Fransa’da 2018 sona ererken patlak veren “Sarı Yelekliler” hareketi Fransa’nın gündemine oturduğu gibi, dünyanın da ilgisini çekmeye devam ediyor. Bu hareket bilhassa kendinden bir türlü emin olamadan 31 Mart seçimlerine doğru sürüklenen Erdoğan’ın yeniden Gezi kâbusları görmesine ve önceki seçimlerde olduğu gibi, kontrolsüz bir saldırganlıkla koltuğunu koruma arayışına girmesine vesile oldu. Zoraki ortağı Bahçeli de onu daha önceki ortaklarına yaptığına benzer bir biçimde istediği yöne sürüklemeye devam ediyor. Daha yerel seçimlere girmeden, eğer bu seçimlerde gözle görünür bir başarısızlık hâsıl olursa umarsız bir erken seçim macerasına doğru sürüklüyor.

“Sarı yeleklilere” bakarak Gezi hatıraları canlanan sadece Erdoğan değil. Solun değişik kesimlerinde de bu hareketle Gezi ayaklanması arasında benzerlik kuranlar az değil.

Ama Geziyle benzerlik ve farklılıklarıyla ve Türkiye’deki yankılarıyla ayrıca ilgilenmek üzere şu “Sarı Yelekliler” hareketine daha yakından bakmak lazım. Bilhassa Fransa tarihinin özgünlükleri ve özel olarak da Macron hükümetinin kendine özgü karakterine bakmak gerekiyor.

“Sarı yelekliler” hareketinin beklenmedik biçimde patlak vermesini ve yayılarak süreklilik kazanmasını anlayabilmek için önce Fransa tarihinin derinliklerinden gelen bir orijinaliteyi akla getirmek yararlı olur.

İlgisiz gibi görünse de, “Sarı Yelekliler” hareketini anlamaya çalışırken adeta Fransız halkının ruhî şekillenmesine belirleyici bir damga vurmuş olan çok eski ve pek eskimediği anlaşılan bir hareketi hatırlamak gerekir.

Söz konusu olan onüçüncü yüzyıldani onsekizinci yüzyıla kadar Fransa tarihine özel bir renk katmış olan ve “Jacqueries (jakri)” diye anılan tuz vergilerine karşı köylü isyanlarıdır. Her ne kadar aralarında köylüler de bulunsa, “Sarı Yelekliler” bir köylü hareketi olarak görülemeyecek olsa bile, keyfî vergilere başkaldırma açısından “jacqueries” hareketi akla getirilebilir.

Fransa’da dolaylı vergilere karşı hareketin bu oldukça uzak tarihini hatırladıktan sonra biraz daha yakın geçmişi hatırlamak da iyi olur.

Juppe Planına Karşı 1995’teki Hareket

“Sarı Yelekliler” hareketi başlayıp da yayıldıkça, kimi yorumcular 1995 yılındaki büyük eylemleri hatırlamaya başladı. Söz konusu olan 1995’te yine Kasım-Aralık aylarında tüm Fransa’yı saran büyük grev dalgasıdır. Bu grevler 1968’den sonra görülen en büyük grev dalgası olarak anılır; hâlâ da aşılmamıştır.

O zaman grevlerle birlikte yayılan hareketin tetikleyicisi de bugünküne benzer bir hükümet tedbiriydi. Jacques Chirac’ın cumhurbaşkanı seçildikten sonra tayin ettiği başbakan Alain Juppe iş başına gelir gelmez, o gün bugündür “Juppe Planı” diye hatırlanan bir tedbir paketi ilan etmişti. Bu paket esas itibariyle emeklilik hakkının kazanılması için 37,5-40 yıl prim ödeme şartı getiren ve sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan bir plandı.

Doğrusu benzer bir uygulama iki sene öncesinde özel sektör için uygulamaya konmuş (Balladur planı) ve o zaman kamu sektöründe çalışanlar pek ses çıkarmamıştı. Ama kamu sektörüne yönelince özellikle ulaşım, eğitim ve sağlık alanındaki çalışanlardan başlayıp yayılan grev ve sokak gösterileri patlak verdi. Bu grevler 1968’den sonraki en büyük grev dalgası olarak kayda geçti ve o çap bugüne kadar henüz aşılabilmiş değildir.

Bu eylemlerin ardından Juppe hükümeti bu planı geri çekmek zorunda kaldı. Ne var ki hemen ardından buna benzer düzenlemelerin kararnamelerle yapılabilmesini mümkün kılan bir yasa kabul edilmiş ve o gün bugündür benzer kısıtlamalar zaman zaman gündeme gelmiştir. Ne var ki, o zamandan beri bu tür tedbirlere tepkiler daima olsa da, bir daha 1995 grevleri mertebesinde bir tepki henüz görülmüş değildir. Yine de Fransa Solu’nun hafızasında 1995 eylemleri hep yerini korumuş, her vesileyle gelişen toplumsal hareketleri adeta ruh çağırma seansı gibi 1995’i hatırlayarak karşılama refleksi daima var olmuştur. Bu tutum esas olarak çapını kaybeden ve giderek etkisiz gereksiz hâle gelen sendikal hareketin ve  onun kuyruğunda seyreden solun bu etkisiz ve çapsız konumunu telafi etmek için başvurduğu  bir tür nostaljiden ibarettir.

Esas itibariyle grevlere yol açmayan ve grevlerle gelişmeyen “Sarı Yelekliler” hareketi de besbelli 1995’tekine benzer bir hareket olarak görülemez. Aksine başlıca özelliği buna benzememesidir.

Bu itibarla hâlihazırdaki “Sarı yelekliler” hareketinin 1968’e benzemediği gibi, 1995’tekine benzeştirilmesinin de hiçbir temeli yoktur.

2016 Baharındaki Çalışma Yasasına Karşı Eylemler ve Sarı Yelekliler

Öte yandan biraz daha yakına gelince, 2016 baharında O zamanki Başbakan Emmanuel Vals’in çalışma bakanı El Khomri’nin getirmek istediği çalışma yasasına karşı eylemler dalgası da zaman zaman hatırlanmaktadır. Doğrusu bunlar da esas itibariyle sendikal örgütlenmelerin başını çektiği ve 2016 yılının Mart-Eylül aylarında kendini gösteren bir eylemler dizisidir. Bu yönüyle de 1995’in küçük bir kopyası olarak görülebilir. Bu eylemler söz konusu yasa tasarısının geri çekilmesine vardı ise de, aynı tedbirlerin hükümet kararnameleriyle yürürlüğe konmasının önünü kesememişti. Her hâlükarda bu eylemler dalgasının da ne hedefleri, ne bileşenleri ve ne de benimsediği eylem biçimleri itibariyle bugünkü Sarı Yelekliler Hareketi ile bir benzerliğini bulmak mümkün değildir.

Bununla birlikte bu eylem dalgasının bir aşamasında, tam olarak 31 Mart 2016’dan itibaren ortaya çıkan “Ayakta Geceler = Nuits Debouts” hareketiyle bugünkü Sarı Yelekliler hareketi arasında bir takım benzerlikler bulmak ve hatta bir nevi süreklilik ilişkisi kurmak mümkündür.

“Ayakta Geceler” ve Sarı Yelekliler

31 Mart 2016’da  El Khomri yasasına karşı en büyük yürüyüşlerden birinin sona ermesini takiben, eylemden çıkan ve çoğunluğu gençlerden oluşan kalabalık bir grubun Republique meydanına yönelip meydanı işgal etmesiyle başlayan bu “ Ayakta Geceler” hareketi ile hâlihazırdaki Sarı Yelekliler hareketi arasında gerek kimi  öne çıkan figürleri itibariyle, gerekse de başka yönleriyle benzerlikler kurmak zor değildir.

Her şeyden önce, iki hareket arasında kendilerini “apolitik” yahut daha doğrusu “mevcut siyasi kurum ve örgütlenmelerin dışında tutma” tutumları bakımından bir benzerlik olduğu tartışmasızdır. “Ayakta Geceler” hareketine katılanlar kendilerini bir “yurttaş hareketi” olarak tarif etmekteydi. Sarı Yelekliler için de bir ölçüde bu söylenebilir.

“Ayakta Geceler” eylemleri boyunca sık sık forumlar düzenlenmekte, yeni bir anayasa konusu tartışılmakta idi.  Ne var ki, “Ayakta Geceler” hareketine katılanlar açıkça kendilerini İspanya’daki Podemos hareketi ile, Yunanistan’daki Syriza ile ve benzeri hareketlerle açıkça özdeşleştirmekte ve bu bakımdan kendilerini solda (hiç değilse bir tür yeni sol içinde) gören bir hareket iken, sarı yelekliler hiçbir biçimde kendilerini böyle tarif etmemektedir; öyle tarif edilmeleri de mümkün değildir.

Öte yandan “Ayakta Geceler” hareketi her ne kadar Republique Meydanının ötesinde de (hatta Fransa dışında bile) yankılanmış olsa da, bu merkez etrafında şekillenen bir hareketti. Oysa Sarı yelekliler hareketi başından itibaren sadece belli başlı büyük şehirlerde değil kimi küçük yerelliklerde de kendini gösteren çok geniş çaplı ve Fransa çapında diye anılabilecek bir harekettir.  Her ne kadar cumartesi günleri Paris öne çıkıyor gibi görünse de, bu cumartesi eylemleri Paris kadar Toulouse, Bordeaux, Nantes, Marsilya gibi bir çok başka belli başlı kentlerde de  her cumartesi Paris’teki kadar önemli ve geniş çaplı eylemlerle sürmektedir.

Nihayet “Ayakta Geceler” ve önceki başka eylemler esas olarak ağırlık merkezi Paris’te olan eylemler iken Sarı yelekliler (cumartesiler bir yana) esas olarak muhtelif ve çok sayıda otoyol kavşaklarındaki blokaj noktalarından başlayıp, oralarda kesintisiz bir biçimde sürmekte olan bir hareketi ifade etmektedir.

Başlangıçta bir nevi trafiği durdurmak amacıyla başlayan bu (yüzlerce) blokaj noktaları çoktan beri herhangi bir yol kesme eylemi olmaktan çıkmış ve canlılığını yitirmeyen buluşma/dayanışma noktaları hâline gelmiş durumdadır.

Nihayet “Ayakta Geceler” ile Sarı Yelekliler arasında bir paralellik kurma çabalarının odağında yer alan etkenlerden biri de Jean Luc Melanchon ve François Ruffin’in önde gelen isimlerini oluşturduğu France Insoumise (Boyun Eğdirilemeyen Fransa) hareketi gibi görünmektedir.

Doğrusu “Ayakta Geceler”  hareketinin arkasında Ruffin’in Fakir dergisinin bulunup onun çektiği bir film olan “Merci Patron” olduğu tartışmasız olmakla birlikte, Sarı Yelekliler’in ne (aslında yerel bir dergi olan) Fakir dergisinden haberi vardır ne de bunlar arasında Merci Patron filminden haberdar olanların kayda değer bir sayıda olduğu söylenebilir.

Buna karşılık Melanchon ve Ruffin’in Sarı Yelekliler hareketi üzerinde bir etki yaratmak için kayda değer bir çaba içinde (en azından herhangi bir başka siyasi hareketten daha fazla)  olduğu tartışmasız.

Buradan anlaşılması gereken olgu şudur: France Insoumise hareketi kendini mevcut ve geleneksel partilerin dışında tutarak hareket ettiği için ve Nuits Debouts’dan itibaren kendini “Sol Parti” etiketinden arındırarak güya başka bir hareket olarak tarif ettiği için bu tür hareketlerle kendisi arasında bir paralellik kurmaya ve ilk seçimlerde bu teması oya devşirmeye dönük bir strateji izliyor. Bu stratejinin başarı şansının ne kadar olduğu şimdilik  oldukça şüpheli.

Bununla birlikte son bir nokta olarak altını çizmek gerekir ki, “Ayakta Geceler” ve France Insoumise hareketi ile Sarı Yelekliler hareketi arasında bir benzerlik kurmak gerekecek ise, bu olsa olsa Sarı Yelekliler hareketinin hedef tahtasında olan Emmanuel Macron’un başkan seçilmesinde Melanchon ve France Insoumise hareketinin kendini sözüm ona siyaset kulvarının dışında tutarak yürüme stratejisinin hatırı sayılır bir rolü olduğu söylenebilir.

Zaten Front National’e (şimdi artık Rassemblement National) oy vermiş olan kesim dışında Sarı Yelekliler’in büyük kısmının son seçimlerde (güya kendini geleneksel sağ ve solun dışında gösteren) Macron’a oy vermiş olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

Bir bakıma kendini geleneksel çizgilerin dışında tarif eden hareketlerin şimdiye kadarki en büyük hediyesi büyük sermayenin adayı Macron olmuştu. Sarı Yelekliler Hareketi de önceki eylemlerle ancak bu payda üzerinden aykırı bir biçimde ilişkilenebilir. Bu hareketin geleceği de ancak bugüne kadarki sürecin dersleri üzerinden tasavvur edilebilir.

Her ne olursa olsun, toplumun geneli üzerindeki etkisi ve hükümetleri sıkıştırması bakımından Sarı Yelekliler hareketinin öncellerinden daha geniş çaplı bir hareket olarak kayda geçeceği şimdiden söylenebilir. Her şey bir yana, etkisi altına aldığı kesimler birbirlerine benzemese ve eylem biçimleri arasında bir benzerlik olmasa da  “Sarı Yelekliler” hareketinin Fransa’da siyaset sahasını etkileyen en büyük protesto ve muhalefet eylemleri arasında sayılacağı şüphesizdir.

“Sarı Yelekliler” Hareketinin Özgünlükleri

“Sarı Yelekliler” hareketini önceki başka eylemlerle karşılaştırıp Fransa tarihinde bir yere tasnif etmeye kalkışmak nafile bir çaba olur.

Her şeyden önce bu hareketin kimi çarpıcı özgünlüklerine işaret etmek icap eder.

1968 hareketi esas itibariyle öğrencilerden başlayıp giderek sendikalı ve sendikasız işçileri ve kamu çalışanlarını da içine çeken bir hareketti. Giderek Paris’in Sen nehrinin sağ yakasından başlayıp barikatlar kurulmasına ve polisle jandarma kuvvetleri arasında sert barikat çarpışmalarına varan bir hareket olmuştu. Aslında işçilerle öğrencileri birbirinden ayıran grevlere de yol açmıştı.

Öğrenci hareketi esasen bir sosyolojik ayrım değildi. Öğrenci hareketi denen, esasen sendikalı işçilere hâkim olan SBKP yanlısı veya sosyal demokrat sendikaların etkisi altında olmayan daha çok maoist, troçkist ve anarşist akımlardan etkilenen bir siyasi hareketi ifade etmekteydi.

Sendikaların ve Komünist Partisi’nin bu harekete yanıt vermek zorunda kalması ise bu hareketle bütünleşmekten ziyade sendikalı işçilerin bu harekete katılmasını önleyebilmek ve fabrikaların duvarları arasında kalarak eylemlere yankı vermesini sağlayabilmek için bir oportünist tedbirdi. Nitekim nispeten başarılı da oldu.

Bununla birlikte sokak çatışmaları ve barikatlarla başlayıp grevlerle büyüyen bu hareket Fransa’da 1936’dan sonra görülen en büyük eylem olarak tarihe geçti.

Hem uluslararası gelişmelerden etkilenen hem de uluslararası bir etki yaratan bu hareket de tarihe geçti. Sonuçta General emeklisi De Gaulle’ün sıkıyönetim tedbirleriyle ve kendi şartlarını dayatarak geri dönüşüyle bastırıldı.

1995’teki grev dalgası da çatışmaların ve barikat çarpışmalarının damgasını taşımasa da hükümetin kemer sıkma politikalarına en yaygın ölçekte ve en sert biçimde gelişen bir kitlesel muhalefet hareketi olarak Fransa tarihinde ve hafızalarda bir yer edindi.

Kuşkusuz “Sarı Yelekliler” hareketinin de Fransa tarihinde ve Fransızların belleğinde belirgin bir yer tutacağı şimdiden bellidir. Bu itibarla bu hareketin sonuçlarına varmasını beklemeden mahiyetini ve özgünlüklerini değerlendirmekte yarar var.

“Sarı yelekliler” hareketinin patlak vermesine neden olan hükümet tedbiri yakıttan alınan verginin mazotta benzinden fazla olmak kaydıyla 2019 Ocak ayından itibaren artacağının ilan edilmesi olarak kayda geçse de, aslında bu hareketin gelişi 2018 yılının başından beri kendini göstermekteydi.

Evvela çevre kirliliğini önleme gerekçesiyle hız sınırının 80 km/saate indirilmesine karşı protestolar başlamıştı.

Bu kararı protesto edenler arasında bazılarının araçlarda bulunması zorunlu olan fosforlu sarı yeleklerini giymesiyle bugün bir simge hâline gelen  kisve belli başlı otoyollarda ve kavşaklarda ilk kez kendini gösterdi.

O vakit bu hareket kendini “öfke” hareketi olarak adlandırıyordu. O aşamadan itibaren geleneksel kurum ve örgütlenmelerin dışında sosyal medya ve internet üzerinden birbirleriyle irtibatlanan eylemciler aynı zamanda sonradan “Sarı Yelekliler” hareketinin de ayırdedici bir özelliği olan iletişim kanallarını kullanmaya başlamıştı.

Nihayet hükümetin Eylül 2018’den itibaren yine çevre kirliliğini önleme gerekçesiyle 2019 Ocak ayından itibaren akaryakıt vergilerine zam yapılacağını ilan etmesiyle birlikte bugünün “Sarı Yelekliler” hareketi yayılıp süreklilik kazanmak üzere kendini gösterdi.

Doğrusu yakıtlardan alınan verginin arttırılması bir sürpriz değildi. Değişik vesilelerle hükümet bunun işaretini vermekteydi. Bu vergi zammının kendisi çok ağır ve infial yaratacak büyüklükte (yüzde 11,5 civarında) olmasa da 2017, 2018 arasında yakıt fiyatlarında benzin için yüzde 15 mazot için yüzde 23 olmak üzere zaten bir artış olmuştu. Aslında Fransa’da yakıt fiyatlarının yüzde 60’ı zaten (KDV de dahil) vergi ve harçlardan oluşmaktadır.

Bu yeni karar aslında sık sık söylendiği gibi bardağı taşıran son damla oldu. Nitekim eylemlerin boyutlanması üzerine hükümetin bu zammı önce erteleyeceğini sonra tamamen iptal ettiğini açıklamasına rağmen eylemlerin seyri değişmedi.

Zira asıl infial nedeni daha derindeydi. 2008 krizinden itibaren Fransa’da vergi ve harçlar sürekli artmakta. 2009 GSMH’sinin yüzde 41’i mertebesinde olan vergi kesintileri ve harçlar 2017’de yüzde 45’i geçti.

İşte “taşan bardak” buydu. Açıkçası hareketin patlak vermesi ve boyutlanmasıyla birlikte bu yakıt vergisine yapılan zamdan bahseden kalmadı.  Genel olarak hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısına dair şikayetler hâlâ önemli bir sorun olarak dile gelse de, hükümete yönelik talepler belirgin biçimde öne çıktı.

Artık “Sarı Yelekliler” hareketinin temel sloganı tartışmasız biçimde “Macron İstifa”, “meclis lağvedilsin; seçimler yenilensin” ve hepsinden ziyade öne çıkan “RIC (Referendum d’Initiative Citoyen=Yurttaş İnisiyatifiyle Referandum)” oldu. Bu referandum talebi gerek bir yasanın kabulü yahut kaldırılması anlamında herhangi bir yasama konusunda; gerek bir anayasa değişikliği hakkında; gerekse de herhangi bir makamda bulunan bir kimsenin makamından ayrılması için olmak üzere bir kısım yurttaşın talebiyle referandum yapılması anlamına geliyor. Somut olarak da son vergi zammı konusunda olduğu gibi başbakan ve/veya cumhurbaşkanının istifasını belirlemek üzere yurttaşların referandumla karar vermesi talebini ifade ediyor. Bu bakımdan bugün gelinen noktada “RIC”, “Sarı Yelekliler” hareketiyle özdeşleşmiş durumda.

Bir başka deyişle bu hareket öyle görülse ve gösterilse bile, ekonomik bir talep etrafında örülmüş bir hareket olmanın ötesinde siyasi ve hatta kalıcı olma iddiası taşıyan bir harekete dönüşmüş durumda. Bununla birlikte bileşimi, örgütsüz ve temsilcisiz olması nedeniyle ve ancak eylem halinde olduğunda peydah olmasından ötürü alışılmış siyasi hareketlerden farklı görünüyor.

Beri yanda “Sarı Yelekliler” mevcut muhtelif siyasi örgüt ve akımları aşan, hiçbirinin heybesine girmeyen/sığmayan bir hareket. (bu bakımdan Gezi ayaklanmasına benzer). Ama, mevcut siyasi kurum ve örgütlenmelerin dışında/ötesinde olma iddiası ve özelliği gösterse de asla apolitik olarak tanımlanamayacak bir harekettir.

Her ne kadar somut bir iktidar hedefi olmasa da, somut olarak siyasi iktidara karşı olması itibariyle politik talepleriyle şekillenen bir harekettir.

Bu nedenle bilhassa geleneksel siyasi yapıların apolitik bir hareket olduğu yönündeki iddiaları doğru değil.

Öte yandan muhtelif siyasi akımlar bu hareketi kendi yedeklerine almaya yeltenseler de bu girişimler her seferinde beyhude oldu. Örneğin söz konusu zam konusunda ilk resmi açıklamalar Marine Le Pen’in Front National/Rassemblement National’inden (Milli Cephe/Milli Toparlanma) gelmişti.

Bu nedenle en başta bu hareketin içinde yer alan FN/RN taraftarlarının kimi ırkçı ve yabancı düşmanı tutumları ilk aşamada harekete böyle bir görünüm verdi.

Ne var ki, özellikle hareket polis ve jandarmayla sert çatışmalara girdiği andan itibaren bu akım kendini bu hareketle özdeşleştirmekten özenle kaçınmaktadır.

SP ve KP ile muhtelif sendikal örgütlenmelere gelince… Sadece bunlar değil, Anarşist Federasyon ve CNT gibi büyük anarşist akımların yanısıra uç solun muhtelif bileşenleri de bu harekete kendi kimlikleri ve pankartlarıyla katılmaktan imtina ediyor. KP’ye yakın CGT’nin eylemlere turuncu yeleklerle katılarak kendini gösterme girişimi de boşa çıktı. Bununla birlikte tüm bu akımların tabanlarından unsurlar eylemlerde öyle ya da böyle yer almaya devam ediyor.

“Sarı Yelekliler” hareketi içinde az çok kendini göstermeye çalışan siyasi akımların başında ise “Ayakta Geceler” eylemlerinde olduğu gibi, Jean Luc Melanchon’un “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketi ve onun desteklediği François Ruffin nispeten öne çıkmakta. Kendini gösteren bir diğer siyasi akım da NPA (Yeni Anti-Kapitalist Parti).

Bunların dışında basında öne çıkan/çıkartılan kimi figürler de var. Bunlardan biri vergi zamlarına karşı bir dilekçeyi ilk imzaya açmasıyla kendini gösteren siyahi kadın aktivist Priscilla Ludoski, bir diğeri de döner kavşaklarda blokaj fikrini ilk ortaya atan ve zaman zaman hareketin önderi diye göz altına alınıp bırakılan uzun yol şoförü Eric Drouet. Bir de eylemler sırasında bir şarapnel ile bir gözünü kaybeden Jerome Rodriguez. Ne var ki bunlar ve benzeri biçimde öne çıkarılan başkaları (hükümet bu gibi unsurları muhatap olarak karşısına almaya hevesli olsa dahi) hâlâ “Sarı Yelekliler” tarafından temsilci olarak kabul edilmiyor.

Daha somut ve muhtemel bir hareketin temsilcileri olmaya aday olanlar ise, daha çok Fransa’nın her yerindeki yüzlerce kavşakta nöbetlerini sürdüren “Sarı Yelekliler”in seçtiği sözcüler.

Örneğin Rouen çevresindeki kavşaklarda bulunan “Sarı Yelekliler”in sözcü olarak seçtiği François Boulo (32 yaşında bir avukat) bunlardan biri. Onun gibi daha temsilî başka unsurlar da hareket örgütlenmeye başladıkça kendini gösteriyor.

Açıkçası beşinci haftadan itibaren bir biçimde federe olma gayreti içinde olan eylemcilerin bu kesiti hareketin asıl ana gövdesini oluşturuyor. Her ne kadar daha çok göze çarpan cumartesi günleri Paris caddelerinde kendini gösteren çatışmalı büyük yürüyüşler olsa da, “Sarı Yelekliler”i bu eylemlerden ziyade kavşaklarda görmek lazım. Zira Fransa çapında varlık ve süreklilik gösteren daha çok bunlar.

Sadece Paris’le sınırlı olmayan (Rouen, Marsilya, Toulouse, Nantes, Bordeaux gibi belli başlı kentlerde de kendini gösteren) cumartesi eylemleri hareketin görünen ve kitlesel yüzü olsa da, kavşaklardaki hareket daha belirleyici.  Düzenli biçimde ateş etrafında toplanan, sık sık polis tarafından yıkılan barakalarını tekrar tekrar kuran bu kavşaklardaki  “Sarı Yelekliler” hareketin asıl yüzünü oluşturuyor. Birbirleriyle ve başkalarıyla yakın ve sıcak temaslar bu kavşaklardaki ateşler etrafında kuruluyor.

Üstelik başlangıçta yol kesmek üzere başlayan blokaj pek çok yerde fiilen kalkmış durumda. Çünkü trafikteki her beş-altı araçtan birinin ön camında görünür biçimde bir sarı yelek var. Blokaj noktalarına yaklaşan araçlar da kısa sürelerle durarak yahut durmadan dayanışma duygularını gösteriyor.

Daha ilginci bilhassa hafta sonları veya iş saatleri sırasında bir saati aşkın süren kuyrukların oluştuğu kimi paralı geçiş noktalarında “Sarı Yelekliler” birkaç dakika blokaj yaptıktan sonra parasız geçiş için gişeleri açıyor ve adeta mucizevi biçimde kuyrukların ortadan kalktığı görülüyor. Hükümet ise tamamen çaresiz. Para ödemeden geçen araçların kameralarla tespit edildiğini ve bu araçlardan geçiş ücretlerinin tahsil edileceğini açıklasa da herhangi bir değişiklik sağlayabilmiş değil. Hiç kuşkusuz “Sarı Yelekliler” hareketinin asıl gövdesi bunlar. Bunlar olmadığı takdirde cumartesi eylemlerinin süreceği de çok kuşkulu.

Nitekim son haftalarda polis kuvvetleri daha çok merkezdeki eylemler öne çıkarılsa da bu kavşaklara saldırarak (bazen resmi kıyafetleriyle bazen sivil olarak) oralardaki barakaları yıkıyor. Tekrar tekrar kurulan barakaların çoğu ise artık tasfiye olmuş durumda.

Nitekim bu kavşak nöbetleri gerek kendiliğinden gerekse de polis ve jandarmanın baskısıyla dağıtıldıkça Paris’teki cumartesi eylemlerinin de çapı ve çehresi değişmekte. Buna karşılık Bordeaux, Toulouse, Rouen ve Nantes gibi merkezlerde de Paris’tekine benzer bir gelişme sürüyor.

16 Mart Eylemi
Bir Dönüm Noktası

Ne var ki 16 Mart’ta Paris’teki eylem bu bakımdan farklı bir son kerte oldu. Hükümetin Sarı yelekliler hareketinin önünü kesmek için icat ettiği “Büyük Ulusal Tartışma” forumunun sonuçları 17 Marta rastlayan hafta sonunda açıklanacaktı. Genellikle bu hükümet organizasyonuna itibar etmeyen Sarı yelekliler bunu teşhir etmek için o haftasonu bütün Fransa’dan Paris’e akarak bir protesto eylemi yapacaklarını ilan etti. Bu bakımdan hükümet Sarı Yeleklilerin itibar etmediği bu tartışma sürecinin sonuçlarını açıklamaktan ürktü ve ileri attı.

Buna rağmen Paris merkezli bir toplu protesto eylemi planı yol almıştı bile. Bu yüzden 16 Mart cumartesi günü başka şehirlerden gelenlerin de buluştuğu bir eylem Paris Champs Elysees caddesinde başladı. Doğrusu başka bölgelerden gelenler bahis konusu olduğundan, eylemlerin ilk günündeki kadar kalabalık bir kitle toplanmadı.  Buna karşılık görece daha militan bir topluluk olduğu da görünüyordu.

Örneğin banliyölerden topluca gelen gençlerin sayısında belirgin bir artış vardı. Keza her eylemde bir fırsatını bulup cam çerçeve kıran ve fırsat buldukça polis/jandarma ile çatışmaya giren Black Block denen unsurlar ve daha marjinal olan ACAB (All cops are bastards = Bütün aynasızlar piç kurusudur) militanları da bu eylemde görece göze çarpar bir varlık gösterdi.

Sonuçta Champs Elysees caddesindeki pek çok dükkan ve özellikle gazete satış kulübelerinin hepsi yakıldı ya da tahrip edildi.

Doğrusu sarı yeleklilerin ilk eyleminde de buna yakın bir tahribat olmuştu. Ama o zaman çok daha kalabalık bir kitle Elysee sarayının kapısına kadar inmişti. Bu kez daha az eylemci daha çok yaralı ve gözaltıya karşılık daha büyük bir tahribat oldu ve kitle saraya kadar inemedi.

Bununla birlikte bu son eylem Emniyet müdürünün istifaya zorlanması ve bir dizi olağanüstü hal tedbirinin alınmasına vesile oldu. O nedenle bir dahaki haftasonundan itibaren hareketin seyrinin nasıl olacağı henüz belirsiz.

Bununla birlikte sarı yelekliler hareketinin Mayıs ayı sonunda yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimlerine kadar herhangi bir biçimde sürmesini öngörmek gerekir. Zira değişik kesimler, farklı biçimlerde bu hareketten AB meclisindeki varlıklarını arttırmak için yararlanmak istiyor. Örneğin adını değiştirerek RN (Rassemblement National= Milli Toparlanma) yapan Le Pen’in bölünerek güç kaybeden FN partisi bu harekete başında katılarak güç toparlamak istemişti ama hareketin polisle karşı karşıya gelmesi üzerine nispeten geri durmayı tercih etmişti.

Bununla birlikte RN hala Avrupa Parlamentosunda İtalya’daki 5 Yıldız hareketi, Macaristan’daki Viktor Orban’ın partisi ile Avusturya ve Hollanda’da olduğu gibi muhtelif AB ülkeleri içindeki uç sağdaki partilerle bir blok oluşturma hevesini sürdürüyor. Ne var ki RN’in sarı yelekliler hareketini temsil etme ve buradan güç alma hayalleri suya düştüğü gibi, özünde milliyetçi ve AB karşıtı olan bu akımların Avrupa çapında bir ortak cephe oluşturmalarının önünde ideolojik ve pratik engeller de var. Zira tarifi gereği ulusal ve AB karşıtı olan bu akımların AB bünyesinde enternasyonal bir cephe kurması oldukça paradoksal.
Öte yandan başından beri bu hareketle mesafeli bir ilişki içindeki muhtelif sol akımların Sarı Yelekliler’den kan almaları için bu hareketin sönümlenip pörsümesi ve umutsuzluğa kapılanların kendilerine yeni bir yer aramasını beklemek gerekiyor.

Buna karşılık Melanchon ve Ruffin’in FI hareketinin buradan nispeten daha fazla güç alarak AB’de kendine yer açması görece olası gözüküyor. Bunların yanısıra Sarı yelekliler hareketini AP seçimlerine kadar bir siyasi hareket haline getirmek üzere arayış ve girişimler de kendini gösteriyor.

Bu işten zararlı çıkacak olanların başında Macron ve partisi olacağı artık belli. Şimdiden bu krizi iyi yönetemediği için kendine yakın olabilecek siyasi kesimlerin mesafe aldığı Macron’u Sarı Yelekliler yüzünden istifa etmek zorunda kalmasa bile Fransa’da bir erken seçim olmasa da Avrupa seçimlerinde ciddi bir sıkıntı bekliyor.

Kimdir bu “Sarı Yelekliler”?
“Sarı Yelekliler” İçinde Kimler Var; Kimler Yok?

Şimdi bir de bu “Sarı Yeleklilerin” sosyal bileşimi hakkındaki efsanelere ve gerçeklere değinmek gerekir.

Her ne kadar tek tek kendilerine sorulsa biz “emekçiyiz-proleteriz” diye konuşanlar çok olsa ve kimi sol çevrelerin alışkanlığı gereği öyle tasvir edilse de “Sarı Yelekliler” hareketinin bilinen bir işçi hareketi gibi görülmesi mümkün değil. Hareketin ana gövdesinde ne büyük fabrikalarda çalışan sendikalı/sendikasız işçiler ne de kayıtdışı yahut kayıtlı çalışan küçük işletmelerin işçileri var.

2016 ilkbaharından sonbaharına kadar çalışma bakanı El Khomri’nin adıyla anılan yeni iş yasasını protesto amacıyla başlayan grev ve gösterilerle sokağa dökülen ve yer yer güvenlik güçleriyle çatışmalara da giren sendikalı işçilerin de “Sarı Yelekliler” hareketi içinde gözle görünür bir varlığı yok.

Özellikle de 2005 yılında bilhassa Paris banliyölerinde başlayan ve sert çatışmalarla, yakılan yüzlerce araçla hafızalarda yer eden banliyö ayaklanmalarında yer alanlar da net bir biçimde bu eylemlerin içinde değiller.

Her ne kadar yakılan araçlar, kırılan vitrinler ve güvenlik kuvvetleriyle çatışmalar gibi özellikleriyle görünüşte benzerlikler kurulsa da iki eyleme katılanlar arasında hiçbir benzerlik yok. Bilakis bugün eylemlerde yer alanların büyük çoğunluğunun 13 yıl önceki eylemlere katılmadığı gibi karşı olduğunu görmek zor değil. Bugün eylemlerde yer alanlar arasında da Paris banliyölerinin genellikle yabancı kökenli gençlerinin yer almadığı da tartışmasız.

Ama bunlar ve bilhassa en çok bilinen örgütleri olan Adama Kolektifi, onsekizinci hafta Champs Elysees eylemlerinde belirgin biçimde göze çarpmaya başladı. Hükümetin 2005’tekini andıran olağanüstü hâl tedbirleri almaya karar vermesi de bu haftayı takiben oldu.

Öte yandan 2009-2010 arasında Paris’e olduğu kadar Fransa’nın  pek çok yerine de yayılarak bir zirve noktasına ulaşan “Kağıtsızlar Hareketi”nin bileşenlerini de bu eylemlerde görmek imkansız. Çoğunluğu Afrikalı göçmenlerden oluşan bu hareketin “Sarı Yelekliler” arasında olmadığını görmek için  özel bir çabaya gerek yok. Zira “Sarı Yelekliler” arasında “renkli derili” eylemcilerin olmadığı çıplak gözle saptanabilecek bir olgu. Siyahlar ve Kuzey Afrikalı göçmenler bu eylemlerin herhangi bir kesitinde göze çarpmıyor.

Bu bağlamda Türkler ve Kürtler de hemen hemen yoklar. Örgütlü yahut az çok toplu biçimde bir katılım olmadığı gibi, genel olarak bu harekete ilgi duyanlar da pek az. Türkiyelilerden eylemlerde görülen kesim daha çok belli başlı Türkiyeli/Kürdistanlı kurumlarda ve eylemlerde görünmeyen üniversitelilerden veya değişik siyasi çevrelerden tek tük katılanlardan ibaret. Nitekim hareketin sekizinci aşamasında flash ball ile vurularak yoğun bakıma kaldırılan hareketin sayılı “gazilerinden” biri olan “Gezi”ci devrimci de yakın zamanda “beyin göçü” diye anılan topluluk içinde Fransa’ya gelenlerden biri.

Nihayet bu “renk faktörü” bir yana, eylemlerde yer alanların Fransa’nın en yoksul kesimlerinden gelmediği de o kadar açık. Tipik “sarı yelekli” asgari ücretin iki katından (3000 euro civarı ve üzeri) az geliri olmayan, hâlâ kredi taksitlerini ödemekte olduğu (bazen bir evde birden fazla olmak kaydıyla) bir arabası ve evi olan ve bu nedenle “orta sınıf” diye adlandırılan Fransızlardan oluşuyor. Bunların önemli bir kesimi emekli. 20’li ve 20’li yaşların altında gençler bu kitlenin içinde yok denecek kadar az. 30’lu yaşlarda olanlar nispeten göze görünür oranda.

Kadın/erkek oranı bakımından genelde aşina olunandan daha düşük bir kadın varlığı göze çarpıyor. En azından yarı yarıya olmadığı kesin. Kadınlar ve gençler daha çok cumartesi eylemlerinde çoğalıyor. Ama hükümetin liselerde giriştiği provokatif baskı uygulamalarına rağmen gözle görünür bir gençlik katılımı hiçbir aşamada olmadı.

Öte yandan çarpıcı bir biçimde banliyölerin gençleri, göçmenler ve siyahların katılımı (yine Cumartesi günleri artmakla birlikte) az.

Türkçe okurlar bakımından önemli olan bir husus ise, Türkiyeli ve Kürdistanlıların hemen hemen hiçbir biçimde bu eylemler içinde yer aldıklarının söylenemeyecek olmasıdır. Kuşkusuz bunun nedenlerinden biri Türkiyeli ve Kürdistanlıların bu tür eylemlere (1 Mayıs’lar dahil) kendilerini kimlik ve sloganlarını göstermek üzere katılma eğiliminde olması. Bu bakımdan örgüt kimliklerinin herhangi bir biçimde öne çıkmadığı bu tür eylemlerin herhangi bir biçimde bu kesimlerin dikkatini çekmesi söz konusu bile değil.

Öte yandan asıl önemli etken Türkiyeli ve Kürdistanlı mültecilerin genel olarak Fransa’daki siyasi gelişmelerle ilgilenmemesi ve bu tür siyasi eylem ve etkinlikleri hemen hemen tamamen ilgisiz kalma alışkanlığı içinde olması. Bu aynı zamanda mültecilik sözleşmesinin ‘Fransa’da siyasete karışmama şartı’ ile de bir ölçüde ilgili bir durum olsa gerek. Hiç kuşkusuz Fransa gizli servisinin bu mülteci örgütlenmelerini sık sık denetleyip üstü kapalı tehditlerle hizaya getirmesi de hatırı sayılır bir etkendir.

Ama hepsinden önemlisi mutlaka başka bir noktada aranmalı. Her ne kadar görünüşte bu kesimlerin hepsi asıl görevlerinin ve varlık nedenlerinin “Türkiye’deki Erdoğan Diktatörlüğüne karşı mücadele” olduğu bahanesinin arkasına sığınmakta olsalar da Erdoğan rejiminin kendi başına ve boşlukta durmadığı da besbellidir.

Ama hepsinden önemlisi mutlaka başka bir noktada aranmalı. Her ne kadar görünüşte bu kesimlerin hepsi asıl görevleri ve varlık nedenleri olarak “Türkiye’deki Erdoğan Diktatörlüğüne karşı mücadele” bahanesini dile getirseler de, Erdoğan rejiminin kendi başına ve boşlukta asılı durmadığı da besbellidir. Bir başka deyişle Sarı Yelekliler’in hedef aldığı hükümetin aynı zamanda Erdoğan’ın iktidarının arkasındaki emperyalist güçler arasında yer aldığı sır değildir. Bu itibarla Erdoğan’ın iktidarına karşı bir mücadelenin aynı zamanda onun arkasındaki güçlere karşı mücadelelerle güçlenmesi gerektiği de açık olsa gerektir.

Ne var ki Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin anti-emperyalist mücadeleye bakışlarının emperyalist metropollerdeki devrimci, hükümet-karşıtı mücadelelerle dayanışmak ve onların içinde yer almaktan uzak olduğu da sır değildir.

Aksine Türkiye ve Kürdistan’da görece radikal bir tutumu temsil edenler emperyalist metropollerde inadına reformist ve pasifist bir çizgi izleme, bu merkezlerde “demokratik refleksleri” harekete geçirme gibi pasif ve pasifist bir tutum içinde oldukları malûmdur. Türkiyeli ve Kürdistanlı solcuların Sarı Yelekliler hareketi ile ilişki ve ilgisinin yok denecek düzeyde olmasının ardında bu çarpık enternasyonalizm anlayışı yatmaktadır.

Komünistlerin ödevi de her vesileyle Komünist bir Enternasyonal’in eksikliğini öne çıkarmak üzere her somut gelişmeyi vesile etmek olsa gerektir.

EK ÇERÇEVE:

Jacqueries Hareketi ve Fransızların Vergilerle Kavgasının Tarihçesi

Onüçüncü yüzyıldan 1789 devrimine kadar neredeyse kesintisiz bir süreklilik içinde kendini gösteren ve genellikle Jacqueries diye bilinen köylü isyanları tartışmasız bir biçimde Fransa tarihine damga vurmuş bir hareketti. Bu hareket de bugünkü gibi halkın (o zaman köylülerin) keyfî ve seçmeci vergilere kaşı sert karakterli isyanlarını anlatır.

Ortaçağ Fransası’nda tuz tekeli feodal senyörlerin elindeydi ve büyüklük sırasına göre bunların belli başlı imtiyazlarından sayılırdı. Malî sıkıntılar ve/veya kimi zaman da keyfî nedenlerle senyörler kendi altlarındaki senyörleri ve esas olarak da köylüleri vergilendirirdi. Tuz deyince kastedilenin sofra tuzu olmadığı açık olsa gerek. O zaman tuz bilhassa etleri ve genel olarak yiyecekleri saklamak için salamura olarak ve küçükbaş hayvan besiciliğinde kullanılıyordu. Köylüler için elzemdi. O kadar ki ondokuzuncu yüzyılın ortasında bile Marx bir tuz kıtlığının Avrupa’da ayaklanmalara neden olabileceğinden bahsedecekti.

Bu bakımdan Fransa 13. yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar (en büyükleri 16. yüzyılda olmak üzere) büyük ve kanlı köylü ayaklanmalarına sahne oldu.

Sonuç itibariyle “gabelle” denen tuz vergisi 1789 devrimiyle birlikte kaldırıldıktan sonra bu hareket nihai olarak son buldu. Öyle ki Napolyon yeniden tuza vergi koyduğu hâlde “jacquerie”ler bir daha görülmedi. Bununla birlikte Fransa’da dolaylı vergiler ve bunlara karşı başkaldırılar hiç bitmedi. Bir bakıma Fransızların ruhî şekillenmesinde bu tepki önemli bir yer edindi.

Bugün Macron’un adeta tuz vergisine benzer bir biçimde yakıta vergi zammı getirmesinin hemen hemen her kesimden Fransız’ın katıldığı büyük bir heterojen kitle isyanına neden olmasının başlıca nedenlerinden biri kuşkusuz bu tarihî olgudur. Bunu aynı zamanda “bizi değil Mc Donald’s’ı, Carrefour’u, Google’ı vergilendir!” sloganından da görmek zor değil.

Doğrusu, “Jacqueries” hareketi de benzer taleplerle isyan etmekteydi. Tabii vergi karşıtı bir hareketi uysal bir tepki olarak görmek de yanlış olur. Fransa’daki köylü hareketleri boyunca sadece büyük senyörlerin askerleriyle köylüler arasında çatışmalar olduğunu düşünmek de doğru değil. Tersine bütün bu isyanlar boyunca ve arasında binlerce vergi tahsildarının da kelleleri gitmişti. Daha önemlisi bir noktadan itibaren vergi karşıtı harekete burjuvalar da kendi renklerini ve yöntemlerini katarak katılacaktı; bu katılım bir yanıyla da köylülerin isyankâr ve sert eylemlerinin yumuşamasına yol açan bir katkı olmuştur.

İşin doğrusu vergilere karşı tepkilerin değişik dönemlerde değişik kisveler altında baş göstermesinin ardında, özellikle Ortaçağ boyunca köylülerin ağır bastığı görülse bile, 17. ve 18. Yüzyıllarda da vergiler karşısında bu yeni aktörün sahneye çıktığının altını çizmek isabetli olur. Bu dönemeçte bir yanda görece zayıf aristokratlar üzerlerindeki kraliyet vergilerinden şikayetlerini dile getirip, bu yükü hafifletmek istiyorlardı. Küçük de olsalar şatolara ve silahlı kuvvetlere sahip olan bu kesim tabi oldukları büyük derebeylerine diş geçiremediklerinde kendi hakimiyetleri altındaki kesimlere bu yükü aktarmaya yönelmekteydi. Bunlar arasında bittabi köylüler olduğu gibi yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan burjuvalar da vardı.

Bu şartlarda küçük soylular vergi muafiyeti elde etmek yahut bu alandaki avantajlarını korumak için çabalarken, burjuvalar vergi yükünün soyluların sırtına aktarılmasında ısrarcıydılar. “Çok kazanandan çok az kazanandan az vergi” şiarının atası o zaman kendini gösterdi. Çok zenginden çok, az zenginden az vergi anlamına geliyordu bu. Ve o zaman zenginliğin kaynağının ne olduğu bilinmiyordu.

Açıkçası her iki kesim de köylüleri elinin altında tutma arayışındaydı. Soylular için köylüler daha çok asker ve emek gücü olarak silah altında tutulurken burjuvalar ise bunları vergi yüküne karşı tepki göstermede müttefik olarak görme eğilimindeydi. O zamanlar büyük ölçüde loncalarda örgütlü olan esnaf ve zanaatkarlar ise, ekseri bu alandaki çatışmanın dışında kalmaktaydı.

Bütün bu kesimlerin soyluları dışlayarak bir araya gelişi ise 1789 “İhtilal-i Kebir”inde olacak ve Jacqueries isyanlarının sert ve kanlı karakterini hatırlatan eylemler bir kez daha bu dönemeçte kendini gösterecektir. Bu kez öfke ve isyan, tahsildarlar ve küçük aristokratlarla hesaplaşmakla yetinmeyip bir bütün olarak soyluların topunu sepete (önemli bir kısmı giyotin sepeti olmak kaydıyla) atacaktı. Bu yeni isyanın içinden de ilk proleterler ve onların saflarında devrime katılanlarla birlikte komünist hareketin öncülleri (Babeuf ve taraftarları) baş gösterecektir.