Seminer dizilerimizin ikinci modülü “Sınıf Mücadelesinin Stratejisi ve İttifakları”, “Savaşı İç Savaşa Çevirmenin Gerekçesi ve Yöntemleri” başlıklı dördüncü oturumunun transkripsiyonu aşağıdadır.

Konuşmacı: Merhaba arkadaşlar, bugün sosyalizm ve savaş hakkında konuşacağız. Bugünkü seminerimize savaşı iç savaşa çevirmenin gerekçesi ve yöntemi diye bir başlık koyduk. Size nasıl anlatmak istediğimi açıklayayım. Öncelikle doğrudan yani lafı fazla uzatmadan sosyalistlerin savaş stratejisi ne olmalıdır, savaş karşısında nasıl davranmalıdırlar kısaca bunları anlatacağım. Daha sonrasında 1. paylaşım savaşı sırasında ortaya çıkmış sosyal şovenizm kavramının ne olduğunu anlatacağım ve ardından bunun 2. Enternasyonal’in çöküşü ile bağlantısını ele alacağım.

Biz bu elimizdeki yazıları okuduğumuzda Marx’a ait sık sık atıfta bulunulan, sık sık alıntı yapılan bir cümle vardı. “Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.” Aslında üç aşağı beş yukarı bunu okuduğumuz zaman, bu alıntıya baktığımız zaman bizim ne anlamamız gerektiğini özetleyen bir bakış açısını sunuyor. Bizim buradan anlamamız gereken şey savaşlar ile sınıf savaşları arasında ayrılmaz bir bağ olduğudur. Eğer savaş politikanın başka araçlar ile sürdürülmesi ise savaşı savaş öncesinde kurulmuş olan ezen ezilen arasındaki ilişkinin, sınıflı toplumdaki ilişkinin sürdürülebilmesi ve sağlamlaştırılabilmesi için uygun olan bir araç olarak görmemiz gerekir. Yani savaş aslında düzen bir şekilde devam ederken ondan farklı olarak onun dışında kalan onu istisnai duruma dönüştüren bir süreç değildir. Tersinden, tam olarak ezenle ezilen arasındaki ilişkiyi sürdürebilmek için ortaya çıkan yeni bir araca işaret ediyor. Eğer savaşın böyle bir anlamı varsa, eğer savaş ezen ile ezilen arasındaki ilişkiyi sürdürmeyi amaçlıyorsa savaşta da sosyalistlerin tek hedefi emperyalist savaşı iç savaşa çevirmek olmalıdır. Kendi devletinin yenilgisi istemek, üstelik kendi hükümetinin yenilgisini isterken sadece legal değil illegal çalışmayı da yürüterek, son derece planlı ve kapsamlı bir şekilde bunun propagandasını yapmaktır. Bu çok ve net bir şekilde belirtilmiş sosyalistlerin emperyalist savaşlar sırasında takınması gereken tutumdur. Ancak bu şekilde savaşlar son bulabilir. Yani sınıf savaşının yolunu açmayan, iç savaşa dönüşmeyen herhangi bir savaş ve bu savaş karşısında yapılan herhangi bir barış çağrısı aynı bu şekilde ezen ile ezilen arasındaki ilişkiye hizmet etmeye mahkumdur. Herhangi bir şekilde ezilenler için olumlu sonuçlanması mümkün değildir. Burada belki de aklımızda tutmamız gereken şeylerden bir tanesi savaş kavramını soyut olarak algılamamaktır. Çünkü geçen haftada ulusal sorun, ulusların kendi kaderini tayin hakkı hakkında konuşurken biz aslında Komintern’in ulusal kurtuluş mücadelelerini haklı bulduğunu ve bunlar burjuva demokratik haklar olsa dahi bunun komünistler tarafından desteklenmesi gerekliliğinin altını çizmiştik. Dolayısıyla bu savaşta da ulusal kurtuluş mücadeleleri hariç her türlü savaş diye ifade etmek daha doğru olur. Yani ulusal kurtuluş mücadelelerini bu bahsettiğimiz savaşın dışında tutarak sosyalistlerin savaşlarla sınıf savaşı arasındaki bağı kurması, savaşı iç savaşa çevirmesi ve kendi hükümetinin yenilgisi için çaba harcaması gereklidir. 1914’e geldiğimizde biz artık bu emperyalist savaşın, emperyalist çıkarların iyice gün yüzüne çıktığı iyice anlaşıldığı bir dönemden geçiyoruz. Artık savaşın herhangi bir şekilde haklı veya haksız tartışmasına yer bırakmayacak ölçüde boğazına kadar doygun soyguncuların, artık daha fazla soyacak yer bulamayan soyguncuların ve genç ve doymamış kendime nasıl yeni alanlar açabilirim endişesinde olan soyguncuların arasında geçtiğini görüyoruz. Dolayısıyla 1914 savaşında bu iki soyguncu taraftan herhangi birini desteklemek, onun galibiyetini istemek, o veya bu sebepten dolayı onun galibiyetinin işçi sınıfı için daha iyi olacağını düşünmek hiçbir şekilde sosyalistler adına kabul görebilecek bir fikir değildir. Fakat o dönemde meydana çıkan, palazlanan, güçlenen bir sosyal şovenizm fikri var. Sosyal şovenizm tam olarak bahsettiğimiz fikrin karşıtı olarak ana yurdun savunulması gerektiğini iddia eden, kendi devletinin çıkarlarını diğer devletlerin çıkarının önüne koyan, kendi hükümetinin zaferinin günün sonunda o ülkede yaşayan herkes için iyi olacağını iddia eden daha da kötü bir şekilde bu savaşların emperyalist savaşlar olduğunu görmezden gelerek özgürlük için yapılıyor olabileceğini iddia eden bir pozisyondur. Sosyal şovenizmi bizim 2.Enternasyonal ve onun çöküşüne bağlamamız gerekiyor.Ancak ondan öncesinde kısaca sosyal şovenizmi haklı çıkarmak için ne gibi çarpıtmalar yapıldı bunların üzerinde durmak iyi olabilir. Bunlar ilerleyen konularda bize yardımcı olacak. Zaten metinlerde görülebileceği gibi Plehanov ve Kautsky ile Lenin devamlı tartışma içerisindedir. Onlarla tartışmalarında 3 tane çarpıtma ortaya çıkıyor.

Birincisi savaşların niteliğini önemsemeyen bir çarpıtmadır. Yani bu herhangi bir savaşı günün birinde ve bir noktada sosyalistlerin desteklediği göz önünde bulundurulursa bizim de şu an 1. Paylaşım savaşında hükümetimizi desteklemenin önünde herhangi bir engel yoktur diyen bir çarpıtmadır. Yani her şeyden önce savaşı soyut olarak algılıyor ve o anki savaşın niteliği nedir, ulusal kurtuluş savaşlarının niteliği nedir, bunlar arasında ne gibi farklar var, bunların arasındaki farkları nasıl anlamak lazım gibi soruları sormadan soyut bir savaş kavrayışını ortaya koyuyor. ikinci ve çok önemli olan çarpıtlamalardan biri devrimin gerçekçi olup olmaması üzerine olan tartışmadır. Devrimin gerçekçi olup olmadığının üzerinden çarpıtma başlamıştır. Bu iddiaya sahip olanlar kısaca şunu söylüyorlar; devrim karşıtı değiliz fakat bu nesnel şartlar altında devrim olmaz. Şu şartlar devrimi herhangi bir şekilde garanti etmiyor dolayısıyla savaş kışkırtıcılarının – savaş kışkırtıcıları derken enternasyonalist sosyalistlerden bahsediyor- önüne geçmek lazım çünkü olmayacak duaya amin diyorlar diye bir tespit yapılıyor. Bu değerlendirmeyi düşünmeden önce 1912’de Basel Konferansındaki değerlendirmelere bakmak lazım. O konferansa katılanlar tarafından onaylanan bu saptamalar savaşa ilişkin öngörü içeren saptamalarda şunlar söyleniyor. Birincisi savaş çıkacak ve bu savaş politik ve ekonomik bir krize yol açacak ülkelerde, ikincisi işçiler bu savaşa katılmayı suç sayacaklar ve işçiler arasında bu çok büyük bir öfkeye yol açacak, üçüncüsü sosyalistler böyle bir durumu savaş çıktığında gerçekleşen krizi ve işçilerin memnuniyetsizliğini halkı uyandırmak için kullanırlar onların görevi budur, dördüncüsü hükümetlerde proleter devrimden korkarken Paris Komünü’nü akılda tutarlar. Yani savaşı iç savaşa çevirmenin örneklerinden bir tanesi olan Paris Komünü hatırlayarak endişe ederler diye tespitler var. Bu tespitler göz önünde bulundurulduğunda biz 1914’e geldiğimizde bu iddianın doğru olabilmesi için şöyle birşey söylüyor olabilmemiz lazım. Bu tespitler yanlış ve Avrupa’da yaşanan gelişmeler ışığında bu tespitlerin doğru olmadığını gördük, farklı gerçeklikler görüyoruz dolayısıyla farklı bir değerlendirme yapmamız lazım denilebilir. Fakat tam tersine 1914 Avrupası’nda bunların olmadığına dair kanıt yok, hatta tersinden bu saptamaların ve öngörülerin hepsi doğrulanmış durumdadır 1914 dönemecinde. Dolayısıyla olgular üzerinden değerlendirdiğimizde neden yeni bir değerlendirmeye ihtiyaç duyuluyor sorusunun cevabı gelmiyor. Buradan daha önemli ve ilginç bir soru çıkması gerekiyor. Zaten herhangi bir somut duruma yönelik değerlendirme, saptama, konferans ya da kongre kararı hiçbir şekilde garanti nesnesi değildir. Dolayısıyla bunun karşısında garantimiz olmadığı için savaş karşıtlığı yapılmaz gibi bir argümanla çıkılamaz. Tersinden Lenin bunu şu şekilde açıklar. Elimizdeki garantili bir reçete değil, bu aslında bir mantık silsilesi sonucunda oluşmuş sosyalistlerin nasıl davranması gerektiğine dair bir rehberdir. Dolayısıyla emperyalist savaş çıktığında düşünmemiz gereken şey, tutumumuzu belirlerken düşünmemiz gereken şey bütün işçi sınıfı dinler mi, eğer dinlerlerse savaşa engel olabilir miyiz, eğer olursak bunu bir iç savaşa çevirebilir miyiz, eğer çevirirsek bunun galibi biz olur muyuz, bu koşullarda başarılı bir devrime imza atar mıyız değil, bu soruların hiçbiri savaşta nasıl davranmanın gerektiğinin cevabını vermez diyor. Tam tersinden Lenin sormamız gereken soru eğer biz bu işi yaparken son nefesimizi vereceksek bu nefesi kimin kucağında vermek istiyoruz bunun cevabını vermemiz ve bu doğrultuda hareket etmemiz gerekiyor diyor. Dolayısıyla bu çarpıtma da nesnel koşulları değerlendirip bilimsel bir analiz yapıyormuş gibi dursa da tamamen siyasi bir içeriği olan ve devrimci taktiği garantisi olan ileri bir tarihe öteleyen bahaneyi temsil ediyor. Üçüncü olarakta bizim de aslında Türkiye’de yapılan çeşitli tartışmalardan hatırlayabileceğimiz bir bahanedir bu. Ülkemiz yenilmemeli bu emperyalist savaşta, yenilmesin ki ilerlersin ve ekonomisi gelişsin, sanayisi gelişsin kapitalizm daha ileri bir hal alsın. Bunun sonucunda da ülkemizde sosyalizm için uygun koşullar olgunlaşsın. Şu an sosyalizm için olgun koşullar yok çünkü yeterli sayıda endüstriyel işçi yok, ekonomi güçlü değil dolayısıyla biz devrim taktikleri uygulamak için böyle bir zamanı bekliyoruz bunun olması için de öncelikle bizim devletimizin galip çıkması gerekir diye bir argüman var. Lenin bunu sık sık kullandığı Paris Komünü örneğiyle çürütmeye çalışır. Çünkü Paris Komünü örneğinde aslında şu an olmasını düşündüğümüz manada bir proleter devrimin koşulları tam olarak olgunlaşmış değil, böyle bir koşul 1914 Avrupası koşulları ile kıyaslandığında mümkün değil fakat buna rağmen savaşı iç savaşa çevirme taktiği uygulanabiliyor. Dolayısıyla orada yapılabilen şey ve hükümetlerin aklında kalan şey varsa eğer 1914-15 döneminde de bunun olmaması için bunun önünde engel veya sebep aslında yok. Bunun da altını çizmek gerekiyor.

Bunlara kısaca değindikten sonra 2.Enternasyonal’in çöküşü ile bu çarpıtmaların ilişkisini, neden 2. Enternasyonal’in çöküşünü döne döne burada arıyoruz onun bir altını çizmek gerekir. Bunu anlayabilmek için de sosyal şovenizm nereden kaynaklanır sorusunu sormamız gerekiyor. Sosyal şovenizm gıdasını, içeriğini, kaynağını nereden alıyor? Sonuçta bunlar 1914’te birden ortaya çıkmış, yoktan var olmuş bir fikir değil? Peki nereden geldi siyaset sahnesine oturdu ve belki de o dönem Avrupa’da en çok destek gören fikirlerden bir tanesi haline dönüştü? Bu soruyu sorduğumuz zaman şunu görüyoruz. Sosyal şovenizmin ekonomik temeli, düşünsel ve politik içeriği aslında tamamen oportünizmdir. Sosyal şovenizm ile oportünizmin ekonomik temeli de, sınıflara bakış açısı da, politik içeriği de oportünizmle birebir aynıdır. Özünde bu kavram bir sınıf uzlaşması kavramıdır. İşçi sınıfının bir kısmı, bir kısmı derken büyük hatırı sayılı bir kısmı değil, işçi sınıfının gerçekten ufak azınlıkta kalan bir kısmının, işçi aristokrasisi veya ayrıcalıklı işçi sınıfı olarak tanımlanabilecek bir kısmının, hatta belki onları bile kapsamayan bir kesiminin burjuvazi ile beraber hareket etmesi ve kendi çıkarlarını burjuvazinin çıkarları ile ortaklaştırması şeklinde tarif edebileceğimiz bir içeriği var. Savaş öncesi barışçıl dönemde burjuvazinin kendine işçi aristokrasisinden bir ittifak yaratabilmesi için olgun şartlar vardı. İşçi sınıfının bir kısmı kendisine tanınan bazı ayrıcalıklarla, kendisine tanınan kırıntı denilen ayrıcalıklarla işçi sınıfının asıl ezilen, sömürülen ve sefalet içinde yaşayan kısmından tamamen soyutlanan ve onların problemlerinden de uzaklaşan soyutlanan ve kendi problemlerini daha çok burjuvazinin yanında görmeye başlayan pozisyona savruldular. Barış döneminde bunu bu şekilde yürütmek mümkün olsa da savaş koşullarında bunu aynı şekilde ve aynı şartlarla sürdürmek mümkün değildir. Dolayısıyla emperyalist savaş döneminde şöyle bir şey gündeme geliyor. Büyük ulusların, endüstriyel olarak güçlü ulusların dünyayı yeniden paylaşması ile o ulusların işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimlerinin ayrıcalıklarını sürdürmesi ile doğrudan bir bağlantı var. Ancak galip gelen ve o eski barış dönemine dönen ülke bana kırıntılarımı ve çıkarlarımı verebilir diye bir algı var. Bizim başından beri oportünizm olarak tarif ettiğimiz kökeninde ekonomizm olan, kısmı çıkarlar üzerinden hareket eden, işçi sınıfının şu ya da bu kesiminin tamamen kısmi çıkarları üzerinden hareket eden anlayışın sürdürülmesi savaş koşulları altında ancak kendi ülkenin galibiyetini isteyerek ve bunun için çaba harcayarak mümkün olabilecekti. Tam da bu noktada sosyal şovenizm ortaya çıkıyor. Oportünizmin 1914-1915 koşullarında yarattığı eğilimin adı sosyal şovenizm. Sosyal şovenizm oportünizmin bir çeşidi olarak ortaya çıkıyor. Oportünizmden farklı ve ayrı bir kavram olarak değerlendirilemez.

Daha önce ekonomizm tartışırken önceki haftalarda aslında ekonomizmin çıplak şekilde belirli bir kesimin dar ekonomik çıkarlarını savunan bir siyaset olduğunu bunun karşısında bir bütün olarak sınıf mücadelesi etmenin gerekliliği ve burjuvazinin karşısına bir bütün olarak çıkmanın ve bir iktidar savaşı vermenin doğru olduğunu söylemiştik. Sosyal şovenizm de bunun çok benzeri bir tutumdur. Ekonomizm ya da kısmi çıkarlar dediğimizde aklımıza ilk etapta aklımıza grevler, sendikalar ve sözleşmeler geliyor olabilir. Sosyal şovenizm de tam olarak bunların yaptığı şekilde kısmi çıkarların korunması adına bir çaba harcıyor. Bunun derdinde olan bir anlayış.

Türkiye’ye bağlarken şunu akılda tutmak gerekir. Konuştuğumuz konu tabiki savaş ve bahsettiğimiz konu da sosyal şovenizm ve ortaya çıkışı da bir savaş sayesinde oluyor. Fakat bunu sadece bir savaş eğilimi olarak değerlendirmek ya da sosyal şovenizmin varlığını sadece bir savaş koşulu ile değerlendirmek aslında bu bağlantıda yanlış olur. Çünkü aslında sosyal şovenizm herhangi bir koşulda herhangi bir durumda kendi hükümetinin ve devletinin bekası için o veya bu konuda ve bu konunun önemi yok onu kurtaracak pozisyon almaktır. Hükümetin krizi girdiği herhangi bir durumda, hükümetin sorun yaşadığı veya yaşama ihtimali olduğu herhangi bir durumda bunu büyütmek, derinleştirmek ve bunun propagandasını işçi sınıfına yapmaktansa bunu sönümlendirecek, bunu normalleştirecek, kriz durumunun eskiye dönmesini sağlayacak tüm bakış açıları ve siyasetler sosyal şovenizmin alanına girer. Bu vatan savunmasıyla ya da savaşla alakası olsa ya da olmasa da fark etmez. Baktığımızda bizim bugün savaşmamız gereken sosyal şovenizmin çok önemli bir tarafı savaştan bağımsız olarak ortaya çıkan ve varlığını sürdüren bir sosyal şovenizm dalgasıdır.

Dünyanın çok önemli bir kısmında savaş meselesinde genellikle ne zafer ne yenilgi pozisyonunu takınıyor kendilerini sosyalist olarak addedenler. Aslında pasifist bir pozisyona sürükleniyorlar. Kardeş kanı dökmek istemiyoruz, cepheye gitmek istemiyoruz, savaş değil barış istiyoruz diyerek pasifist çizgi sürdürülüyor. Pasifist çizgi zaten sosyal şovenizmin bir alt başlığı olduğu zaten açık. Çünkü kendi hükümetine yönelmeyecek, bu kriz durumunu iç savaşa döndürmeye çalışmayacak, asıl düşmanın kendi hükümeti olduğunu söylemeyen her pozisyon ve aslında zaten var olan nizamı sürdürmeyi amaçlayan her barış burjuvaziye hizmet eder. Farklı olarak şunu hatırlatmak gerekebilir. Pasifistlerden, savaş istemiyoruz barış istiyoruz diyenlerden sosyalistlerin kendini soyutlamaması onların eylemlerine, mitinglerine katılması ve kendi propagandalarını yapması gerektiği söylenmiştir bu kitapta. Türkiye’de bizim pozisyonumuz da böyle olmuştur. 1 Eylüllere katılıyoruz fakat orada kendi pozisyonumuzu savunuyoruz.

Sosyal şovenizmi sadece savaş bağlamında değerlendirmemek gerektiğini söylemiştik. Türkiye’de bunu söylediğimiz zaman hemen akla gelen belli başlı şeyler var. 29 Ekim’i kutluyorsan, 23 Nisan’ı kutluyorsan, 30 Ağustos’u kutluyorsan doğrudan TC ile ve onun var olması ile alakalı belli günlerde herhangi bir pozisyonun varsa sosyal şoven olduğuna dair anlayış olarak görülüyor Türkiye solu tarafından. Genelde SİP geleneğinden gelenler bu tahtaya oturtulmuştur fakat son iki senede aradaki fark ortadan kalkmış durumda. Kimin 23 Nisan’ı kimin 29 Ekim’i kutladığı belirsizleşmiş durumda. Fakat gene de Türkiye’de akla böyle birşey geliyor sosyal şovenizm dendiğinde ama burada böyle bakmak bizi hataya düşürür. Sosyal şovenizm de asıl belirleyici olan noktayı kaçırmış oluruz. Sosyal şovenizm de asıl belirleyici nokta hükümete karşı olan tutumdur. Hükümete karşı olan tutum da hükümeti seviyor musun sevmiyor musun diye bir tutum değil. Hükümete karşı tutum dediğimizde herhangi bir olay iktidar sorununa bağlanıyor mu bağlanmıyor mu, bu olay iktidar hedefine herhangi bir şekilde bağlanıyor mu bağlanmıyor mu sorusudur. Herhangi bir konu da iktidar sorunundan bağımsız olarak, iktidar hedefi olmadan konunun büyümesi önem kazanması ve o konu üzerinde başarılı olmak için adımlar atılması sosyal şovenizmin aslında ta kendisidir. Türkiye’de solu değerlendirdiğimiz zaman da son yıllardaki tutumun aslında birebir bununla örtüşen bir tutum olduğunu görebiliriz. Mesele seçimlerden başlamak iyi olabilir. Seçimler zamanı Türkiye solu için genel sorun neydi? İstanbul’un AKP’nin elinden alınmasıydı. Bunun üzerine analizler yapıldı, sayfa sayfa metinler dizildi, kavramlar yeniden inşa edildi, faşizm ve birleşik cephe yeniden anlam kazandı, AKP’yi yıkmaya giderken bir adım olarak görüldü. Tıpkı nasıl Kautsky ve Plehanov gerçekleri çarpıtarak, döndürerek o zaman ki tutumlarını açıkladılarsa bizde de bu konuda bir bolluk mevcuttu. Burada sorun neydi peki. Buradaki tutumların hiçbirinin ama hiçbirinin iktidar hedefi ile bir bağı yoktu. Aslında bunun da kısmi çıkardan hiçbir farkı kalmıyor. İşçi sınıfının ayrıcalıklı kesimlerinde bahsettikten sonra bunun kökeni ekonomizm dedik ve bunu sadece ekonomik çıkarlar üzerinden değerlendirmemeliyiz dedik. Bu da bir kısmi çıkardır. Kısmi çıkarı kısmi çıkar yapan şey onun ekonomik niteliği veyahut kimlerin çıkarı olduğundan ziyade onun iktidar sorunundan bağımsız tekil bir şey olarak anlam kazanmasıdır. Dolayısıyla savaşın kendisi veya savaştaki galibiyette o devlet için ve o devletin altındaki sınıflar için bir kısmi çıkardır. Eğer ki bu işçi sınıfı için bir iç savaşa döndürülerek iktidar hedefine bağlanmazsa bir kısmi çıkardır. O yüzden ekonomizm, oportünizm ve sosyal şovenizm arasında bu kadar kopmaz bir bağ vardır. Baktığımız zaman Türkiye’de yaşanan şey de seçimler hiçbir şekilde iktidar sorununa bağlanmadı ya da bunun yolunun açılması için bir siyaset aracı olarak kullanılmadı. Tersinden bu sorundan bağımsız olarak anlam kazanan tekil bir şeye dönüştü. Bu da kısmi çıkarları merkezine oturtan bir hareket haline geldi.

Daha yakın zamana gelecek olursak korona meselesi bu durumdan farklı değildir. Hatta korona meselesi bir yüz karasına dönüştü. Gittikçe de çıta yükseliyor. Seçimlerde şöyle bir şey olmuştu. Yok biz hükümeti desteklemiyoruz onun karşısındayız bu da bizim pozisyonumuz diyorlardı. En azından bir kıvırma alanı vardı seçimler zamanında. Şimdi baktığımızda artık hükümete destek bırakıldı, hükümet adına karar alma pozisyonuna savruldu sol. Hangimiz önce yasak koyacak, hangimiz daha iyi yasakları uygulayacak hatta bir dakika hükümeti beklemeden biz Newroz’u iptal edelim, 1 Mayıs’ı iptal edelim diye bir pozisyona savruldu. Hangimiz en hükümetçilik oynarız gösterisine dönüştü korona döneminde. Bu bahiste devrimin garantisi var mıdır yok mudur, bu bizim için önemli midir diye konuşurken Basel konferansında savaş karşı bazı saptamalardan bahsetmiştik. Bu saptamalar savaş sonucunda ekonomik ve politik bir kriz çıkacak diyordu. İşçiler bunun bir parçası olmayı suç sayacaklar ve sosyalistlerde bu durumdan istifa ederek halkı uyandırmak için kullanacak diyordu. Türkiye’de yaşananlarda gerek seçim döneminde olsun gerek daha öncesinde kayyumlar döneminde olsun, şimdi korona döneminde olsun aslında sürekli hükümetin içine düştüğü dardan ve politik krizden bahsediyoruz biz Türkiye’de. Hatta politik krizi herkes dillendirmeye başladı. Fakat biz uzun süre boyunca Türkiye’de rejim krizi tespiti yapıyoruz. Bu tespitlerin yapıldığı yerde hükümetin krizinden istifade edilerek iktidar mücadelesine dönüştürmek için şansının olduğu ve bunun için somut koşulların olgunlaştığı, işçilerin de bu durumdan memnun olmadığı açık. Türkiye’nin hemen hemen her yerinde herkes koronadan en çok etkilenecek ve en çok umursanmayan kesiminde proleterler olduğunun farkında. Bu konuda da bir fikir ayrılığı yok. Apaçık bir memnuniyetsizlikte var. Dolayısıyla böyle bir somut koşulun oluştuğu yerde sadece kendini devrimci olarak gören kişinin yapması gereken tek şey bunu halkı uyandırmak için kullanmak ve bunu hükümete karşı propagandaya dönüştürmektir. Bu propaganda da taleplerden ziyade yapamıyorlar yapamayacaklar o yüzden biz burada olmalıyız, buraya talibiz, biz onları yıkmadığımız sürece onlar bunu yapamayacaklar olmalıdır. Bunun tek çözümü, tek çaresi, Türkiye’de işçi sınıfının düzlüğe çıkabilmesinin tek yolu bunların yıkılmasıdır. Bunu söylemek gerekiyor. Bunu söylemeyip kaç kişinin öldüğünü, devletin ne yapması gerektiğini söylemek az önce söylediğimiz gibi kısmi çıkarlara dayanan iktidar hedefiyle hiç bağlantısı olmayan pratiklerdir. Son olarak şunu da söylemeliyim. Bizim bu eleştirilerimize şöyle bir yanıt geliyor. Hele şu dönem bir geçsin, hele korona geçsin, çok güzel şeyler söylüyorsunuz ama şu an dünyayı kasıp kavuran olağanüstü durum var, biz her gün salgının pençesinde yaşamıyoruz, böyle kısıtlamalara tabi değiliz dolayısıyla haklı da olsanız şimdi değil diyorlar. Seçimler zamanında da hatırlarsınız kağıt üzerinde söyledikleriniz de kötü bir şey yok ama hele şu seçim bir geçsin bu seçim farklı diyorlardı. Sosyal şovenizmin ortaya çıktığı koşullara baktığımız zaman bu tutumu orada da görmek mümkün. Orada da hele şu savaş bir geçsin devrimci siyaseti düşünürüz pozisyonu hakimdi. Bu 2. Enternasyonal’in içinde bu görüşler hakimdi. Enternasyonalist siyaset çok güzel biz buna yanlış ya da kötü demiyoruz ama hiç sırası değil enternasyonalist siyaset savaşta değiş barış döneminde sürdürülebilir diyorlardı. 2. Enternasyonal’in çöküşünden bahsedip 3. Enternasyonal’e çağrı yaparken enternasyonalizm savaş sonrası siyaset olarak görülmemeli bize tam da şimdi lazım deniyor. 3. Enternasyonal’i kurarken de bunlarla aramızı açmamız ve bunlar tarafından yönetilen bir enternasyonalin kurulmasını engellememiz lazım deniyor. Gerçekten sosyal şovenizm ve oportünizmin etkisinden kendisini ayırmış bir enternasyonalin kurulması gerekiyor ve derhal harekete geçmesi lazım diyor Lenin. Tam dersin de onlar da sürekli savaş geçsin diyor. Sermaye gelişsin, endüstriyel işçi sınıfının sayısı artsın hele bir şartlar olgunlaşsın, nesnel şartlar olgunlaşınca da hele bir işçi sınıfı biraz daha bilinç kazansın bahaneleri sürülüyor. Türkiye’ye baktığımızda da hele bir belediye başkanlığı alınsın, hele bir cumhurbaşkanlığı alınsın, hele korona geçsin hepimizin sağlıklı olduğuna dair bir fikir birliğine varalım diyorlar.  Bunların hepsi sosyal şovenizmin asıl doğasını gösteren şeyler. Zaten siyaseti kriz olmayan dönemlere, toplumsal yükselmenin olmadığı dönemlere hapsetmeye çalışırlar. Bir yandan devrim garantisi peşindeyken bir yandan devrimci durum var mı diye hesaplamalar yaparken aslında devrimci durumun en çok sönebileceği, ezilenlerin lehine bir barışın inşa edileceği, nizamın tekrar kurulacağı bir durumda siyaset yapmayı öngören bir pozisyondur. Düşündüğümüz zaman devrim koşulların en düşük olduğu koşullarda bir devrimci siyasetin yapılması gerektiğini söylüyorlar. Apaçık sahtekarlığı buradan da anlamak mümkün apaçık şekilde devrimci niyetleri olan ve devrimci yolları değerlendiren kimseler tersinden kriz olduğu zamanlarda, toplumda kabarmanın ve rahatsızlığın olduğu zamanlarda en yakıcı en acil şeyin devrimci siyaset olduğunu bilirler. Bütün bu verdiğimiz örnekler seçimler için de geçerli, korona için de geçerli buna çok fazla örnekle çoğaltmamız mümkün. Böyle dönemlerde kriz olmayan zamanlarda siyaset yapacağız diyorlar. Bu kendinin devrimci olduğunu iddia edenlerin nasıl bir sosyal şovenizm ve oportünizmle yoğrulduğunu ve nasıl kısmi çıkarlar dışında bir şey düşünmediğini gösteren bir tutumdur. Çünkü sadece kısmi çıkarlara sahip olabilecekleri bir dönemde siyaset yapmak istiyorlar. Onun dışında sahneden çekilmek sahneyi devlete ve burjuvaziye bırakmak istiyorlar. Siz oynayın bizde kendi kitlemizin polisliğini yapalım diyorlar. Bu da tam olarak kısmi çıkarların peşinde olduklarına dair apaçık bir kanıt olarak karşımıza çıkıyor. Bizim seçimleri beklemeyeceğiz kampanyasını da bu şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Tabiki de seçimler toplumdaki politikleşmenin arttığı dönemler ve bu seçim dönemlerini bir şekilde pas geçmememiz gerekiyor. Bu seçim dönemlerinde bahsettiğimiz propagandayı yapabilmek gerekiyor. Fakat biz hala rejim krizinin var olduğu koşullarda, toplumdaki rahatsızlığın devam ettiği koşullarda bizim şöyle bir pozisyonumuz olamaz. Hele bir seçim geçsin diyenler gibi hele bir seçim gelsin bir sonrakinde olmayacak bu, bir sonrakinde İmamoğlu gümbür gümbür geliyor, bu sefer farklı olacak. Bu hele olsun siyaseti devamlı kazanımları da bir sonraki aşamaya öteleyen bir yaklaşıma işaret ediyor aynı zamanda. Seçimlerde son derece oportünist siyaset yaparken bu zamanların dışında da hiçbir şey yapmayı tercih etmiyoruz gibi bir çizgiye denk düşüyor. Biz de aslında seçimleri beklemeyeceğiz diyerek bir yandan parlamenter hayallere kapılmayın seçimlerle çözülebilecek bir durumda bahsetmiyoruz diğer yandan devrimci siyasetin şu geçsin, bu geçsin, kriz geçsin, ortalık yatışsın, maskeler çıksın diye bir öteleme olmaz biz dolayısıyla siyasete aynı şekilde devam etmeliyiz diye bir pozisyon koyduk ortaya. Bu kampanyanın oportünizmle mücadele de kullanabileceğini düşünüyorum aynı zamanda.

Soru: Savaşın bir neden değil sonuç olduğunu savunuyoruz ve politikanın başka araçlarla devamı olduğunu söylüyoruz. Buradan hareketle 2. Emperyalist paylaşım savaşına giden dönemdeki politikayı savaşta ve sonrasında SBKP’nin ve Sovyetler Birliğinin yaptıklarını nasıl değerlendiririz?

Soru: Ulusal kurtuluş savaşları hariç tüm savaşları iç savaşa çevirmek gerekir dedin. Mesela TC özelinde Kürdistan’da TC’ye karşı kurtuluş savaşı verildiği koşulda Türkiyeli Komünistlerin bunu iç savaşa çevirmek gibi bir görevi olmayacak mıdır?

Soru: Kautsky ve Plehanov’un iç savaş kışkırtıcılarına dair bir eleştirisi vardı ondan bahsettin. Kautsky ve Plehanov devrim karşıtı değiller ama bu koşullarda devrim olmaz ve sizin yaptığınız devrimcilik değildir diye karşı çıkıyorlar. Kautsky ve Plehanov’un gözünden bakacak olursak Türkiye’de rejim krizinin olmadığı bir koşulda başka bir ülkeyle savaşa girdiğinde biz bunu iç savaşa çevirerek devrim yapabileceğimiz için mi yürütürüz. Kautsky ve Plehanov’un bakış açısıyla devrim kitlelerin eseri olacaktır cümlesi ile bir ilgisi var mıdır?

Soru: Sosyal şovenizmin oportünizmin bir türüdür dedin. Bunlar bu kadar iç içeyse ayrı bir sosyal şovenizm tanımına ihtiyaç var mıdır?  Mesele güçsüz bir ülkede, hiçbir yere müdahale edemiyor, ezilen ulusu da yok, savaşa da girmiyor ama bir burjuvazi var orada. Orada sosyal şovenizmden söz edebilir miyiz?

Soru: Örneğin seçimlerde Millet İttifakını destekleyenleri eleştirelim dedin. Oportünizm işçi sınıfına ihanet etmektir dedin. Ama karşı tarafta biz de iktidarı istiyoruz bunu bir aşama bir taktik olarak görüyoruz ve AKP’yi zayıflatıp devrime gidecek yolu açmak istiyoruz diyor. Biz bunu hayır siz devrim istemiyorsunuz diye mi yoksa Komintern kararlarındaki birleşik cephe taktiği üzerinden mi eleştireceğiz?

Konuşmacı: 1934’te Sovyetler Birliği Milletler Cemiyetine katılıyor. Katılmakla da kalmayıp sonrasında Birleşmiş Milletler’in kuruluş aşamasında Birleşmiş Milletler’in kurucu üyelerinden bir tanesi oluyor. Şimdi böyle bir adım attığın anda zaten biz 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bahsediyorsak Sovyetler Birliği ve SBKP bu savaşın emperyalist niteliğini, bu savaşa girmenin emperyalist niteliğini, bu savaştan galip gelmenin emperyalist niteliğini inkar etmiş oluyor. Bu savaş Hitler bloğuna karşı yürütülen bir savaş olduğundan haklı bir savaş olduğunu söylemiş oluyor. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda Sosyalizm ve Savaş’ta yazılanları göz önünde bulundurursa, konuştuklarımıza bakacak olursak bu doğrudan kendi devletinin pozisyonunu desteklemeye düşüyor. Böyle değerlendirdiğimiz zaman o zaman ki tutumlarını doğrudan sosyal şoven olarak nitelendirmekte bir sakınca yok. Burada yazılanlara göre sosyal şoven tanımına denk hareket ediyorlar. İkinci soruya geçeceğim. Türkiye Cumhuriyeti özelinde Kürdistan’da bir ulusal kurtululuş savaşı verilirse Türkiye’dekilerin bunu iç savaşa çevirmekteki görevi ne olacak sorusuna gelirsek eğer Kürdistan’da bir ulusal mücadelenin başlaması ve bu ulusal mücadele de ilhak edilen toprakların 4 parçasını birleştirerek bağımsız bir Kürdistan inşa etmek amacıyla hareket eden bir ulusal kurtuluş mücadelesiyse bu savaş Türkiye’deki devrimcilerin haklı göreceği bir savaştır. Doğrudan Türkiye’nin de girmek zorunda olduğu bir savaş olduğu göz önünde bulundurulursa iç savaşa çevrilmesi ya da bu yönde propaganda yapılması gerekir. Eğer orada bir iç savaş yaşanıyorsayı soruyorsan en azında kuzeyinden bahsedecek olursak Türkiye’de yaşanan bir iç savaş olduğu anlamına geliyor. Kaldı ki hendekler olduğunda iç savaş olduğunu söylediğimizde oldukça tepki çekmiştik o dönem. O dönem hiç kimse katılmamıştı. İç savaş bu değil diye tepkiler gelmişti. Aslında iç savaş kendi devletinle Kürtler savaş halindeyken bir pozisyon oluştu. Birçok solcu yani Türkiye Cumhuriyeti’nin orada yaptıkları çok kötü bunları tasvip etmiyoruz, desteklemiyoruz ama hendekler de kışkırttı, barışçıl bir çözüm olur muydu diye bir argümanla geldi. Bunun da sosyal şovenizm olduğunu akılda tutmak lazım. Dolayısıyla hangisini sorduğuna göre değişir bu sorunun cevabı ama iç savaştan bahsediyorsak bunu Türkiye’nin batısını da taşıyan bir mücadelenin olması gerekir. İç savaş kışkırtıcılığına dair bir soru gelmişti Kautsky ve Plehanov bu koşullarda devrim olmaz diyordu. Fakat rejim krizi olmayan durumlarda, siyasi krizin olmadığı durumlarda ne yaparız yine de iç savaşa çevirir miyiz diye bir soru geldi. Belki de şunu netleştirmek gerek burada rejim krizinin olduğu koşullardan bahsediyoruz ve bunların sonucunda yaşanan gelişmeleri de şovenizme ve sosyal şovenizme örnek olarak değerlendiriyoruz. Lakin bu şu anlama gelmiyor sadece rejim krizinin olduğu koşullarda ya da böylesine büyük bir siyasi krizin oluştuğu koşullarda böyle bir şey yaşanabilir anlamına gelmiyor. Öte yandan altını çizmek gerekir; eğer büyük bir savaş durumundan bahsediyorsak hele hele emperyalist savaşlardan bahsediyorsak biz bu savaşa bir hükümetin girmiş ve askerler gönderiyor olması, bu savaşa maddi harcama yapıyor ve proleterleri cepheye sürüyor olmasından bahsediyorsak bu faktörlerin kendisi başlı başına krizi yaratan faktörler olarak ifade ediliyor burada. Birincisi savaş ekonomik ve siyasi bir krize yol açacak ikincisi de işçiler bundan dolayı hükümetlerine nefret duyacak dediğimiz şey aslında tam olarak. Zaten savaşın koşulları bunu yaratan şeylerdir. Dolayısıyla böyle bir krizin olduğu koşulda da olmadığı koşulda da savaşın kendisi böyle bir propaganda yapmak için gerekli koşulları sağlamış oluyor. Dolayısıyla böyle bir koşulda da bunu iç savaşa çevirmenin önünde somut bir problem ya da engel yoktur. Millet ittifakını destekleyenlerle ilgili bir soru geldi, biz onlara işçi sınıfına ihanet ettiniz, iktidar perspektifiniz yok diyoruz onlarda bize bu seçimler taktik deyip birleşik cephe örneğini veriyorlar. Sizden farklı düşünmüyoruz ama bizim taktiğimiz doğru sizinki yanlış diyorlar dedi arkadaş. Bunları şu şekilde eleştirmek gerekli zaten hayır birleşik cephe bu değil bu aslında bir çarpıtmanın ürünü, sizin yaptığınız birleşik cephe de değil diye bunu açıklamak, yazmak ve teşhir etmek gereklidir.

Burada olayların sıralamasını yapmak gerekir diye düşünüyorum. Buradaki taktiğin ortaya çıkış sebebini şöyle mi düşünüyoruz. Bu Millet İttifakını destekleyen sözde devrimci taktiğin ortaya çıkışı birleşik cephenin yanlış anlaşılmasından kaynaklı masum bir hata mı yoksa tersinden aslında devrimci bir hedef ve çizgi olmadığı için kendilerine bir nevi bahane yaratmak adına mı birleşik cephe deniliyor. Bu politik bir çarpıtmadır. Yanlış anlaşılma ya da elinin ayağının bağlanması gibi bir durum değildir. Bu bir politik seçimdir. Birleşik cephe nedir, bunun tahrifatı nerede gerçekleşti, nerede içi boşaltılmaya çalışıldı, bunun içine boşaltanlar kimler, bunun içini boşaltanlarla Millet İttifakı’nı destekleyelim diyenler arasında nasıl bir benzerlik var diye baktığımızda bunun cevabı oportünizmden geçiyor. Öncül olanın birleşik cepheyi yanlış anlamak değil oportünizm olduğunu bunun da siyasi bir içeriğinin olduğunun altını çizmemiz lazım. Temelde savaşmamız gereken şey birleşik cephenin böyle anlamlandırılmasıdır. Bu da oportünizmin eseridir. Böyle bir eleştiriyle karşılaştığımız zaman sizde oportünistsiniz diyebilmek gereki diye düşünüyorum.

Bütün oportünistler sosyal şovenist midir yoksa oportünizmle sosyal şovenizmi ayırmak mı gerekir diye bir soru vardı. Bunu düşünürken bu partinin geçirdiğin bölünmeleri düşünmek gerekir. Lenin partinin geçirdiği dönüşümlerden bahsederken eski Iskracı’larla ekonomistlerin ayrışması daha sonra ise Bolşeviklerle Menşeviklerin ayrışmasını sonrasında ise enternasyonalistlerle sosyal şovenlerin ayrışmasını anlatıyor. Bunu anlatırken aslında sosyal şovenizmin oportünizmin artık sosyal partilerde yer edinemeyecek kadar geliştiği ve kuvvetlendiği bir noktada oluşmuş bir şeklidir diye ifade ediyor. Şimdi böyle düşündüğümüz zaman bütün sosyal şoven eğilimleri oportünizmdir. Oportünizmin sosyal şovenizmden daha uzun bir geçmişi var. Ta ekonomistlere uzanan bir geçmişi var. Dolayısıyla bu kavramlara yaptığımız atıflar bunların farkları tarihsel olarak olaylar ve buna sosyalist partilerin verdiği tepkiler karşısında nasıl şekillendiği üzerine olmalıdır. Sosyal şovenizm çıkmadan önce partide herhangi bir şekilde oportünizmle mücadele olmasaydı, örneğin ekonomistlerin ve menşeviklerin ayıklanıp parti dışına atılması gibi bu tarz aşamalar olmasaydı ve bu tarz aşamaların gerçekleştiği noktada 1. Emperyalist savaş gibi bir durum ortaya çıkmasaydı belki de sosyal şovenizm şeklinde değil başka şekilde oportünizmin şeklini görmüş olurduk. Oportünizmin bundan önce de var olan bir kavram olduğunu düşündüğümüzde bütün oportünistlerin sosyal şoven olması gerekli değildir fakat her sosyal şoven bir oportünisttir. Bu konuda soru işaretine gerek yok.