Koronavirüs salgını dünya çapında etkisini gösteren bir boyuta ulaştığından beri birçok şeyi de berraklaştırdı. Örneğin virüsün ortaya çıktığı Vuhan’da fabrikalar daha az çalıştığı için hava kirliliği azaldı ve milyonlarca insan uzun süredir ilk kez temiz bir hava solumuş oldu. İtalya’da ise Venedik’in meşhur kanalları kalabalık etkisinden arınınca berrak bir suya kavuştu ve kanalların dibi görünür hale geldi. Ama herkesin az-çok fark ettiği üzere salgın, en çok sınıflararası farklılığı berraklaştırdı.

Zaten bu yazı da bu berraklaşmayla ilgili. Virüs zengin-yoksul ayırt etmiyor ama virüsün yoluna en çok çıkan yoksullar oluyor. Örneğin Boğaz’daki yalısında, kendine ait kıyıda sporunu yapan Hacı Sabancı’nın virüsle karşılaşabilmesi için virüsün epey çaba göstermesi, önce yalının güvenlik görevlilerini sonra da Hacı Bey’in sporla güçlenmiş bağışıklık sistemini aşması gerekiyor. Ama yüzlerce kişinin çalıştığı bir fabrikada virüsün işi çok kolay. Tek yapması gereken ortak kullanılan lavabolardan birine gidip birinin kendisini almasını beklemek.

Hal böyle olunca birçokların sosyal sorumluluk projesi gönüllüsü gibi çağrısı yaptığı “Evde Kal” lafı da anlamını yitiriyor. Çünkü ev var ev var… Mesela her ay kirası ödenmek zorunda olan ev de var, kira ödeyen işçilerin sırtında kazanılan parayla alınmış malikane de var. 15 mültecinin bir arada yaşamak zorunda kaldığı iki göz ev de var, her gün bir odasında kalsa 1.150 gün boyunca idare edilebilecek saray da var. Demek ki evde kalsak dahi koşullar hiç eşit değil.

Bir tarafta da istese bile evde kalamayacak olanlar var. Ben büyük bir yerel yönetim kurumunda çalışıyorum. Çalıştığım kurum bu süreçte binlerce kişiye idari izin kullandırdı. Bundan daha fazlası da esnek ya da dönüşümlü çalışma sistemiyle büyük oranda evde kalabiliyor. Ancak bu durumda dahi zorunlu olarak hizmet üretmesi gereken ben de dahil olmak üzere binlerce kişi var. Üstelik bu kişiler de sağlıklı çalışma koşullarının tam olarak sağlanamadığı bir ortamda mesailerini tamamlıyor. Düşünün ki bu koşullar, Türkiye’deki işçi sınıfı düşünüldüğünde çok ayrıcalıklı bir durumu tarif ediyor. Herhangi bir maaş kesintisi olmaksızın evde kalabilmek, emekçilerin çoğu için bir lüks.

Bu süreçte salgına karşı yürütülen dayanışma kampanyalarında da benzer bir farklılık söz konusu. Öyle herkes kafasına göre devlet kurar gibi para toplayamıyor. Zaten toplansa bile bu milyonlarca insanın derdine çare olacak bir şey değil. Her ay bir kutu erzak ya da birkaç yüz lira almak bir ailenin bir haftalık temel ihtiyacını giderebilir ama geri kalan günler için yine dışarı çıkıp çalışma riskini almak gerekiyor. Tabi çalışabileceği bir iş bulabilirse…

Sözün kısası görece iyi durumda bile olsak, emeğiyle geçinen biriysek hayatta kalabilmek için risk almak zorundayız. O yüzden belki bu riski ne için almamız gerektiği sorusunun cevabı da daha berrak bir görünüm alır. Salgın geçinceye kadar ölmeyip tekrar patronlara para kazandıracak işlerimize geri dönmek için mi yoksa bizi öldüren bu düzeni ortadan kaldırmak için mi risk almalıyız? Halkın sağlığını değil kendi servetini düşünen iktidarların koruduğu kapitalist düzen, inşaatlarda, fabrikalarda, mevsimlik işçi taşıyan traktörde, temiz suyu olmayan kondularda bizi öldürüyordu, öldürmeye de devam edecek. Belki bu düzeni ortadan kaldırma seçeneği eminim şimdiye kadar çoğu kişiye daha zahmetli görünüyordu ama Vuhan’da temizlenen gökyüzünün hep öyle kalmasını istiyorsak; ya barbarlık ya sosyalizm seçeneğinden sosyalizm için bir kez daha ciddi bir şekilde düşünmeliyiz.

İzmir’den Yerel Yönetim Emekçisi Bir Köz Okuru