19 Aralık’ın öncesindeki ve sonrasındaki ölüm oruçları ve açlık grevi eylemleri karşısında KöZ başından itibaren eleştirel bir tutum aldı. Bu eleştirel tutum F-Tipi saldırısına karşı, yahut ölüm orucu direnişçilerine destek amaçlı eylemlerden uzak durduğu anlamına gelmiyordu. Bilakis o dönem tüm eylemlerde ve etkinliklerde yerimizi aldık.

Yemek yemekle ilgili bir sorunumuz da yoktu. Bilakis bulunduğumuz ortamlarda takındığımız ve tavsiye ettiğimiz tutum bu eylemi kırmamak ama kendi kimliğimizi bu eylemin parçası olarak yazdırmamak oldu. Eylemlerin büyük bir olasılıkla ölümle yahut kalıcı sakatlıkla sonuçlanması da eleştiri konumuz değildi. Zira ölmek de öldürmek de devrimciliğin bir parçasıydı.

Bizim eleştirimiz bu eylemin gerillacı bir stratejinin ve onun bir parçası olan silahlı propaganda anlayışının ürünü olmasıydı. Yani siyasi mücadeleyi devrimci örgütün propagandasını geleneksel propaganda araçları olan yazılı, görsel, sözlü ve canlı militanlar vasıtasıyla yapmaktan ziyade “ses getirici” eylemlerle yapmayı öne çıkartmasıydı. Saflarına örgütleyeceği militanları bu tür eylemlere ilgi gösterenler arasından seçmeyi tercih etmesiydi. Kaldı ki ölüm oruçları bu tarzın pasifist bir türüydü. Ölüm orucu direnişinde bu eylem tarzı, tüm açmazlarıyla karikatürleşerek karşımıza çıkıyordu. Şiddetin nesnesi düşman güçler olmaktan çıkıp devrimcinin kendi bedeni oluyordu. Üstelik bu mücadeleyi yürüten de “öncü örgüt” değil onun, öncünün öncüsü olarak görülen, cezaevi kadroları oluyordu.

Biz o zaman, tıpkı bugün olduğu gibi, devrimci siyasetin amacının emekçi yığınlara siyasi gerçekleri açıklayıp onları devlete karşı harekete geçirmek olduğunu savunduk. Sınıf mücadelesinin cezaevi merkezli yürütülmesine karşı çıktık. Tersinden cezaevinde yürütülen mücadelenin ülke çapında burjuva diktatörlüğüne karşı yürütülen siyasi mücadelenin bir parçası olması gerektiğini ifade ettik. Cezaevlerini siyasi mücadelenin odağı haline getirmek yerine tutsak devrimcileri özgürlüklerine kavuşturmak için dahi siyasi mücadelenin zindanların ötesinde bulunan odağına ağırlık verip tutsak olmayanların seferber edilmesi gerektiğini öne çıkardık. Bunları da “mücadele etmenin koşulları yok, düşmanın dayattığı şartları kabul edelim” demek için değil tersine işçi ve emekçi kitlelerin hükümete ve saldırıya karşı mücadelesini örmek için eylem birlikleri yapma önerisiyle ifade ettik.

Yaşanan süreç sınıf mücadelesinin cezaevi merkezli bir mücadeleyle yürütülemeyeceğini doğruladı. Zindan mücadelesi politik bir sorun olarak ülke gündemine oturduğu oranda, cezaevlerindeki devrimcilerin militan ve uzlaşmaz tutumuna inat, bu direnişi yürüten örgütlerin dışarıda ara bulucu heyetler bulma ve bu heyetler aracılığıyla en azından geçici bir uzlaşma arayışları arttı. Zülfü Livaneliler, Yaşar Kemaller, Orhan Pamuklar, türlü türlü insan hakları savunucuları bu heyetler içinde yer aldı ve yürütülen mücadeleyi tekeline aldı. Zindan sorunun temelinde devrimci örgütlerin koğuş sisteminde oluşturdukları örgütsel ilişkilerin korunması olsa da, dışarıdaki mücadele bu insan hakları savunucularının itibarının yükseltilmesinden öte bir kazanım sağlamadan, bir insan hakları sorununa indirgendi.

Burjuva diktatörlüğüne karşı verilen siyasi mücadeleyi öncü bir gücün, silahlı propaganda mantığıyla yürütmesini savunmak bugün geçmişte kalmış bir konu değil; tersine rejim krizinde debelenen Türkiye Cumhuriyeti’nde devrimci güçlerin elini kolunu bağlayan temel hatalardan biri. Bunun en tipik örneklerinden biri de Halkların Birleşik Devrimci Hareketi. 2016 yılındaki manifestodan da anladığımız üzere bu güç birliğini oluşturan akımlar Türkiye’de faşizmin hüküm sürdüğünü, faşizme karşı asli mücadelenin silahlı mücadele olduğunu ve kendilerinin de bu mücadeleyi adım adım büyütmeyi hedeflediklerini belirtiyor. 19 Aralık sürecinde sınıf mücadelesinin ağırlık merkezinin zindanlara kaydığını düşünenler, bugün de “Erdoğan faşizmine” karşı mücadelenin ancak HBDH’nin eylemlerini çoğaltarak verilebileceğini savunuyorlar.

Dün ölüm orucunu yürütenleri şiddete karşı olduğumuz için eleştirmediğimiz gibi bugün de hükümete ve yardakçılarına karşı şiddet eylemlerini eleştirmek aklımızdan geçmiyor. Ama dün ölüm orucunu yürütenlerin kararlılığını, silahlı propaganda stratejisinin bir sonucu olarak aydınları siyaset sahnesine sokmanın ve siyasi mücadeleyi onlara yaslanarak yürütmek arzusunu perdelemek için kullananlar bugün de HBDH’nin varlığını ve kimi fasılalarla gerçekleştirdiği eylemleri ülke çapında yürütülen siyasi mücadelede Amerikancı muhalefetin yörüngesinde kalan tutumlarını örtmek için kullanıyorlar. Nitekim HBDH çizgisinde faşizme karşı mücadele yürütenler, “cephe gerisi” olarak gördükleri alandaki temsilcileri HDP içinde ya da yörüngesinde konumlanmış durumdalar. Bu kesimlerin hiçbiri 2019 seçimlerinde bağımsız bir seçim çalışması yürütmedi, İmamoğlu’nun seçim çalışmasını gölgelememek için “dostlar alışverişte görsün”ün ötesine geçen bir tutum ve eylem çağrısında bile bulunmadı.

19 Aralık’ta silahlı propaganda anlayışının bir sonucu olarak liberalleri siyaset sahnesine sokma girişimi devrimci güçlerin imhasıyla sonuçlanmıştı. Bugün devlet daha zayıf, tasfiyecilerin ideolojik barutu ise tükenmiş durumda. Dolayısıyla devrimci dinamikleri Amerikancı muhalefetin peşine takarak, önce pörsütme sonra da imha etme girişimlerinin sonuç alması çok daha zor. Tam da bu nedenle Türkiye’de tasfiyecilik karşısında mücadele verenler, dün devrimcilik övgüsü altında burjuva aydınları siyaset sahnesine davet edenlere karşı verdikleri mücadelenin daha etkilisini bugün yine faşizme karşı silahlı mücadele övgüsü altında cephe gerisinde İmamoğluculuğa sessiz destek verenlere karşı daha etkin bir biçimde yürütmeli.