Türkiye’de, kendini Erdoğan sorunu olarak da dışa vuran 12 Eylül rejiminin krizi derinleşerek sürmektedir. Karşılaştığı her siyasi sorunda çözümsüzlük batağına iyice saplanan AKP hükümeti, içerideki sıkışmışlığını aşmak için hem içeride hem de dışarıda saldırgan bir politika izlemeye devam etmektedir. Nitekim Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında takınılan agresif tutum, Fransa, Rusya ve Amerika’yla yaşanan gerginlikler, Suriye’ye dönük politikalar, Kürdistan’daki saldırılar gibi meselelerin Cumhur İttifakı’nın içindeki dinamiklerle de ilişkisi vardır.

Et­rafındaki kuşatma artmakta olan ve manevra kabiliyetini yitiren Erdoğan’ın Bahçeli’ye olan bağımlılığı, muhtaçlığı derinleşmektedir. Erdoğan’ın ihtiyacı sadece yüzde elli artı biri bulmak için duyulan bir seçim desteği değil, ondan fazla emniyet güçleri kadrolarını Amerikancı muhalefe­te kaptırmamak için gerekli olan bir kadro desteğidir. 2019 yerel seçimleriyle birlikte Erdoğan’ın partisinden yaşanan kopuşlar, kendi partisi üzerindeki denetimin zayıfladığının göster­gesidir. Bir türlü tasfiye edileme­yen Süleyman Soylu ise bu duru­mun bir başka örneğidir.

Türkiye solunda “gerileyen Erdoğan” söylemi genelleşerek artmaktadır. Bu söylemin arkasında duran sebepler rejim krizinin ve Erdoğan’ın Bahçeli’ye muhtaçlığının üstünden atlanarak ortaya konan seçim matematiğine dayalı Millet İttifakı kuyrukçuluğunda kendini bulan parlamentarist hedeflere odaklıdır. Türkiye’de de faşist bir rejimin inşa edildiğini iddia eden muhtelif akımlar, demokratik kazanımları koruma, faşizme karşı birleşik bir hat örme bahanesiyle yahut baskıların bir nebze olsun hafiflemesi hayaliyle CHP’ye yedeklenmektedir. Hükümetin “ilk seçimde gidici” olduğunu papağan gibi her fırsatta tekrar edenler, Erdoğan’ın gerilemesini yedeklendikleri seçim bloğunun, Bahçeli’nin Erdoğan’a biat etmesi ile kurulan Cumhur İttifakı’nın oy oranını aştığı iddiasına bağlamaktadır. Sol içinde Erdoğan’ın Bahçeli’ye bağımlılığını dillendiren akımlar da vardır. Lakin bu tespitler MHP’nin devlet partisi olarak siyasal müdahalelerle düzeni tesis ettiği yanılsamasına dayandırılmaktadır.

Gerileyen ve Manevra Alanını Yitiren Erdoğan

AKP ve Erdoğan uzunca bir dönemdir gerilemektedir. Bu gerileyişine rağmen başka düzen güçleri tarafından götürülemeyişi krize girmiş olan 12 Eylül rejiminin işlemeyen mekanizmalarından kaynaklıdır ve rejim krizinin bir görünümüdür. Herkes Devlet Bahçeli’nin koltuğunu ve itibarını kaybetmemek adına Erdoğan’a biat ettiğini savunurken KöZ’ün arkasında duran komünistler daha 2015 Kasım’ında Erdoğan’ın MHP’ye politik olarak teslim olduğunu, geri dönülmez bir yola girdiğini ortaya koymuştu. 2017 yılında gündeme gelen anayasa değişikliği referandumundan itibaren AKP-MHP yakınlaşması, MHP’nin sıkışmış ve çaresiz durumda olan Erdoğan’a zehirli bir dal uzatmasıdır. Erdoğan, MHP’ye politik olarak mecburdur ve ittifakta inisiyatif MHP’den gelecek muhalefeti göğüsleyemeyecek olan Erdoğan’da değil Bahçeli’dedir.

Erdoğan MHP ile kurduğu ilişki sebebiyle manevra alanını gitgide yitirmekte, MHP’nin siyasal söylemine hapsolmaktadır. Eskiden sıkıştığı dönemlerde başvurduğu sözüm ona demokratik açılımlar yapma yahut AB çizgisinde reformlar vadetme hamlelerinden mahrumdur. Kısa süre önce dillendirilen “hukukta ve ekonomide reform” söylemleri de kof ve göstermelik olmaktan öteye gidemeyecek umutsuz “girişimlerdir”. MHP’nin, AKP’den aldığı parlamenter desteğin bir anlamıyla karşılığı olarak edindiği devlet bürokrasisindeki unsurların hükümet ile uyumlu şekilde hareket etmesi en azından sürekli olarak hükümeti çelmeleyecek adımlar atmaması Erdoğan için yaşamsal önem taşır. Erdoğan’ın hükümetin politikalarının çelmelenmemesine duyduğu ihtiyaç tartışmasızdır. Fakat tüm bu muhtaç pozisyonuna rağmen Erdoğan’ın MHP ile uyumlu hareket etmesi de imkansızdır. MHP’nin stratejisi kendi dar çıkarları doğrultusunda sürekli olarak Erdoğan’ı daha fazla köşeye sıkıştırmak ve zaten mecbur olmadığı ittifakın bekasından ziyade kendi taleplerinin yerine getirilmesi yönündedir. Erdoğan’ı içeride ve dışarıda kendisini zora sokacak bir çizgi izlemeye zorlayan Bahçeli böylelikle AKP’yi bir bütün olarak arkasında duramayacağı bir siyasi hatta sürüklemektedir. Nitekim hükümetin başarısızlığından sorumlu olmadığı halde söz sahibi olmak isteyen bir koalisyon ortağı ile hareket etmek Erdoğan için gitgide güçleşmektedir.

Bilindiği üzere sol akımlar Türkiye’nin hali hazırdaki rejimini “faşist diktatörlük”, “kurumsallaşma yolunda faşizm”, “tek adam rejimi” vb ifadelerle tanımlıyor. Gelgelelim aynı sol akımlar, Korona salgınının ülkeye giriş yapmasının ardından faşist olduğunu iddia ettikleri bu rejimden sokağa çıkma yasağını katı bir şekilde yürürlüğe koymasını talep etmişti. Erdoğan ise ısrarla sokağa çıkma yasağı ilan etmekten kaçındı. En sonunda hafta sonları sokağa çıkma yasağı gibi tıbbi bakımdan bir anlamı olmayan bir ara çözümde anlaşıldı. İlk sokağa çıkma yasağı ise İçişleri Bakanı Soylu’nun oldu bittisiyle gerçekleşti. Bu sırada yaşanan rezalet nedeniyle İçişleri Bakanı, olayın sorumluluğunu üstlenerek istifa etti ama istifası Erdoğan tarafından kabul edilmedi. Bu sırada MHP destekli güruh Soylu’ya destek gösterileri düzenledi. Haziran ayında İçişleri Bakanlığı tarafından ilan edilen son sokağa çıkma yasağı ise Erdoğan tarafından “gönlüm elvermedi” gerekçesiyle geri çekildi. Aralık ayının başından itibaren de hafta içi akşam dokuz sabah beş, hafta sonları ise tüm gün sokağa çıkma yasağı bulunan “çözümlerin” anlamsızlığının sürdüğünün göstergesi.

Türkiye’de faşist bir tek adam rejiminin sürdüğü varsayımıyla siyasi tabloyu açıklamak imkansızdır. Besbelli ki Türkiye’de bir tek adam rejimi yoktur. Kırılgan bir koalisyon vardır. Bu koalisyonun söz sahibi asıl ortağı Erdoğan değil, kabinede doğrudan yer almayan yani koalisyonun başarısızlığında doğrudan bir sorumluluk üstlenmeyen MHP’dir. Kurulan koalisyonda paylaşılan ise bakanlık koltukları değil devlet bürokrasisinin özellikle de güvenlik bürokrasisinin kilit pozisyonlarıdır. Tam da bu nedenle Bahçeli’yle olan bağlantısı ne olursa olsun Süleyman Soylu MHP’nin koruması altındadır. Erdoğan’ın kararlı bir karantina uygulamamasını, sermaye dostu olmasıyla açıklamak da yanıltıcı olur. Zira bu durumda daha sıkı önlemler alan Macron hükümetinin Erdoğan’a kıyasla sermayenin çıkarlarını daha az gözettiğini savunmak gerekirdi. Erdoğan’ın sokağa çıkma yasağı konusunda yalpalayan konumu onun devlete hakim olmamasından kaynaklanır. Zira sokağa çıkma yasağını uygulamak orduya yahut polise haddinden fazla yetki vermek, toplumsal ve siyasi yaşamı onun eliyle yürütmek anlamına gelir. Erdoğan’ınsa böyle bir lüksü yoktur. Güvenlik ve sağlık kaygılarıyla bir kez kesintisiz ve uzun süreli olarak sokağa çıkma yasağı ilan ederse, bunun sonucunun denetimin elinden çıkma riskini taşıdığının bilincindedir. Amerikancı muhalefetin sokağa çıkma yasağını bu denli hevesle savunmasının sebebi de bu kuşatmayı daraltarak Erdoğan’ı teslim alma arzusudur. Bahçeli de bu durumun bilincinde olarak Erdoğan’ın ipini bir sıkıp, bir gevşetmektedir. Bahçeli geçtiğimiz günlerde Twitter üzerinden “anlaşılan 2021 yılı reform yılı olacak” söylemiyle bir açıklama yaptı. Bu açıklamada Millet İttifakı’nın “istismar kozlarının” elinden alınması gerektiği ve Demirtaş ve Kavala’ya atıfla “hukuken suçlu olup olmadıkları da teyit ve tescil edilmelidir. Yargı reformunun önceliği bu olmalıdır.”; “2021 yılında terörle ilgili tüm davalar sonuçlanmalı, Türkiye bu bahsi hukuken kapatmalıdır” ifadelerini kullandı. Bahçeli’nin açıklaması Erdoğan’ı sıkıştırmaya yönelik çizgisinin devamı niteliktedir. “Kim olursa olsun, muhatap şahısların hakkında Türk adaletinin vereceği her karara saygı duymak da temel ilkemizdir” söylemiyle birlikte bu açıklama “girişimlerin” sonuçları üzerinde sorumluluk almaktan kaçınacağının, bir nevi “açıktan rıza veriyorum dedim artık top sende, yapacak olan da sorumluluk alacak olan da sensin” pozisyonunun ifadesidir.

Öte yandan, HDP’ye yönelik provokatif üslup ve saldırılar bir yönüyle Erdoğan’ın Millet İttifakı’nı parçalama stratejisinin bir parçasıdır. HDP teşkilatlarına operasyon üzerine operasyon yapılmaktadır. Bir başka açıdan da aynı saldırılar MHP’nin Erdoğan’ın teslimiyetini derinleştirme hevesinin ürünüdür. Zira HDP’ye yönelik saldırılar AKP’nin Kürdistan’daki varlığını ortadan kaldırmaktadır. Bu da Erdoğan’ın MHP dışındaki herhangi bir güçle ittifak kurma ihtimalini zayıflatmaktadır. Dolayısıyla Erdoğan’ın Millet İttifakı’nı bölmek için uyguladığı taktik MHP’nin müdehalesiyle Erdoğan’ı Cumhur İttifakı’na iyice bağımlı kılmaktadır. Diğer taraftan, MHP’yle kurulan ilişki Erdoğan’ın Millet İttifakı’nın diğer unsuru olan Akşenergillerle de yakınlaşmasının önünde engeldir.

MHP’yi Devlet Partisi Olarak Görmek Yanlıştır

Bir diğer husus olarak, devlet aklının devletin bekasını öne çıkararak ve MHP eliyle siyasal hamleler yaparak düzeni tesis ettiği yanılsamasına değinmekte fayda vardır. Üzerine basa basa vurguladığımız gibi rejim krizi, ortada devlet adına plan yapıp uygulamaya koyan, devletin bütünsel çıkarlarını gözeterek hareket eden bir kurum kalmadığı anlamına gelir. 15 Temmuz’un kendisi devlet içindeki parçalanmışlığın en açık göstergesi idi. 15 Temmuz sonrasında devlet içinde yapılan temizlik ise devleti yekpare bir hale getirmek şöyle dursun Erdoğan’ın MHP’lilere, ulusalcılara verdiği tavizler ve kadrolar bu parçalanmışlığı daha da arttırmıştır. Yakın dönemde gündemde yer eden Anayasa Mahkemesi-yerel mahkemeler tartışması da yekpare, işleyen bir devlet mekanizmasının olmadığının göstergelerinden biridir. Hakim sınıf içinde düzen güçleri arasında iktidar kavgası sürmektedir ve herhangi bir taraf düzeni tesis edememektedir.

Savunulduğu gibi MHP’nin -bilhassa Erdoğan ile ittifak kurmasından sonra- savunuculuğunu yaptığı politikaların devlet aklıyla da hiçbir ilgisi yoktur. MHP tamamen kendi gündemi temelinde birtakım çıkarlar temin etmek amacıyla sorumsuz bir politikanın takipçisi görünümündedir. Devlet Bahçeli sınır dışı operasyonların, afra tafralı hamaset cambazlıklarının en büyük destekçisidir ve bunun geleneksel devlet politikası ile hiçbir ilişkisi yoktur. Zira “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikası aslında Türkiye’de Kürtleri rahatça ezebilmek için Kürtleri ezen diğer devletlerle barışçıl ilişkiler kurulması gerektiğini anlatır. Oysa Bahçeli’nin önerdiği hücum politikası dışarıyla ilişkilerde her türlü çözümün altını dinamitleyen cinsten hamlelerdir. MHP’nin Cumhur İttifakı içindeki rolü ve Erdoğan’ın Bahçeli’ye bağımlılığı, dışa dönük agresif söylemler ve politikalar bakımından bu çizgiyle örtüşmektedir. Devlet Bahçeli devleti güçlendirerek siyasi istikrarı sağlamayı değil, içeride ve dışarıda siyasi istikrarsızlığı arttırarak Erdoğan’ı kendisine daha da bağımlı kılmayı hedeflemektedir. MHP devletin genel çıkarlarını değil kendi dar örgütsel çıkarlarını savunmaktadır. Aynı nedenden ötürü MHP’nin iktidarı ele geçirme ve hükümet olma gibi bir vizyonu da yoktur. Kendi önüne devlet içinde kadrolaşmanın ötesinde bir siyasi hedef koyamamaktadır. Kadrolaşmanın sürmesi ve kritik pozisyonların elde edilmesi konusunda MHP’nin de bu ittifaka ihtiyacı vardır ve Erdoğan’ın bağımlılığı bu siyasi hedefi doğrultusunda MHP’ye imkanlar sunmaktadır.

Nihayet Aklın Yolu Bir mi?

Vurgulanması gereken bir başka yanılsama ise Erdoğan’ın Bahçeli’ye teslim olduğu ifade edilirken bunun “Erdoğan’ı faşizm teslim aldı” tespitiyle öne sürülmesidir. Bu yanılsama Türkiye’de faşizmin hep var olduğu ve Erdoğan’ın faşizme teslim olmadan evvel Türkiye’yi demokratikleştirdiği safsatasının ürünüdür. Bu vasıtayla Türkiye’de faşizmin yeniden konsolide olduğunu veyahut kurumsallaştığını iddia edenler aynı bozuk sütü dökmek yerine tekrar içmektedirler.

Hatırlatmak gerekir ki 3 Kasım 2002’ye gelirken rakiplerinin tasfiyesiyle önü açılan Erdoğan ve AKP iktidarı 28 Şubat’ın işini tamamlayan; 28 Şubat’ın ürünü ve devamı mahiyetindedir. AKP’nin 18 yıllık iktidarının bir demokratikleşme dönemini içermediği, Amerika teşvikli reform girişimlerinin geri teptiği ve Erdoğan’ın yüzüne gözüne bulaştırdığı ataklarıyla, anayasa değişiklikleriyle sürecin daha evvel hiç olmadığı kadar derinleşen bir 12 Eylül Rejimi krizine vardığı ve Erdoğan sorununda düğümlendiği ortadadır. Öte yandan, “Erdoğan’ı faşizm teslim aldı” tespiti yapanların bir yandan da CHP ve İYİP güdümündeki Amerikancı muhalefete eklemlenerek faşizme karşı “en geniş birleşik mücadeleyi” örme çabaları yedeklendikleri siyasi projenin seçim planlarının yansımasıdır.

Bir kez daha vurgulamak gerekir ki Türkiye’de ne bir “tek adam rejimi” ne de kurumsallaşmış veyahut kurumsallaşmakta olan faşizm mevcuttur. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin sıklıkla vurguladıkları gibi tutunacak başka dalı kalmayan Erdoğan, Bahçeli’ye giderek daha bağımlı hale gelmektedir. Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak emekçilerin ve ezilenlerin kitlesel seferberliğiyle mümkündür. Kitlesel seferberliğin önü, emekçileri ve ezilenleri Amerikancı muhalefetin seçim planlarına yedeklemeyen bağımsız devrimci siyasetle açılabilir. Süregelen 12 Eylül rejimi krizine ancak devrim son verebilir.