sıyrıldıklarını veya koptuklarını, ne oranda da ayrıştıklarını düşündükleri akımlarla buluştuklarını bize gösteriyor.

Döneminde Kemalist safsatalara karşı en eleştirel konumu alan İbrahim Kaypakkaya bile konu “Kurtuluş Savaşı” olunca kendini Kemalistlerden ayırt etmeye çalışarak şunları söylüyordu:

“Komünistler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini bilirler. Kurtuluş Savaş’nda canıyla, kanıyla destanlar yaratan halk kahramanları vardır. Mesela bir Karayılan vardır, biz bunların mücadelelerinin mirasçısıyız. Biz, bunların tükenmez enerjilerinin, mucizeler yaratan dehalarının, sonsuz devrimci güçlerinin mirasçısıyız. Her fırsatta yığınların mücadelesini kanla ve zorbalıkla bastırmaya çalışanların, onlara düşmanlık gösterenlerin değil!”

Kaypakkaya 1919-23 yılları arasında Türkiye’de bir kurtuluş savaşı verildiği hurafesini açıktan reddedemediği için Kurtuluş Savaşı’nın içinde karşı devrimci Kemalistlerin yanında bir de devrimci öğe arıyordu. Bu öğenin Karayılanlar olduğunu düşündü. Yanılıyordu. Sınırlı imkanlar ve dar bir vakit içerisinde Karayılanların gerçek niteliğini göremediği için yahut Komintern’in beşinci kongresi sonrasında tahrif edilen Kurtuluş Savaşı kavramıyla hesaplaşamadığı için Kaypakkaya’yı eleştirmek elbette akla ziyandır. Gelgelelim Kaypakkaya’dan kırk sekiz sene sonra, ortaya dökülen onlarca belgeye karşın, aynı yanlışların üstelik Karayılanların yanına Şahin Beylerin, Çerkez Ethemlerin, Sütçü İmamları ekleyerek tekrarlanması elbette sırf cehaletle ve tembellikle açıklanamaz. Revizyonizmle ilişkilidir. Ama ortada tasfiyecilerin ve onların hamasi söylemlerinin de katkısıyla üretilmiş bir bilgisizlik olduğu da açıktır. Meselenin revizyonizmle ilişkisini ilerleyen yazılarımızda ayrıntılarıyla ele alacağız. Şimdilik tasfiyecilerin hurafeleri üzerinde duracağız.

Kuvâ-yi Milliye “Kahramanları” Nasıl Kahramanlar?

Karayılan Efsanesi

«Ateşi ve ihaneti gördük…»

Nazım Hikmet’in 1939’da İstanbul Tevkifhanesi’nde yazmaya başlayıp Çankırı Hapishanesi’nde devam ettiği ve Bursa Hapishanesi’nde tamamladığı “Kuvayi Milliye Destanı”nın birinci bapı bu dizelerle başlar. Türkiyeli devrimcilerin, sosyalistlerin ve komünistlerin önemli bir kısmının okur okumaz tanıdığı, hatta bir kısmının ezbere bildiği bu dizelerin ait olduğu “destanın” birinci bölümünde Nazım Hikmet Antep’te Fransızlar’a karşı dövüşen meşhur Karayılan’ın nasıl Karayılan olduğunu, Antep’te nasıl “harbe oturduğunu” anlatır. Nazım’ın destanında Karayılan şöyle tarif edilir:

«Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular…»

Muhtelif basın organlarındaki çıkan röportajlarına bakılacak olursa Karayılan namlı Molla Mehmet’in öz kızı Selvi Sevimli Nazım’la bu konuda aynı fikirde değil. O adı türkülerle destanlarla yaşatılan babasının hikayesini şöyle anlatıyor:

“Babam Molla Mehmet Birinci Dünya Harbi’nde Rus Cephesi’nde savaşmış, adı batası Sarıkamış’tan sağ gelmiş. Ayağından yaralanmış. O zaman Erzurum Hastanesi’ne taşımışlar, sonra da Malatya’ya hastaneye getirmişler. İyileşince de ‘Savaş bitti, git evine’ demişler. Geri dönünce babamı aşiretin başına geçirmişler. Karayılan için ‘çoban idi’, ‘ırgat idi’ derler ama babam Kabalar aşireti reisidir. Düşman geldiğini duyunca bütün malını satıp silah almış.”

Kızının anlattığı hikayenin Nazım’inkinden daha isabetli olduğu biliniyor. Ama belli ki hala Nazım’ın çizdiği destansı portre daha sempatik ve işlevsel geliyor, solda daha fazla rağbet görüyor. Irgatlıktan ve yoksul halkın içinden gelen, milli mücadelede bilinç kazanan ve işgalciye karşı silaha sarılan bir Karayılan tasviri solun da sorgulamadan benimsediği bir imge haline gelmiş, milli mücadelenin esas olarak işgal karşısında isyan bayrağı açan mazlumlar tarafından tabandan başlatıldığı argümanının kanlı canlı nice kanıtından biri olarak yaygın kabul görmüştür.

Oysa; Besni nüfusuna kayıtlı Karayılan nam Molla Mehmet’e dair yanlış ya da eksik bilinenler sadece Karayılan’ın mülksüz, topraksız bir köylü olduğuna dair tevatür ile sınırlı değil. Molla Mehmet ırgat olmadığı gibi Antep düşman eline geçince silaha sarılmış da değildir. Kızının da anlattığı gibi Molla Mehmet, Osmanlı askeri olarak I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Rus cephesinde de savaşmış ama adını ilk olarak “Bozan ya da Bozo çetesi”nin imha edilmesi ile duyurdu. Karayılan namını da Antep savunmasında değil buradaki marifetleri sırasında kazandı.

Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan: Milli Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikayesi” adını taşıyan, “tarihsel gerçeklerin” bir çeşit kurgusallıkla aktarıldığı yedi ciltlik romanının üçüncü cildinde hatırı sayılır bir yer verdiği ve genelde buradaki hali ile bilinen bu mesele kısaca Molla Mehmet’in silahlandırdığı kendi aşiretinden adamlarıyla, dönemin bölge jandarma kumandanı sayılabilecek Malatya ikinci inzibat kumandanı Ahmet Adil Bey’in yönlendirmesi ile Malatya bölgesindeki “Bozan çetesi”ni yok edişidir. Molla Mehmet, Bozo Ağa’nın Malatya’daki Pazarcık’taki Atmalı aşiretinin reisi Paşa Yakup’un çiftliğini yakıp yıkmasından son derece müteessir olmuş ve resmi tarihçilerin aktardığına göre Ermeniler’in de desteklediği bu çetenin peşine düşmüştür. İlginçtir ki Newroz Gazetesi’nde Samet Erdoğdu imzası ile yayımlanan bir yazı dizisinde Karayılan’ın dağlarda peşine düştüğü Bozo Ağa’nın ve “çetesinin” devletin sıklıkla baskı ve hışmına uğrayan Kürt Aleviler’den müteşekkil olduğu belirtilmektedir. Bu yazı dizisinde aktarılanlara göre Molla Mehmet üzüntüsünden ziyade o dönem Atmalı aşireti ve devlet ile kurduğu ilişkiler neticesinde, bir nevi bugünün korucuları gibi dağlarda jandarmanın yapamayacağı şeyleri yapmak üzere Bozo çetesinin üzerine yürümüştür.

Maraş, Antep, Malatya ve başka birçok bölgede Osmanlı devleti Sünni Kürt-Türk, Alevi Kürt-Türk aşiretler arasından bazılarını diğerlerine tercih edip kullanarak düzeni sağlamaya çalışmış, bunların aralarındaki muhtelif çelişkilerden faydalanmış ve bazılarına himaye edip kendisi için tehdit oluşturabilecek diğerlerini ezdirmiş, himaye ettiği güçleri de bölgede yüz binlerce kişiden oluşan Ermeni nüfusunun kırıma uğratılıp tasfiye edilmesinden sonra ortada kalan, “Emval-i Metruke” yani “terk edilen mallar-mülkler” denilen gasp edilen mülklerin paylaşılması suretiyle beslemiştir. Molla Mehmet yani Karayılan da tam da böyle bir tarihsel momentte öne çıkan figürlerden biridir ve onun hikayesi tüm bu tarihsellikten bağımsız değildir.

Karayılan’ın Antep savunmasında gösterdiği yararlılık da kendinden menkul bağımsız, gözükara bir girişimin parçası olmasından değil Kuvâ-yi Milliye’nin bizzat Mustafa Kemal tarafından Maraş’a görevle gönderilen Kılıç Ali olarak tanınan Süleyman Asaf Emrullah ve Antep’e görevle gönderilen Şahin Bey olarak bilinen Mehmet Said’in koordine ettiği güçlerin altında, bunların bir parçası olarak dövüşmesinden ileri gelir. Yani Karayılan’ın güçleri Ankara’da oluşturulan merkezi hükümetin bir araya getirdiği güçlerin bir parçasıdır.

Halep vilayetine bağlı bir kaza olan ve I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi yaklaşık 80.000 olan nüfusunun yarıya yakını Ermenilerden oluşan Antep (Ayntab) 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden birkaç ay sonra İngilizler tarafından işgal edilmiştir. İngilizler’in kenti işgal ettiği dönem tepkiler oluşsa da bu tepkiler protesto mektupları ve tel’in mitinglerinin ötesine geçmemiş, Antep’teki İngiliz işgaline esaslı ve daha da önemlisi silahlı bir direnç gösterilmemiştir. İngilizler’in Fransızlarla imzaladığı gizli bölüşüm anlaşması Sykes-Picot’da Fransızlar’ın tasarrufuna bırakılmış olan Musul’a karşılık olarak işgal ettiği güney vilayetlerini devretmeyi kabul ettiği 1919’da imzalanan “Suriye İtilafnamesi” uyarınca Antep’i Fransızlar’a bırakması ise işin rengini değiştirmiştir. 1915’te sürülen Ermeniler’den Mısır’daki Port Said limanına, Suriye ve Lübnan’daki çeşitli noktalara varabilenlerden, ağırlıklı olarak Musa Dağı Ermenileri’nden ve Amerika’daki Ermeni gönüllülerden oluşturulan Ermeni lejyonlarının(1) Fransız Ordusu’na bağlı işgal kuvvetleri arasında olması, bu durumdan güç alan ve Antep’ten sürülen Ermeniler’in de daha önce yaşadıkları kente dönmeye, sürüldükleri kentlere dönemeyen yine başka kentlerden Ermeniler’in de Ermeni lejyonunun varlığından cesaret alarak Antep’e gelmeye başlamaları “milli güçleri” harekete geçirmiştir. Kırımdan kurtulan Ermeniler’in evlerine dönmesi ile müsadere edilen malların akıbeti de, nüfus yapısı 1915 öncesi denge durumuna geldiği takdirde bölgenin Türk ve Müslümanlardan oluştuğu iddiası da tartışmalı hale gelecektir. Antep’teki Fransız işgaline karşı direnişin böyle bir dönemeçten sonra gelişmesi tesadüf değil, “milli mücadelenin” muhtelif safhalarına damga vurmuş ve başka bölgelerde de birebir izleri görülen belirgin bir yönelimin yansımasıdır. Bu durum bize “milli mücadelenin” niteliği ve neye karşı, nasıl bir mücadele olduğu hakkında oldukça güçlü ipuçları verir.

“Yırtıcı Kuş Adı Alan” Mehmet Said

Bu noktada yine adı bugün Antep’in bir ilçesine verilen, hatta Grup Yorum’un 1996 yılında çıkan “Geliyoruz” albümünde kendisi için bir türküye de yer verilen “Şahin Bey” lakaplı Mehmet Said’e bir parantez açmak gerekir. Karayılan gibi Antep savunması sırasında hayatını kaybeden Şahin Bey (Mehmet Said) tam da Grup Yorum’un bestelediği Ozan Telli’nin şiirindeki gibi “dört cephede cenge girmiş” bir asker, devletine sadık bir subaydır. Osmanlı ordusunda ilk olarak Yemen’de görev alan Şahin Bey, Trablusgarp Savaşı’na gönüllü katılmış, ardından Balkan Savaşı’na katılmış, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda da Galiçya ve Sina cephelerinde savaşmış bir askerdir. Halklar hapishanesi Osmanlı’nın zincire vurduğu tüm topraklara bekçilik etmek için yirminci yüzyılın başında verdiği tüm savaşlarda yer alan Mehmet Said 1918 yılında İngilizler’e esir düşmüş Mondros Mütarekesi’nin hükümlerine göre serbest bırakıldığı 1919 yılında da ilk işi İstanbul’a dönüp Harbiye Nezareti’nden görev talep etmek olmuştur. Harbiye Nezareti’nce Birecik Askerlik Şubesi Başkanı olarak atanmış ancak H.İ.Dinamo’nun aktardığına göre görev yerine gitmeden Sivas’a gelerek Mustafa Kemal’den de görev istemiş ve ”yırtıcı kuş adını” yani “Şahin Bey” kod adını bizzat Mustafa Kemal’den alarak Antep’in kurtarılması için görevlendirilmiştir. Ardından Mehmet Said Antep Heyet-i Merkeziyesi’ne başvurmuş ve heyet tarafından Kilis-Antep yolu Kuvâ-yi Milliye komutanlığına getirilmiştir. Gerek Şahin Bey gerek Karayılan Antep-Maraş ve Antep-Kilis yolları üzerinde Fransız kuvvetlerine ikmal sağlayan nakliye kollarına, erzak taşıyan askeri kafilelere baskınlar düzenlemiş, Fransız ordusuna kayda değer zayiatlar verdirmişlerdir.

Antep’teki kuşatma on ay sürmüş ve Fransızlar kenti tümüyle ancak 1921’in Şubat ayında tümüyle teslim alabilmişlerdir. Aynı sene imzalanan Ankara anlaşması uyarınca Antep 1921 yılının sonunda Ankara hükümetine devredilmiştir. Fransız devletinin Ankara hükümeti ile görüşmelere başlaması ve kentten çekileceğinin belli olmasının ardından gerek 1915’ten sonra kentte kalmayı başaran, gerek 1918’den sonra kente geri dönen Ermeniler Antep’i toplu olarak terk etmek zorunda kaldılar. 1915 yılındaki kırımdan kurtulan Ermeni din adamı Nerses Babayan’ın günlüklerine yansıdığı gibi “Ermeniler bir kere daha Hıristiyan büyük güçlerin rezil ve onursuz politikasının kurbanları olmuştular”. Aynı dramı 1915’te tehcir kararına silahlı biçimde direnen ve böylelikle hayatta kalabilen, deniz yoluyla Mısır’a ulaşmayı başarıp bir kısmı 1919’dan sonra Antakya’ya dönen ve Antakya/Hatay 1939’da tekrar Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine dahil edildiğinde tekrar yurtlarını bırakmak zorunda kalan Musa Dağı Ermenileri de yaşayacak, onlar da göç yollarına düşeceklerdir.

Demirci Mehmet Efe ve Denizli Baskını

Demirci Mehmet Efe de solun “milli mücadele”de anti-emperyalist bir öz ve direnişçi mahalli unsurlar aradığında sıklıkla ismini zikrettiği “milli mücadele kahramanlarından” bir başkasıdır. “Denizli Baskını” ya da “Denizli Faciası” olarak bilinen ama pek de anılmayan hadise ise Kuvâ-yi Milliye’nin ve milli mücadelenin bu büyük “efsanelerinden” birinin gerçek niteliğini bize göstermesi açısından dikkate değerdir.

Demirci Mehmet Efe, günümüzde Aydın ilinin bir ilçesi olan Nazilli’nin Pirlibey Köyü’nde demircilikle geçimini sağlayan Süleyman Usta’nın oğlu olarak 1885 yılında dünyaya gelmiştir. Babasının mesleği olan demircilikle küçüklüğünde meşgul olduğu için “Demirci” ünvanı ile anılır. Hakkındaki yaygın bilgi I. Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde orduda olduğu fakat komutanı olan Ermeni bir subayın kötü muamelesi yüzünden firar ederek çeteciliğe adım attığı yolundadır, fakat bu bilgi gerçeği yansıtmamaktadır. Demirci Mehmet Efe’nin çok daha erken yaşlarda adı bir cinayete karışmış ve çetecilik yapmaya başlamıştır.

Yakın zamanda tarihçiler tarafından yapılan çalışmalara göre Demirci Mehmet Efe Cihan Harbi yıllarını, Osmanlı Hükümeti kuvvetlerince takibata uğrayan bir çeteci olarak Aydın ve Manisa dolaylarında geçirmiştir. Bu süre boyunca kalabalık çetesiyle dağlarda eşkıyalık yaparken sık sık bölgenin diğer Rum eşkıya çeteleriyle de mücadele içinde olmuş, çoğu kez köylüler arasındaki ilişkilere dahil olup, zalimane yöntemlerle kararlarını uygulatmış, vahşi cezalandırma usülleri uygulayarak birçok kişiyi öldürmüştür. “Milli Mücadele” yıllarında da önceki icraatlerini Kuvâ-yi Milliye’nin bir parçası olarak kesintisiz sürdürmüştür.

Karargahı ise Aydın’ın Köşk nahiyesinde olan Demirci Mehmet Efe 57. Fırka Komutanı Albay Şefik Bey ile birlikte çalışmaktadır. Aslında Albay Şefik Bey Demirci Mehmet Efe’ye bir çeşit yaverlik etmektedir demek daha doğru olur. Zira emrindeki çok sayıdaki silahlı adamın, zeybeklerin gücü ile Demirci Mehmet Efe esas otoritedir. Denizli Mutasarrıfı (Vali) Faik (Öztrak) Bey, Efe’nin adına “Aydın ve Havalisi Kuvâ-yi Milliye Umum Kumandanı Demirci Mehmet Efe” mühürü hazırlatıp kendisine gönderir.

Sivas Kongresi’ne davet edilen ve bir heyetle orada temsil edilen Demirci Mehmet Efe kendisini yıllarca eşkiya olarak takibat altına alan İstanbul hükümetinden değil, Ankara Hükümeti’nden yana tutum alınca ve muhtelif iç isyanların bastırılmasında rol oynayınca Mustafa Kemal’den iltifat dolu bir telgraf alır:

“Aydın ve Havalisi Kuvâ-yi Milliye Umum Kumandanı Demirci Mehmet Efe kardeşime: Kahraman efelerinizi size gönderiyorum. Aydın’ın bu doğru özlü ve fedakâr evlatları, Bolu ve Düzce havalisinde memleketimizi gâvurların esaretine düşürmeye çalışan hainleri pek kahramanca ve fedakârca bastırdılar. Vatanımıza büyük hizmetler ifa ettiler. Allah iki cihanda aziz etsin. Kendilerine ve umum kumandanları olan zat-ı alinize Büyük Millet Meclisi’nin kalbi ve samimi teşekküratını takdim eder, gözlerinizden öperim. Kardeşim efendim. Ankara, 11 Haziran 1920. İmza: Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal.”

Mustafa Kemal’in Aydın bölgesinde görevlendirdiği Refet (Bele) Paşa da bir meclis konuşmasında Demirci Mehmet Efe hakkında şunları söyler:

“Aydın cephesindeki tekmil kuvvet doğrudan doğruya milletin kalbinden taşıp toplanan bir kuvvettir. Burada hiçbir suni el olmadı ve hiçbir suni el bunu yaratmadı. Türk unsuru ve İslam kuvveti olarak tekmil kabiliyetini kendi kendisine gösterdi. Bunlar arasında orada kıymetli arkadaşım Demirci Mehmet Efe’nin ismini burada takdirle yâd etmeği bir vazife telakki ederim. Bu saf insan kendisi gibi diğer saf kahramanlarla ortaya atılarak hakikaten pek büyük gayret, pek büyük himmet gösterirken, hükümeti merkeziye kendilerine unvan olmak üzere, cani, şaki, hırsız gibi güzel güzel iltifat göndermekten hali kalmıyordu. Fakat bunlar azimlerini kırmadılar, daima müdafaa ettiler ve daima uğraştılar.’’

Dolayısı ile Demirci Mehmet Efe Kuvâ-yi Milliye Umum Kumandanı sıfatıyla BMM’nin dahi tanıdığı “meşru” bir güç hüviyeti kazanır. Hem Yunan ordusu ile dönem dönem çatışmalara girer hem de eskiden kalma alışkanlıklarını artan gücünden aldığı kuvvetle sürdürerek çetecilik yapmaya devam eder. Baskınlar ve soygunların dışında, zorla askere alma, idam ve hane yakma gibi uygulamaları ile bölge halkı üzerinde terör estirir.

“Denizli Faciası” ya da Denizli Baskını” olarak bilinen olay işte bu dönem içerisinde yaşanır. Hadise kısaca 8 Temmuz 1920 günü Demirci Mehmet Efe’nin yakın arkadaşı ve kendisi tarafından görevlendirilen Sökeli Ali Efe’nin ve bazı arkadaşlarının Denizli’de öldürülmelerinin bir gün sonrasında, yani 9 Temmuz 1920 günü Demirci Mehmet Efe’nin Denizli’ye gelip misilleme yaparak altmış kişiyi katlettirmesidir.

Bu hadisenin temelinde, yakında Denizli’ye doğru gelişmesi beklenen Yunan işgal hareketi karşısında Denizli Rumları’nın düşmanla işbirliği etmemeleri gerekçesi ile daha içeri bölgelere doğru sevk edilmesi konusundaki tartışma ve anlaşmazlık yatmaktadır. Yunanlılar İzmir’den Anadolu içlerine doğru ilerledikçe Aydın, Nazilli gibi yerleşim yerlerindeki Türk ve Müslüman ahali Denizli’ye doğru göçe başlar. Bunun yanı sıra Aydın, Umurlu, Köşk, Sultanhisar, Atça ve Nazilli bölgelerinde bulunan Rumlar da Türk yöneticiler tarafından, Yunan ordusu ile işbirliği yapmalarına imkan tanımamak gerekçesi ile daha içerilere, Denizli’ye doğru gönderilirler. Bu şekilde, 15 bin civarında nüfuslu Denizli şehir merkezindeki 2 bin 400 olan yerli Rum nüfus, gelenlerle birlikte 7 bine ulaşır. Bunun yanı sıra, şehirde 500 kadar da Ermeni nüfus vardır.

Yunan ordusu Sarayköy yakınlarında Menderes nehrinin öte yakasına ulaşınca, Denizli’deki tansiyon yükselir ve “milli güçler” alarm durumuna geçer. 5 Temmuz 1920 günü Denizli Heyet-i Milliye Reisi Müftü Ahmet Hulusi Efendi Goncalı’da bulunan Demirci Mehmet Efe’ye şu telgrafı çeker:

“Efe oğlum; Denizli’de Rumlar mühim bir ekseriyet teşkil etti. Geçen sene İslamlar aleyhine bunlar facialar işlemişlerdir. Şu halde Denizli’de kalan İslamlar ve cephe tehlikede kalacaktır. Hiç olmazsa Rum erkeklerinin Denizli’den kaldırılarak dahile sevkini İslam ahali namına rica ederim.”

Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin Demirci Efe’den Rumların Dinar’a gönderilmesini istemesine rağmen Belediye Başkanı Hacı Tevfik Bey dahil, şehrin ileri gelen Müslüman eşrafının bir bölümü ve Hıristiyan ahalinin ileri gelenleri bu düşünceye karşı çıkarak, gerekirse Demirci Efe’nin adamlarına karşı koyacaklarını söylerler. Bir Rum Tehciri’ne karşı olan Denizli ahalisi, dönem içinde sık görüldüğü biçimde olası bir Yunan işgalinde bu durumun yaratacağı öfkeden çekinerek, tehciri düzenleyen Heyet-i Merkeziye’nin emrine ve emri yerine getirmeye çalışan Demirci Mehmet Efe’nin adamı Sökeli Ali Efe’ye karşı çıkmışlardır.
Demirci Mehmet Efe, Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin gönderdiği telgraftaki isteğe uyarak, sağ kolu durumundaki Sökeli Ali Efe ve otuz kadar zeybeği, Rumların toplanıp trenle Eğirdir’e gönderilmeleri için Denizli’ye gönderir. 6 ve 7 Temmuz’da Rumlar toplanıp Eğirdir’e gönderilirler. Yerli Müslüman eşraftan bazılarının Rumları evlerinde sakladıkları ihbarını alan Sökeli Ali Efe bu evlere yaptığı baskında saklanan Rumları bulur ve ev sahiplerini döver. Sökeli Ali Efe’nin kızanları yağmaya, Rum kadınlarına sarkıntılığa girişirler. Taşkınlıklara öfkelenen, karşı koyan yöre halkı ile zeybekler arasındaki çatışma neticesinde Sökeli Ali Efe ve kızanlarından biri ölür.

Yaşananlara Demirci Mehmet Efe’nin yanıtı son derece sert olur. Olanları haber alır almaz kızanları ile birlikte Goncalı’dan özel treniyle Denizli’ye gelir. Hükümet konağının avlusuna makineli tüfekler ve bir top yerleştirilerek namluları kente doğrultulur. Şehri yakmak için, Belediye’nin deposundan gazyağı tenekeleri getirtilir. Şehrin sokaklarına dalan zeybekler, buldukları herkesi sürükleyip Efe’nin önüne getirirler. Bir gün önceki çatışmaya katıldığı düşünülen yaklaşık altmış kişi boğazları kesilerek öldürülür.

“Denizli Baskını”nın üstü yarattığı dehşete rağmen hızla kapatılır. Ankara hükümeti herhangi bir desteğe muhtaç oldukları o günlerde hiç olmazsa düşman ordusunu yıpratarak, Yunan ordusunun ilerlemesini geciktiren müttefikleri ile arasını açmak istemez. Başka yerlerde de benzeri görülen bu aşırılıkları görmezden gelmeyi tercih eder.

Mustafa Kemal’in komutasında düzenli ordu oluşturulunca Demirci Efe’ye düzenli ordu içinde albaylık rütbesi ile görev önerilir. Yıllarca astığı astık, kestiği kestik bir şekilde bildiğini okumuş ve çetecilik yapmış Demirci Mehmet Efe teklifi kabul etmez. Ankara Hükümeti’nin buyruğuna girmeyi kabul etmeyen diğer isim yani Çerkez Ethem ile işbirliği yapmaya yeltenir. Bu duyulunca daha harekete geçmeden Refet Paşa öncülüğündeki güçler tarafından teslim alınır. “Milli Mücadele”ye katkılarından dolayı Büyük Millet Meclisi tarafından affedilir. Kendisine aylık maaş bağlanır, emrine verilen bir koruma müfrezesi ile Aydın Karacasu’da 1961 yılındaki ölümüne kadar zorunlu ikamete mecbur edilir.

Çerkez Ethem Kimin İçin Kahraman?

1886’da Balıkesir’de doğup 19 yaşında subay okuluna gitmek için evden kaçarak İstanbul’a gelen Ethem, Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebi’nden mezun olduktan sonra Balkan Savaşları’nın sonuna yetişerek Bulgar cephesinde savaştı. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında, Teşkilat-ı Mahsusa ile Kafkasya, İran, Afganistan ve Irak’ta gayri nizami harp tecrübeleri edindi. İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleri ile bu yıllarda tanıştı. 1914-1918 yılları arasında Teşkilat-ı Mahsusa’nın emrinde iç güvenlik operasyonlarında yer alan Ethem Bey’in Süryanilerin “Sayfo” yani “Kılıç Yılı” dedikleri kırımların yaşandığı 1915’te bölgede olduğu da biliniyor. Ethem Bey’in Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu olarak, cephe gerisinde bir dizi iç temizlik harekatının sürdüğü bölgelerde ve söz konusu yıllarda olması onun o dönemde gerçekleştirilmiş kırım ve katliamlarda görev almış olasılığını da pek tabi beraberinde getirir. 1918 yılının başlarında görevli olarak gittiği Musul’da yaralanan Ethem Bey Bandırma’ya döndü.

Ethem Bey “Milli Mücadele”ye davet edildiğinde Gönen, Balıkesir, Kirmastı, Bandırma ve Bursa’da sözünü geçirdiği Çerkezlere çağrıda bulunarak kendisine katılmalarını istedi. Bazı Çerkezler daveti kabul edip Salihli’ye geldiler. Bu güçlere ‘Kuva-yı Seyyare’ (gezici güçler) adı verildi. Ağırlığını hapishanelerden salıverdiği suçluların oluşturduğu birlikleriyle Salihli Cephesi’ni kurduğunda henüz Ege’deki Yunan ordusunun işgaline karşı koyacak Ankara’daki hükümete bağlı düzenli bir askeri güç, bir ordu ise yoktu.

Fakat Ethem Bey’in ‘Kuvay-ı Seyyare’ denilen kuvvetlerinin esaslı ilk icraatları de Yunan ordusuna karşı koymaktan ziyade Ankara’yı zorlayan Birinci Anzavur İsyanı (25 Ekim 1919), İkinci Anzavur İsyanı (16 Şubat-19 Nisan 1920) ile Bolu, Düzce, Adapazarı isyanlarını (13 Nisan-31 Mayıs 1920), Yozgat’taki Çapanoğlu (15 Mayıs-23 Haziran 1920) isyanlarını kendi usullerince bastırmak oldu. Örneğin İngiliz İstihbarat raporlarını inceleyen Vasileios Meichanetsidis’in ayrıntılı dökümünün gösterdiği üzere Yozgat’ta Ermeni ve Rumların hepsinin evleri yakıldı, neredeyse hepsi öldürüldü. Hayatta kalmayı başaran altmış Rum ve 20 Ermeni ise Ankara Hükümeti 9 Temmuz’da ikinci baskını yapınca öldürüldü. Yine Patrikhane’nin aynı sene yayınladığı Türkiye’deki Rum Halkının Uğradığı Eziyetin Kara Kitabı” adlı kitapla 1920 Eylül’ünde Çerkez Ethem ve Ankara Hükümeti’nin İsmail Hakkı Bey’inin elbirliği ile Eylül ayında Kütahya ve Eskişehir’in hangi katliam ve işkencelerle Hıristiyanlardan arındırıldığını rapor etmiştir.

Tıpkı Demirci Mehmet Efe gibi, “Kuva-yı Seyyare ve Kütahya Havalisi Umum Kumandanı” Ethem Bey de farklı kentlerde haraç toplama zorla alıkoyma, rehin alma, keyfi cezalandırma gibi yöntemlere sıklıkla başvuruyor olmasına rağmen Ankara Hükümeti’nin başına bela olan isyanları bastırma konusunda gösterdiği gayretler için Mustafa Kemal’in övgülerine mazhar oldu. 1920 yılında birbirlerine iltifat düzenler aynı yılın sonunda ihtilafa düşecekler önce telgraf düellosuna dönüşen mesajlaşmalardan sonra Mustafa Kemal kontrol edemeyeceğini anladığı ve kendisine siyasal bir alternatif haline gelmesini istemediği Çerkez Ethem’in üzerine güç göndermek zorunda kalacaktı. Üzerine gönerilen askeri güçle baş edemeyeceğini anlayan Çerkez Ethem ise kendisine bağlı 159. Alayı terhis edecek ve daha önce çatıştığı Yunanlılar’dan geçiş hakkı alarak önce işgal altındaki İzmir’e, ardından Atina’ya oradan da Almanya’ya Ankara Hükümeti’nin boynuna astığı hain yaftası ile sığınmak zorunda kalacaktı.

“Milli Mücadele Kahramanları” Kimin Kahramanı?

Yazının başında ifade ettiğimiz gibi başını Mustafa Kemal’in çektiği milli mücadeleye dair resmi anlatıyı ufak tefek farklarla ve soldan bir takım argümanlarla savunarak olumlama eğilimi bugün solda istisna olmaktan çıkıp genel bir eğilim halini almıştır. Bu eğilim bugüne özgü ve yeni olmamakla birlikte hiç bu kadar aleniyet kazanmamıştı.

Görüşlerinde Kemalist etkiler taşıyan, resmi ideolojiden kopamayan akımların dahi resmi tarih anlatısını yeniden üretme aracı olan milli bayramları kendi durdukları yerden açıktan kutlama garabetine düştükleri bir dönem daha önce yaşanmamıştır.

Bu çarpıklığı kavrayıp bununla arasına mesafe koymak isteyenler olmakla birlikte solun bu kesimleri de başka bir takım ideolojik engellere takılmakta, aralarına mesafe koydukları akımlarla yeniden buluşmaktadırlar.

“Milli mücadele” olarak tarif edilen süreç esas olarak bir imparatorluğun yıkıntıları üzerinde aynı imparatorluğun kadrolarının düzeni tesis etme, yıkılan devleti ayağa dikme çabasıdır. Bu yüzden resmi anlatıda çizilmeye çalışıldığı gibi “yedi düvelle, işgalcilerle dövüşülen anti-emperyalist bir destan, mazlum ulusların ilk ayağa kalkışı” olmaktan ziyade daha çok içe dönük bir hesaplaşma, düzene tehdit oluşturan unsurların tasfiyesi, isyanların ezilmesi harekatıdır. Böylesi bir harekatın esas hedefi iç düşmanlardır. Osmanlı’nın son dönemine damga vuran Ermeni kırımı bu dönemde tamamlanmış, Ermenilerin yurtlarına topraklarına bir daha asla geri dönmemeleri güvence altına alınmıştır. Rumlar yerlerinden yurtlarından edilerek, malları müsadere edilerek, “Emval-i Metruke” ile beslenip palazlandırılacak olan yeni burjuvaların ilkel sermaye birikimi arayışının yeni kurbanı olmuşlardır. Ekim Devrimi’nin yarattığı, ezilenleri-emekçileri derinden sarsıp heyecanlandıran hava dağıtılmış, devrimci fikir ve örgütlenmelerin boy atmaya başladığı topraklardaki ilk filizler cebren ve hile ile ezilmiştir. Emperyalist savaşın cephelerinde ya da sömürge savaşlarında telef edilen, yoksulluğa gömülen emekçiler yeni cephelere sürülmüş, kabul etmediğinde yargılanmış, cezalandırılmıştır. “İstiklal Harbi” olarak tanımlanan ve zikredildiğinde daha çok Batı Cephesi’nde Yunan ordusuna karşı verilen muharebelerin akla geldiği savaşta uğranan kayıpların birkaç misli kadar insan muhtelif isyanların bastırılmasında yaşamını yitirmiştir. Düzenli ordunun kurulmasından evvel gerçekleşen gerek Ege’de gerek Güney vilayetlerindeki mahalli direnişlerin hepsinde tehcir ve müsadere, dinci-mezhepçi, ırkçı katliamlar temel bir motif olarak yer alır. Hepsinde aynı bağlantıya rastlamak mümkündür. Malları müsadere edilen, yani zoralıma maruz bırakılan Ermeni yahut Rumların geri gelip mülklerine yeniden sahip çıkması korkusu, daha önce işlenen kırım katliam suçlarına ortak olanların bunlara mukabil misilleme ile karşılaşma kaygısı bu mahalli direnişlerin hepsinde ortak bir örüntü olarak durmaktadır.

İttihat Terakki döneminde idari kadrolarda olan ve Osmanlı’nın son dönemindeki her türlü icraata imza atan kadrolar nerdeyse firesiz Ankara Hükümeti’nin bürokratı, kadrosu, memuru olmuşlar, önceki tecrübeleri ile rakiplerine karşı mülklerini, makamlarını ve imtiyazlarını korumak için evvela bir iç savaş yürütmüşlerdir. Tüm bu yaşananlar bir devrimin ya da ulusal kurtuluşun değil; muhtelif milliyetlerden ezilen ve emekçi kitlelerin esaret altında tutulması, Kürdistan’ın esaret zincirlerinin sıkılaştırılması, müesses nizamın yeniden tesis edilmesi için; başka hiçbir siyasal olasılığa, özgürlük ihtimaline müsaade etmeyen bir burjuva diktatörlüğünün iktidarının pekişmesi için ön koşul olan bir karşı-devrimin gerçekleştirildiğine işaret eder. Bu netlikle tarif edilmesi gerekir.

Ankara Hükümeti ve onun önderliğinin yola koyulduktan belli bir süre sonra tarihsel haklılığını veya ilericiliğini kaybettiğini düşünenler ya da baştan itibaren mazlum ve meşru olmadığını kabul edenler, yukarıda sıraladığımız bu tarihsel gerçeklerin bir kısmını kabul ediyor veya bir reddediyor. Bir kısmını dönemin gerekleri içinde değerlendiriyor bir kısmını görmezden geliyor. Fakat bu iki kesimin de argümanlarını güçlendirmek için sarıldığı dal Mustafa Kemal’in, eski askerlerin, eski İttihatçı kadroların dışında ve bunlardan bağımsız Anadolu’da kendiliğinden şekillenen mahalli direnişler ve bunların kahramanları olduğu iddiasıdır. Bu “kahramanlar” etrafında yaratılan hikayeler, efsaneler sorgulanmamış; olduğu gibi sahiplenilmiş, hatta romanlar, resimler, şiirler ve türkülerle bizzat solcular tarafından soldan beslenmiştir.

Oysa yukarıda sıraladığımız “kahramanların” hikayeleri ortadadır. Eski rejime sadık bir biçimde onlarca yıl hizmet eden ve kurulacak yeni rejime aynı biçimde kendini hasreden subaylardan, istihbaratçılardan, devletin güdümünde çalışan aşiretlerin reislerinden, kendilerini efe, ağa olarak adlandıran devletle işbirliği içindeki haydutlardan; ellerinde daha önce giriştikleri katliamların kanı duran, yoksul ve fakir halk isyan ettiğinde ilk fırsatta onları ezen, işgalcilerle ve emperyalistlerle ile ise ilk fırsatta masaya oturan bu tarihsel figürlerden bağımsızlıkçı, anti-emperyalist kahramanlar yaratma çabası beyhudedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ön gelen süreçte ulusal kurtuluşu toplumsal bir kurtuluşla birleştirmek için yola çıkan komünistleri boğduran ve Koçgiri’de yüzyılların esaretinden kurtulmak için ayaklanan Kürtler’i boğan Topal Osman, Kayıkçılar Kahyası Yahya, Sakallı Nurettin Paşa ne ise Karayılan, Ethem, Şahin Bey, Mehmet Efe de odur. Topal Osman’ı lanetleyip 19 Mayıs’ta Pontus Rumları’nın uğradığı zulmü öne çıkaranlar çok uzağa gitmemeli gözlerini önce hemen yanıbaşlarında duran Koçgiri volkanına çevirmeli, kahramanlarını paşalarda, beylerde, ağalarda, efelerde değil görmezden geldikleri ve daha yolun başında söndürülmeye çalışan özgürlük ateşinde, kendilerinin de atıfta bulunduğu Karadeniz’in soğuk ve karanlık sularında boğulmaya çalışılan komünistlerin hülyasında aramalı. Bununla da yetinilmelidir.

Solda yer alan pek çoklarının da örnek aldıkları sözde kahramanların kahramanlıkları Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran egemen sınıflar tarafından madalya ile ödüllendirilen, devrimcilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, yoksul işçi ve köylülerin kanı ile lekelenmiş bir kahramanlıktır. Sınıf düşmanımızın kazandığı zaferin kahramanlarıdır onlar.

Yakın tarihin ve bugünün Çatlıları, Yeşilleri, Cem Erseverleri, Bucakları, Çakıcıları, Pekerleri bize ne kadar yakınsa bu sözde “kahramanlar” da bize o kadar yakındır. (2)

Resmi ideolojinin tuzaklarından kaçmaya çalışırken yine burjuva ideolojisinin ve resmi tarihin uzattığı dala tutunanlar, resmi anlatının hamaset ile bezeli sol bir versiyonunu benimseyenler ayrışmaya çalıştıkları kesimler ile yeniden buluşur ve yıkmaya çalıştığı devletten, onun ideolojisinden köklü biçimde kopamaz. Anti-emperyalizm ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair herhangi bir görüş bulanıklığı sadece tarihe çarpık bakılması ile değil; devlet, devrim, karşı-devrim, savaşa karşı tutum gibi meselelerde ve ulusal kurtuluş mücadelelerine bakışta çarpıklıklar olarak bugünkü politik mücadelede karşımıza çıkar.

Nitekim bu tür çarpık görüşlerin en eski ve en tutarlı savunusunu yapan Perinçek çizgisinin bugün ne kadar faşist, kontrgerillacı, ırkçı-mezhepçi, gerici akım varsa onları müttefik görmesi ve peşlerinden ayrılmaması Perinçek ve avanesinin sapkınlıklarından değil aksine bu tür görüşleri sapmadan tutarlı bir biçimde savunmasından ileri gelir. Devrimciler; galiplerin kaleme aldığı kurmaca tarihteki kahramanları Perinçek ve benzerlerine bırakmalı; gerici bir burjuva diktatörlüğünü yıkıp parçalamak üzere ayaklanan, isyan eden, yola çıkan, bu yolda düşen kendi kahramanlarını sahiplenmelidir.

Meşruluğunu mağduriyet ve mazlumluklarından değil, zulme isyan etme cüretinden ve özgür olma azminden alan Alişer ve Zarife de, yanıbaşındaki topraklarda mayalanan devrimi kendi yurtlarına taşımaya çalışan Mustafa Suphi ve yoldaşları da bu netlik sağlanmadan hakkıyla sahiplenilemez.

Dipnot (1): Anadolu’yu işgal eden Fransız kuvvetlerinin adı Légion d’Orient’dır (Şark Lejyonu) ama büyük ölçüde Ermeni milislerden oluştuğu için Légion Arménienne (Ermeni Lejyonu) olarak da anılır. Bu Lejyon bugün hala Fransa’nın deniz aşırı topraklardaki pis işlerini yürüten Légion Etrangère (yabancı lejyonu) olarak bilinen kuvvetlerin ilk örneklerindendir.Légion Etrangère hala çoğunlukla fransız kökenli olmayan paralı askerlerden oluşan bir kuvvettir. Kendi bayrağı ve özel üniforması vardır ve kendi marşları da vardır. Fransız Milli Marşı olan meşhur Marseillese’den ziyade bu marşı söylemek adetlerindendir.
Dipnot (2): Doğrusu Kuvayı Milliyecilerin eski eşkiya çetelerini devşirip kendi kahramanları haline getirişi kendi icatları değildir. İngiltere’nin “üzerinde gütneş batmayan imparatorluğunu” kurarken başvurduğu yöntemlerden esinlenmiş bilinen bir uygulamadır bu. İngiltere denizlerde nispeten hakim olan İspanyol, Portekiz, Hollanda ticaret gemilerine saldırıp yağmalayan korsanlardan bir çoğunu amiralleri haline getirerek meşhur donanmasını kurmuştu. Bu sadece denizde değil karada da uygulanan bir yöntemdi. Örneğin güney Afrika’daki rakiplerine karşı Cecil Rhodes komutasındaki çetelerle belirli bir üstünlük sağlamıştı. Sonradan Sir ünvanı da alacak olan Rhodes’a bu yararlı faaliyetleri karşılığında büyük bir toprak parçası (adeta ülke) da ihsan edilmişti. Bugün bir şahsın adını taşıyan yegane devlet olan bu toprak parçası Rodezya’nın geçmişinde bu olay bulunur. Keza Osmanlı İmparatorluğu’nda da benzer uygulamalar olduğu da bilinir. Örneğin en büyük Osmanlı amirallerinden biri olarak anılan Barbaros Hayrettin Paşa (asıl adı Hıdır) da bir dönem Akdeniz ve Ege’de kardeşleri Oruç Reis, İlyas ve İshak’la birlikte korsanlık ederek Ceneviz ve Venedik ticaret gemilerini yağmalayan Midilli adası doğumlu bir korsan şefiydi. Kardeşleri gibi kendisi de Osmanlı donanmasında amiralliğe terfi ettiler.