Nasıl ki komünistler görüşlerini ve amaçlarını emekçi yığınlardan gizlemeye tenezzül etmez, emekçi yığınlara siyasi gerçekleri açıklayarak ancak tüm toplum düzeninin zorla yıkılmasıyla tüm ezilenlerin politik olarak özgürleşebileceğini savunmaktan hiçbir koşul altında geri durmazlarsa, aynı şekilde emekçileri ve ezilenleri düzene bağlamayı amaç edinmiş oportünistlerin ipliğini de kitlelerin önünde pazara çıkarmayı boyunlarının borcu bilirler. Çünkü, tasfiyecilik rüzgârları ne yandan eserse essin komünistlerin birliğini savunanlar ancak siyasi olarak burjuva sosyalistleriyle mücadele ederek, kendilerini oportünistlerden net bir biçimde ayırarak bu amaçlarına ulaşabileceklerinin bilincindedir. Bu itibarla, referansını bolşevizmden alan KöZ diğer sol akımların aksine ne herhangi bir soyut bahanenin arkasına gizlenerek emekçi ve ezilen yığınlardan siyasi gerçekleri saklama gerekliliği hissetmiştir ne de tasfiyeci akıntıya karşı yüzmekten korkarak kitlelerin önünde set olan oportünistleri yok sayıp onları teşhir etmeyi başka bir tarihe ertelemiştir. Nitekim KöZ”ü oportünizme karşı “sözde” kavgalı olan muhtelif sol çevrelerden ayıran özelliklerinden biri de bu çizgisidir.

Bugün ise komünistlerin mücadele tarihinden referansla “Devrimcilerin görevi kitlelerin önünde set olan oportünistleri teşhir etmektir.” fikrini savunanlara karşı “Solculara solculuk öğretilmez!” safsatasını dile getirip her siyasi çizgiyi birbirine denk gören muhtelif akımlar, komünist mücadelenin tarihini çoktan unutmuş ve liberal teorilerin etkisiyle epeydir savruluyor hâldedirler. Tam da bu sebeple, “Kurtuluş devrimde, sosyalizmde!” nidalarını papağan gibi tekrarlayıp programatik eksikliklerinin üzerini örtmeye çalışırken, oportünizm suçlamalarına karşı ödedikleri bedellerin arkasına gizlenerek kendilerine yöneltilen siyasi eleştirileri savuşturmayı alışkanlık hâline getirenlerin, KöZ sayfalarında yazılanları okuduklarında rahatsız olmaları pek doğaldır. Fakat KöZ’de yayınlanan diğer yazıların olduğu gibi bu yazının da amacı sadece kimi çevreleri rahatsız etmek değil, komünistlerin tarihsel misyonu gereği devrime set olan oportünistlerle siyasi bir hesaplaşmanın peşinden gitmektir.

Faşizm Tespitleri Reformist Siyaseti Haklı Çıkarmaz

Geride bırakılan dönemde üzerinde fazlasıyla durulan tespitlerimizden biri devrimci duruma dairdi. Gezi Ayaklanması’ndan bu yana öne çıkardığımız rejim krizi tespitiyle beraber 2015 seçimlerinden sonra Kürdistan’da hendeklerin kazılmasıyla Türkiye’de bir iç savaşın hüküm sürdüğünü dile getirdik. 2020’nin başından beri bir devrimci durumun dünyanın dört bir yanına yayıldığını söyleyerek Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci durumun en yoğun yaşandığı bölgeler olduğunun altını “Faşizm Yükselmiyor Koşullar Devrimcilerden Yana” adlı yazımızda çizdik. Biz bunları yazarken “AKP-MHP faşizmi”, “neoliberal faşizm” veya “konsolide olan tek adam rejimi” gibi rengarenk faşizm safsatalarını ön plana çıkarıp devrimci durum tespitinden yan çizenler ise kendi güdük siyasi kavrayışlarını ve düzen kollayıcılıklarını perdelemek amacıyla nesnel koşulların olanaksızlığını dile getirip reformist çizgilerini haklı çıkarmak istediler. Proleter devrim stratejisini çoktan tasfiye eden veya “henüz” silahlı bir kitlesel ayaklanmayla devleti yıkmanın olanaksız olduğu öne sürülerek devrimi fi tarihine erteleyen reformizmin bu türü için devrimin yolundaki taşları temizlemek adına bir hazırlanış veya bir geçiş dönemi zaruri bir ihtiyaç gibi gözüküyor. Pek tabii bu geçiş döneminde burjuvaziye ve reformist olduğunu saklamayanlara şirin gözükmek, geniş kitlelerin gözünde “devrim ve sosyalizm”i “gerçek insanlık aşkı” ve “adalet” kavramlarına indirgeyerek kitlelere ürkütücü gelmeyecek bir sınıf savaşımı portresi çizmek, kitle kuyrukçuluğu gereği “proleter devrim”in keskin hatlarını şimdilik gizleyip şartlar olgunlaşana kadar ezilenleri oyalamak, faşizmi geriletmek adına gerici ittifakları seçimlerde desteklemek bu oportünist çevrelere göre dönemin gerektirdiği devrimci siyasetin gereğidir. Üstelik, yeri geldiğinde “değişen çağa ayak uydurma” bahanelerine de sığınarak tasfiyeci karakterlerini muharebe nidalarıyla örtmeye çalışıp siyasetsizliklerini devrimcilik diye addedenler, bu parlak fikirlerinin sınıf savaşımı tarihi içerisinde çoktan mahkûm edildiğini görmezden gelmektedirler. Bu alelade kavrayışın karikatürü Marx ve Engels’in Alman Sosyal Demokrat İşçi Parti’sinin yönetici kadrosuna yazdığı 17-18 Eylül 1789 tarihli mektupta şöyle çizilmiştir:

“İşte üç Zürih sansürcüsünün programı böyle. Açıklık konusunda geriye hiç bir kuşku bırakmıyor. Hele de 1848 günlerindeki bu tür lafebeliklerini tümüyle pek iyi bilen bizler için. Burada kendilerini ele veren, proletaryanın devrimci konumunun baskısıyla ‘çok ileri gidebileceği’ kuşkuyla dolu küçük-burjuvazinin temsilcileridir. Kararlı siyasal muhalefet yerine genel arabuluculuk; hükümete ve burjuvaziye karşı savaşım yerine onları kazanmaya ve inandırmaya çabalamak; yukardan gelen kötü muamelelere karşı yiğitçe direnmek yerine uysalca boyun eğme ve cezanın hak edildiğini itiraf etmek. Tarihsel olarak zorunlu çatışmaların tümü yanlış olarak yorumlanmakta ve bütün tartışmalar, eninde sonunda, esas noktada anlaşmış̧ olduğumuz yoldaki güvenceyle son bulmaktadır. 1848’de burjuva demokratları olarak ortaya çıkan kimseler, simdi pekâlâ kendilerini sosyal-demokrat olarak adlandırabiliyorlar. Birinciler için demokratik cumhuriyet ne kadar ulaşılmaz bir uzaklıkta ise, ikinciler için de kapitalist düzenin alaşağı edilmesi o kadar uzaktadır ve bu nedenle bu günün politikasında kesinkes bir önem taşımaz; insan arabuluculuk edebilir, uzlaşabilir ve başkasının gönlünce iyilikseverlik edebilir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savasımı, tıpkı bunun gibidir. Sınıf savasımı kâğıt üzerinde kabul ediliyor, çünkü bunun varlığı artık yadsınamıyor, ama pratikte örtbas ediliyor, sulandırılıyor, daraltılıyor. Sosyal-demokrat parti işçilerin partisi olmamalı, burjuvazinin ya da bir başkasının nefretini üzerine çekmemelidir; herşeyden önce burjuvazi arasında çok canlı bir propaganda yürütmelidir; burjuvaziyi ürkütecek ve herşeyden önce bizim kuşağın erişemeyeceği uzun vadeli amaçlara ağırlık vereceğine, bütün gücünü ve enerjisini, toplumun eski düzenini yeni payandalarla destekleyerek, belki de kesin bir yıkımı, giderek, azar azar ve olabildiğince barışçıl bir çözülme süreciyle dönüştürebilecek şu küçük-burjuva reform yamalarına vermelidir.”

Bu karikatürün karakterlerinin lafazanlık dışındaki görevi meydana gelen herhangi bir toplumsal olayı desteklermiş gibi gözüküp engellemeye çalışmak, herhangi bir kitlesel seferberliğin önünü tıkamak, bağımsız devrimci bir hatta durmamak için türlü türlü bahaneler uydurmak ve sonunda kitle hareketinin sönümlenmesine vesile olmaktır. Düzenin bacaklarından biri sallandı mı telaşa kapılan reformist ve oportünistler siyasal iktidarı hedeflemek şöyle dursun her koşulda “Tek yol devrim!” diyenleri hayalperestlik ve goşistlikle nitelendirmekle meşguldür. Bu nedenle, devleti sarsacak olası bir musibet durumunu fırsatı çevirmeyi akıllarına getiremeyenler bırakalım devleti yıkmak için çabalamayı bu musibeti savuşturmak adına ellerinden geleni yapmaktan çekinmez.

Hiç şüphesiz emperyalist savaşı ezilenlerin ve emekçilerin iç savaşına çevirip Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşeviklerin izinden gidenlere karşı, İkinci Enternasyonal’in çizgisinden öte gidemeyen bu oportünist akımlar, krizin derinleştiği dönemleri kof bir muhaliflikle devletten taleplerde bulunmayı, ses getirici basit eylemlerle bu dönemleri atlatmayı devrimcilik ile bağdaştıracaklardır. Dolayısıyla, İkinci Enternasyonal çizgisinin devamı niteliğindeki günümüz muhtelif sol çevreler için devrim olgusunun sosyal ve kültürel normlara indirgenmiş, devrimciliğin ise boş zamanlarda uğraşılan bir hobi olarak algılanmış olmasına şaşırmamak gerekir.

Reformistler düzen kollayıcılığını sürdüredursun, devrimden başka ajandası devrimcilikten başka mesleği olmayan komünistler için her musibet proleter devrim amacıyla istismar edilmesi gereken bir fırsat olarak algılanır. Ekim Devrimi’nin yolunda kararlılıkla ilerleyenlerin görevi, hükümetleri alaşağı etme zamanlarında kabuklarına gizlenenlerin aksine devrimci sorumluluklarının ağırlığı gereği mücadelenin çıtasını yükseltmektir.

Oportünizmle ve Reformizmle Savaşmadan Devrimci Siyaset Yürütülemez

İkinci Enternasyonal’in oportünist tutumu saptandıktan sonra yeni bir Enternasyonal’in ancak İkinci Enternasyonal’den yalnızca fikren değil, fiilen ve derhal koparak kurulması konusunda ısrar eden yalnızca Bolşevikler olmuştur. Lenin şöyle der:

“Oportünizme yenik düşen İkinci Enternasyonal ölmüştür. Kahrolsun oportünizm; yalnız hainlerden değil, oportünizmden de arındırılmış Üçüncü Enternasyonal yaşasın! Aynı zamanda en gaddar kapitalist köleciliğin ve en hızlı kapitalist gelişmenin çağı olan uzun barışçıl dönem boyunca, yani on dokuzuncu yüzyılın son otuz yılı ile yirminci yüzyılın başlarında, proleter yığınların örgütlenmesi bakımından İkin­ci Enternasyonal kendi payına yararlı bir hazırlık çalışmasını yerine getirmiştir. Kapitalist hükûmetlere karşı devrimci saldırıya geçebilmek, siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sosyalizmin zaferi için, bütün ülkelerin burjuvazisine karşı iç savaş başlatabilmek üzere proletarya­nın güçlerini örgütlemek görevi de Üçüncü Enternasyonal’e düşüyor.”

Bolşeviklerin İkinci Enternasyonal’den kopuş hamlesine karşı çıkanlar elbet oldu. Nitekim Troçki de Kautsky’ci merkezcilerle birliği savunarak Bolşeviklerin karşısında yer almıştı. Savaş zamanında daha da elzem hâle gelen Komünist Enternasyonal’in kurulmasına engel olmaya çalışan, Bolşeviklerinki gibi kararlı ve sonuna kadar devrimci enternasyonalist bir tutumu reddeden, Zimmerwald’ın hâkimi olan ve başını Kautsky’nin çektiği bu oportünist çizgiye elbet geçit verilmemeliydi. Kautsky ve benzerlerinden kopmamakta direnmek de aynı değirmene su taşımakla eş anlamlı olduğundan, en nihayetinde bu çizgiyi savunanların tasfiyeciliğe varan merkezci oportünist bir tutumun peşinden gittikleri anlamını çıkarmak gerekir. Bolşeviklerin bu tutumundan komünistlerin çıkartması gereken ders ise ne pahasına olursa olsun reformist ve oportünistlerle aynı çatı altında bulunmamak, bağımsız devrimci siyasetten, devrimci enternasyonalist bir çizgiden taviz vermemektir.

Bugün Troçki’nin adını duyunca bile sinirden köpüren muhtelif sol akımların ise saplandıkları bataklık Troçki’nin Zimmerwald ve sonrasında takındığı merkezci tutumunun dahi çok gerisinde kalır. Oportünist ve reformistleri kitlelerin önünde teşhir etme kaygısı taşımayan, onları politik olarak köşeye sıkıştıracak öneriler ve talepleri öne çıkarmadan, oportünizmle hesaplaşmayı son derece sınırlı bir kesime hitap eden seyrek sayıdaki köşe yazısına indirgeyen akımlar Bolşevizmin mirasçısı olabilir mi? Kitleleri kaybetme korkusuyla onların önünde oportünizmi teşhir etmekten çekinen kitle kuyrukçuları Zimmerwald’dan kopma cesaretini gösterebilirler miydi? Somutlaştırmak gerekirse, bugün kitle hareketiyle temas yüzeyini arttırmak için HDP gibi reformist bir partiden kendini ayıramayan muhtelif sol akımlar Kautsky’den daha ileri bir tutum mu sergiliyorlardır? Öyleyse, komünizm düşmanı Erbakan’ı ölüm yıldönümünde anmak için sıraya girenlerle iş birliği yapma gerekliliği nedendir? Bağımsız bir birleşik Kürdistan’ı unutturup, proleter devrimci çizgiyi çoktan tasfiye ederek Ortadoğu federasyonu hayalini kuranlar Kautsky ve Troçki ile aynı çizgide değiller midir? Emperyalistlere şirin gözükmek isteyen Erdoğan’ın meclisten 1 çekimser oyla geçirdiği İstanbul Sözleşmesi’ni savunma yarışında olanlar bu sözleşmeyi aynı şekilde savunan TÜSİAD’dan, AB’den ve Millet İttifakı’ndan kopamazken Zimmerwald’da hangi tarafta olurlardı? Nitekim bu sorulara verecek cevabı olmayanlar ödenen bedeller üzerinden siyasetsizliklerini örtmeye çalışırken, bırakalım bağımsız bir devrimci çizgide siyaset yürütmeyi, oportünizmle görünüşte kavgalı gibi gözükseler de çeşitli stratejik bahaneleri öne sürerek oportünizm ve reformizmle barış içinde yaşarlar.

Şüphesiz Kautsky’nin İkinci Enternasyonal çizgisinden farkı olmayan bu akımların ortak noktası hâlihazırda muhtelif yayınlarımızda epeydir tespitini yaptığımız devrimci durumun gerektirdiği devrimci sorumluluklardan kaçmalarıdır. Şartların “henüz” olgunlaşmadığını savunanlar için “faşizm koşulları altında” pek tabii reformistlerle yan yana gelinmesinde bir sakınca yoktur. Peki, Gezi Ayaklanması’nı, 6-7 Ekim Kobanê Ayaklanması’nı, Sur’dan Nusaybin’e uzanan hendek savaşlarını, Boğaziçi’nde başlayan ve Türkiye’nin her yanına yayılan protesto eylemlerini “muazzam gelişmeler” olarak yorumlayan “öncü partiler” bu tespiti yapmak için daha neyi beklemektediler? Mamafih devrimci durum tespitinin arkasında durduklarını belirtmeleri durumunda “barikatı aşmakla” oyaladıkları militanlarından gizledikleri program tartışmalarının gün yüzüne çıkacağından buna cesaret edemeyeceklerdir.

En son HDP İzmir il binasına yapılan saldırının ardından ilk elde yapılan açıklamalar da bu konuda ibretlik taze veriler sunmaktadır. HDP’den yapılan ilk açıklamalar devletin HDP lokallerinin bizzat devlet tarafından tahrik edilen güruhların saldırılarına karşı korumamış olduğundan şikayet ediyor. Bir yandan hükümeti faşist olarak niteleyen ve kendi güvenliğini “faşist saldırılara” karşı bu “faşist” hükümetten bekleyip bu sağlanmayınca da sitem edenler bize kimleri hatırlatmalıdır? Reformizmin ve tasfiyeciliğin trajik sonuçlarına örnekler sayısızdır. En çarpıcılarına işaret etmek gerekirse kendi güvenliğini Kornilov’a emanet eden Kerensky’yi, aynı şekilde “sosyalist hükümetinin” güvenliği için Pinochet’den medet uman Allende’yi hatırlamak yetmez mi? Bunların ortak paydası bir kişilik benzerliği değildir; zira hiç benzemezler. Ortak payda ise kaynağını reformizmden ve tasfiyecilikten alan bir siyasi körlüktür. Bu körlüğü Lenin “parlamentarist hödüklük” olarak tarif etmişti. İşte reformizm ve tasfiyeciliğin özü devleti, burjuvazinin sınıf mücadelesindeki başlıca baskı aygıtı ve şiddetli bir devrimle ortadan kaldırılması gereken bir düşman aygıtı olarak değil herkesin güvenliğini temin edecek bir tarafsız hakem olarak görmektir. Bunun için oportünizmin her türü gibi bu türü de burjuva siyasetinin türlerindendir. Hiçbir zaman ve koşulda işçi sınıfı ve emekçilerin yararına değildir. Her zaman ve her koşulda yönetme kabiliyetini yitirmiş olan hakim sınıfı mukadder akıbetinden kurtarmaya hizmet eder.

Burjuva sosyalizminin temsilcileriyle mücadele ederken oportünistlerden ayrışmak Komünistlerin Birliği’ni savunanların Komünist Manifesto’da, Zimmerwald’da öne çıkardıkları çizgidir. Bu tarihsel misyonun bilincinde olan komünistler için oportünizmle mücadele etmek bağımsız bir devrimci hattı yaratmak adına elzemdir.

KöZ’ün arkasında duran komünistler oportünizmin her türlüsünü teşhir ve tecrit etmek adına zorunlu olan esas unsuru, Bolşevizmin mirasından giden Komünistlerin Birliğini sağlayacak olan devrimci özneyi yaratmak adına mücadele ediyor.

Yaşasın Komünistlerin Birliği!