(Bu yazı, 2007 yılı basımlı “Komünistlerin Gözüyle Siyasi Portreler” kitabımızda yer alan, “Sol Sosyal Demokrasinin En İleri Temsilcisi: Rosa Luxemburg” başlığıyla yayımlanmış Rosa Luxemburg portresidir.)

2 Mart 1919 günü Moskova’da Komünist Enternasyonalin ilanı ile sonuçlanacak olan kongrenin açılış konuşmasını yapan Lenin sözlerine şöyle başladı:

“Her şeyden önce Üçüncü Enternasyonal’in en iyi temsilcileri olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’u anmak üzere ayağa kalkmanızı rica ediyorum.”

Komünist Enternasyonalin Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i anarak açılan bir kongrenin sonucunda kurulması şaşılacak bir durum değildir. Onların önderliğindeki Spartakistler Birliği, Alman Komünist Partisi’ne dönüştüğünde, Lenin bu partinin kurulmasıyla Üçüncü Enternasyonalin fiilen yaşamaya başladığını ilan etmişti. Öte yandan onların komünistler tarafından saygıyla anılmaları sadece yiğitçe ölümü kucakladıkları için değildir. Liebknecht savaş yılları boyunca Alman sosyal demokrasisi içinde sosyal şovenizme karşı başkaldırının simgesi olarak zaten bütün dünya komünistlerince saygıyla izlenmekteydi. Rosa Luxemburg ise öteden beri İkinci Entemasyonal’in sol kanadının önde gelen bir ismi olarak tanınmaktaydı. Bernstein’ın revizyonizmine karşı ilk bayrak açanlardan biri oydu; Kautsky’nin oportünist yüzünü en erken görenlerin arasındaydı.

Öte yandan, Almanya ve Rusya arasında bölünmüş olan Polonya’nın küçük bir burjuva Yahudi ailesinin kızı olarak doğan Rosa Luxemburg, sadece Alman sosyal demokrasisinin önemli bir sol kanat temsilcisi değildi; hem Polonya işçi hareketi içinde hem Rusya sosyal demokrat hareketinin şekillenmesinde aktif bir yer tutmuştu. Hep İkinci Enternasyonal’in önde gelen teorisyenleri arasında yer almıştı; onun yazıları, polemikleri, emperyalizm ve ekonomi politik üzerine çalışmaları hala marksist teorinin önde gelen kaynakları arasında görülmelidir. Ne var ki, onurlu ölümüyle Komünist Enternasyonal in ilk şehitleri arasına adını yazdırmayı hak eden Rosa Luxemburg’u teorik-pratik eseri ile Üçüncü Enternasyonal’in en iyi temsilcileri arasında saymak için daha temkinli yaklaşmak gerekir. Hatta bu konuda asıl vurgu Rosa Luxemburg’un İkinci Enternasyonal’in sol kanadının en önde gelen temsilcisi olduğu noktasına yapılmalıdır. Bu ayrım küçük bir ayrıntı değildir.

Rosa Luxemburg’un komünist hareketin belleğinde nereye oturtulması gerektiği konusu, oldukça çelişkili ve bulanık tartışmalara neden olmaktadır. Spartakistler Birliği’nin KPD’ye dönüşmesindeki ve Alman Devrimi’ndeki etkin rolünün yanısıra, Bernstein’a ve Kautsky’ye karşı sert polemikleri, İkinci Enternasyonal’in 1907 Stuttgart Kongresi’nde Lenin ve Martov’un da desteklediği ünlü savaş karşıtı karar metninin raportörü oluşu, Zimmerwald Konferansında ve sonrasında sosyal şovenizme karşı tutumu, İkinci Enternasyonal’e hâkim olan aşamalı devrim anlayışına karşı çıkışları ve Rus Devrimi’ne verdiği açık destek Rosa Luxemburg hakkındaki olumlu değerlendirmelerin başlıca kalkış noktalarını oluşturmaktadır. Buna karşılık, RSDİP’deki bolşevik-menşevik bölünmesinden sonra Lenin’in örgüt anlayışına yönelttiği eleştiriler, ulusal sorun konusunda Lenin’le ters düşmesi ve Rus Devrimi’nin ilk yıllarında bolşeviklere yönelttiği kimi eleştiriler ise, Luxemburg hakkındaki olumsuz değerlendirmelerin beslendiği ana noktalar olmaktadır.

Bu değerlendirmelerin iki zıt kutupta şekillenen ifadeleri de vardır. Kimileri Luxemburg’un çizgisinin aslında bolşevizminkinden daha tutarlı ve doğru bir çizgi olduğunu (en azından Avrupa için) savunurken, kimileri de Luxemburg’u partili mücadeleyi reddeden, kendiliğindenciliğin başlıca teorisyeni olarak görmektedir. Lenin’den sonra resmi komünist hareket içinde ise Luxemburg’un çizgisi ve mirası sık sık troçkizmle özdeşleştirilmiştir. Her ne kadar sağlığında Troçki ile pek bir yakınlığı olmamış olsa da, bu ilişkinin aslında tersinden kurulduğu görülmektedir: Troçki, Dördüncü Enternasyonal’in üç L (Lenin, Luxemburg, Liebknecht) damgasını taşıyacağını söylemiş, onun birçok takipçisi de Luxemburg’un görüşleriyle sıkı paralellikler kurmaya özen göstermiş ve sonuçta bu çizgiye daha yakın bir tutumda karar kılmışlardır. Son yıllarda Luxemburg’un değerini keşfedenlerin sayısı eskiden ona ilgi göstermeyenlerin arasında da artmaktadır; ancak bunun hayırlı bir gelişme olduğu sanılmamalıdır.

Doğrusu, Leninizm, Troçkizm, Maoizm, Enver Hoca’cılık, hatta Zapatistlik ve Sandinistlik var olan akımlar olduğu halde açıkça Luxemburg’culuk sıfatını benimseyerek taşıyan akımlara pek rastlanmamaktadır. Galiba asıl karışıklığı yaratan da bu durumdur; böylece birçok akım örtük biçimde Rosa Luxemburg’un çizgisini paylaşabilmektedir. Bu çizginin tam olarak neyi ifade ettiği netleşmediği ölçüde, Rosa Luxemburg’un görüş ve tutumları sol sosyal demokratlığa giden yolu döşeyen taşlar olabilmektedir. Özellikle troçkist akımlar (Troçki’nin sağlığındaki Uluslararası Sol Muhalefet de dâhil olmak üzere) bu yolun müdavimleri olarak görülebilir. Ama farkında olmaksızın ve hatta tam aksini iddia ederek aynı yoldan yürüyenler de az değildir.

Rosa Luxemburg’un özellikle Lenin’e karşı üstünlüklerini sıralama gayretinde olanların en revaçtaki argümanı, Kautsky’nin oportünist yüzünü en erken teşhis edenlerin başında Rosa Luxemburg’un gelmesidir. Bunu 27 Ekim 1914’te Şliapnikov’a yazdığı mektupta Lenin de doğruluyor:

“Rosa Luxemburg haklıydı; Kautsky’nin parti çoğunluğuna, kısacası oportünizme hizmet eden bir eyyamcı bir teorisyen olduğunu çok önceden anlamıştı.”

Doğrusu bu nokta Luxemburg’un bir üstünlüğüne değil temel bir zaafına tanıklık etmektedir. Gerçi Kautsky’nin merkezci çizgisinin farkına en erken varanların başında Rosa Luxemburg’un geldiği, Lenin’in bu durumun farkına varmada çok geciktiği doğrudur. Ancak İkinci Enternasyonal içindeki oportünizmin farkına varanların, Lenin’in ısrarlı çabalarından önce bu örgütten kopmaya yönelmemiş olmaları daha önemlidir. İkinci Enternasyonal akımlarının hiçbirisi, devrimcilerin ideolojik netlik ve homojenlik temelinde, diğer akımlardan bağımsız örgütlenmesi fikrini kabul etmiyordu. Bu anlayışın öncüsü olan bolşevikler ise, (hele bugünden bakıldığında) İkinci Enternasyonal içinde farklı ve yeni bir damarın temsilcisi olarak görülmelidir. Bolşeviklerin baştan beri temsil ettiği yeni örgüt anlayışına ve oportünizm karşıtı mücadele çizgisine karşı çıkanların birçoğu ne yazık ki oportünizm tehlikesini ilk sezenler olmuştur; Rosa Luxemburg bunların başındadır. Hatta onun kritik dönemeçlerde yapılması gerekenin tam aksini salık verdiğini bile görmek mümkündür. Bir örnek: 1908’de Hollanda partisinde oportünistlerle tartışmaların gerginleştirdiği bir ortamda arkadaşı Henrietta Roland-Holst’a (sonradan Radek’le birlikte Zimmerwald Solu’nda yer aldı) yazdığı mektupta şöyle dedi Rosa Luxemburg:

“Marksistlerin parçalanması (düşünce ayrılığıyla karıştırılmamalı) ölümcül bir şeydir. Paıtiden ayrılmak istediğinizde, bütün gücümle sizi engellemek isterim… SDAPden (Hollanda Sosyal Demokratik İşçi Partisi’nden) çekilmeniz sosyal demokrat hareketten de çekilmeniz anlamına gelir. Bunu yapmamalısınız, hiçbirimiz yapmamalıyız! Örgütün dışında, kitlelerle teması yitirerek ayakta kalamayız. En kötü işçi partisi partisizlikten iyidir.” (P. Netti, Rosa Luxemburg, Ataol Yay., c.II. s. 173)

Rosa Luxemburg hayatının sonuna kadar bu tutumu terk edemedi; yeni bir devrimci partiyi yaratmak yerine en kötü işçi partileri içinde debelendi. Nisan 1917’ye, yani Kautsky ayrılıncaya kadar SPD içinde kaldı ve kalmak gereğini savundu. 1918 sonuna kadar yine Kautsky’nin örgütü olan USPD’ye bağlı bir hizip (Spartaküs Birliği) içinde kaldı. Zimmerwald-Kienthal-Stokholm konferansları sürecinde Kautsky’cilerden bağımsız, yeni bir enternasyonal kurulmasına karşı çıkanlar arasında saf tuttu. Rosa Luxemburg ve yoldaşları ancak 1918’in sonunda tamamen bağımsız bir örgütlenmeye yöneldiler. Bu tarih SPD-USPD hükümetinin milisleri tarafından öldürülmelerinden üç hafta öncesine denk gelir!

Rosa Luxemburg’un bu tutumun ardında “sosyal demokrasi işçi sınıfının ta kendisidir” anlayışı, yani öncünün devrimci bir program etrafında ve işçi sınıfının genel kitlesinden de bağımsız örgütlenmesi fikrinin reddi yatmaktadır. Ne var ki bu tutumun, Luxemburg’a sık sık yüklenen partisiz devrimcilik, kendiliğindencilik suçlamalarıyla ilişkisi yoktur. Bu suçlamalar aslında onunkine Lenin’inkinden daha çok benzeyen klasik İkinci Enternasyonal’ci örgüt anlayışını sürdürenlerin suçlamalarıdır. Doğrusu, Rosa Luxemburg zamanının, oportünist ya da devrimci, bir çok sosyal demokratı gibi, anarşizme karşı partili devrimcilik anlayışıyla yoğrulmuştur. Sınıf mücadelesinde merkezi bir siyasi örgütün zorunluluğunu kavrayacak kadar aklıbaşında ve bu ilkede ısrar edecek kadar kararlıdır. Merkeziyetçi bir işçi sınıfı partisini elbette savunmuştur; kusuru burada değildir. Luxemburg’un bu konuda savunduğu görüş, bir görüş olmanın ötesinde, hazır bir modeldir de: İkinci Enternasyonal partileri böyle partilerdir.

Aslında bugün leninizm adına öne çıkanların birçoğu da adını koymadan aynı parti modelinde birleşmektedirler. Luxemburg ve başkaları ile Lenin arasındaki asıl farklılık bir tarafın merkezi bir örgütlenmeyi savunması diğer tarafın bunun aksini savunması değildi. Aksine zaman zaman merkeziyetçiliğe yapılan vurguda tarafların karşılıklı olarak yer değiştirdiğine rastlandı. Asıl sorun tıpkı RSDİP İkinci Kongresi’ndeki ayrışma noktasında olduğu gibi, örgütün kapsam ve içeriği hakkında bir tartışmayla ilgilidir.

Lenin devrimci partinin kapsamının dar tutulmasında ısrar ettiği için birçoklarıyla ayrı düştü. Burada iki ayrı nokta altı çizilerek ayırt edilmeli: Hem, kendini işçi sınıfının en ileri ve devrimci faaliyeti kesintisiz yürüten unsurlarıyla sınırlayan bir örgüt (bu unsurlar az olduğunda küçük; artınca büyük bir örgüt haline gelmek üzere) savunulmalıdır. Hem de, bu örgütün sadece burjuvaziden değil, oportünistlerden, revizyonistlerden vb. işçi hareketi içindeki farklı siyasal akımlardan da bağımsız ve ayrı olmasına özen gösterilmelidir.

Rosa Luxemburg bu ayrışmanın iki temeline de itiraz etti. Hem partinin sınıfın bütün kesimlerini ve unsurlarını içermesi gerektiğinde; yani sosyal demokrat parti ile sınıfın özdeşleşmesinde ısrar etti. Hem de oportünizmin de sınıfın tarihsel evriminin doğal bir ürünü olduğunu öne sürerek, bunun da hareketin içinde yer alacağını ve alması gerektiğini savundu; yani oportünizmi fikir mücadeleleriyle denetlenip, sınıf mücadelesinin yükselmesiyle alt edilecek bir unsur olarak tanımladı.

Bu bakımdan, Luxemburg’un oportünizmin farkına vardığı halde ondan kopmamada ve aynı çatı altında birlikte yaşamada ısrarlı tutumu aslında örgüt sorununa bakışından ileri gelmektedir. Bu tutum şu ya da bu ölçüde birçok başka çağdaşı tarafından da paylaşılmıştır; birçokları daha sonra da bu tutumu sürdürmüştür ve hala sürdürenler de az değildir. Aslında aşağıdaki satırlar sadece Luxemburg’a özgü görüşler değildir; aksine çağdaşı ve ardılı birçok marksistin paylaştığı görüşlerdir bunlar.

“Sosyal demokrasi, ulusal, dini ya da mesleki farklılıkları ne olursa olsun bütün işçi gruplarını tek bir partinin çatısı altında birleştirme yönünde doğal bir eğilime sahiptir.”

“Devrimci anlamda sosyal demokrat taktiğin ilk ve son defa olarak önceden garanti altına alınabileceğini ve böyle bir tedbirle işçi hareketinin oportünist eğilimlerden daima korunabileceğini düşünmek hiç de tarihsel olmayan bir hayaldir […] sosyal demokrasi bir kitle hareketi olduğundan ve onu tehdit eden sivri uçlar insanların kafasından değil toplumsal koşullardan kaynaklandığı içindir ki oportünist yanılmalara baştan sona mani olunamaz. Oportünizm pratikçe somut biçimler aldıktan sonra, bizzat hareketin kendisi tarafından ve marksizmin verdiği silahların yardımıyla tedavi edilmelidir.” (R. Luxemburg. Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları)

Oportünizme karşı örgütsel tedbirlerin anlamsızlığı fikrine yaslandığı için teslimiyetçiliğe varabilen bu kaderci bakış açısı, devrimci partinin kendi içinde oportünizm dahil işçi sınıfının bütün eğilim ve kesimlerini barındırması gerektiği fikrinden hareket etmektedir.

Bu fikre bağlı kalan Rosa Luxemburg, Troçki ve başkaları aslında İkinci Enternasyonal’in sol kanadını oluşturmaktaydılar. Lenin ve bolşeviklerin de onlarla aynı yerde durduğu hakkında yaygın bir yanılgı vardır. Hâlbuki öyle olmadığı Zimmerwald Konferansı’nda açıkça kendini gösterdi. Bu konferansta İkinci Enternasyonal’in sol muhalefeti ile kendilerine Zimmerwald Solu diyen bolşeviklerin ayrımları belirginleşti. Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna önderlik eden akım da Zimmerwald Solu oldu. Rosa Luxemburg, Troçki ve sonradan Üçüncü Enternasyonal’e katılanların birçoğu bu kesimin içinde değildi.

Ne var ki, bu ayrımın o zaman ve bir kez çizilmiş olması yetmiyor. Bugün İkinci Enternasyonal çizgisiyle bolşevizmin takipçilerini ayırt etme ve bu ayrımı sürekli gözetme görevi hala komünistlerin önünde duruyor. Rosa Luxemburg’un bolşevizmin değil, İkinci Enternasyonal’in sol kanadının temsilcisi olduğunu vurgulamak da bu bakımdan önemlidir. Onun mirasını komünist devrim mücadelesine taşıyabilmenin en önemli koşullarından biri bu bilinci korumaktır.