10 Ekim, Suruç katliamlarının da bir parçası olduğu iç savaş bugün de kayyım atamaları, devrimcilerin ve siyasetçilerin tutsak edilmesi gibi peş peşe ilerleyen saldırılarla sürüyor. Sol akımlar her sene bu katliamlara karşı bir araya gelerek, saldırılara karşı adalet çağrısını, “Suruç için Adalet, Herkes için Adalet; Faşizme Karşı Omuz Omuza; Onlara Sözümüz Barış Olacak” sloganlarıyla yükseltmektedir. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin defaatle vurguladığı gibi, bu sloganlar soyut barış temennilerine ve ne idüğü belirsiz faşizm tanımlarına dayanmaktadır. Bu sloganların karşısına komünistlerin tutarlı bir biçimde öne çıkardığı sloganlar, “Adalet İçin Tek Yol Devrim; İç Savaşın Muhatabı Emekçi ve Ezilenlerdir; Savaştan Kaçarak Barış Olmaz, Barış için Tek Yol Devrim, Emperyalizmin Savaşı da Barışı da Zulümdür” olmuştur.

“Barış Hemen Şimdi” Diyenler Sınıf Savaşının Karşısındadırlar

Hemen hemen her Kürt ailesinden birinin hayatını yitirdiği yahut tutsak düştüğü, devrimcilerin ve siyasetçilerin devlet tarafından saldırılara maruz kaldığı, kayyımların peşi sıra atandığı, iç savaşın şiddetle sürdürülmeye çalışıldığı bir dönemde barış temennileri doğaldır. Ne var ki, barış talebinde ifade bulan bu tepkiler gerçek anlamda bir barış isteminden çok “ölmek istemiyoruz”, “savaş istemiyoruz” dileklerinin ifadesidir. Gerçekte iç savaş koşullarında toplumsal eşitsizlikler vurgulu bir hal aldığı için emekçi yığınları arasında iç savaşa karşı büyüyen tepki, henüz bulanık ama giderek gelişen devrimci ruh halini de ifade eder. Yine de emekçi ve ezilen yığınlar içinde gelişen bu tepki, komünistlerin veri alıp derinleştirmekle yükümlü oldukları gelişmelerdir. Bu nedenle, komünistler her zaman olduğu gibi, onların büyüyen barış arzusundan, burjuva diktatörlüğü altında “demokratik” bir barış hakkındaki kuru ütopyaları destekleyici sonuçlar çıkarılmasını önlemekle yükümlüdür. Emekçi ve ezilenlerin insanseverlere, burjuvaziye bağladıkları umutları pekiştirici hayallerin yayılmasına karşı mücadele yürütürler. Komünistler, burjuvaziye ve onun hükümetlerine karşı devrimci eylemli mücadelenin demokratik kazanımlara giden yegâne yol olduğunu bilirler.

Oysa soyut ve acil barış temennilerini döne dolaşa vurgulayanlar, her şeyin başında barışın elde edilmesinin gerektiğini öne çıkaran bir yaklaşıma sahiptir. Bu anlamda bu şiarın asıl politik anlamı burjuva düzeni yıkılmadan elde edilebilecek bir barış hedefinin, siyasallaşan yığınların yeniden yeniden önlerine çıkartılmasıdır. Halbuki karşı devrimin silahlarını gömmeyeceği açık olduğuna göre bu türden bir barış temennisi eninde sonunda emekçilerin kendilerini fiziksel, örgütsel ve siyasi anlamda silahsızlandırması anlamına gelir. Demek ki, barış kavramının ve talebinin soyutlaştırılması, genelleştirilmesi en büyük titizlikle kaçınılması gereken bir tutumdur.

Lenin’in daha önceleri de döne döne vurguladığı görüşler Komünist Enternasyonel’e katılma koşulları arasında şöyle ifade edilmiştir: “Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, sadece açık sosyal yurtseverliği değil, ikiyüzlü ve sahte sosyal pasifizmi (barışçılık) de teşhir etmekle yükümlüdür; kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne silahlarının sınırlanmasına ilişkin tartışmaların, ne de Milletler Cemiyeti’nin “demokratik” tarzda düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önleyemeyeceğini işçilere sistemli biçimde anlatmalıdır.” (21 Koşul’dan)

Bugün Dünya Barış Günü eylemlerinde, Suruç ve 10 Ekim anmalarında, HDP’ye destek eylemlerinde soyut barış temennileri alanlarda yerini korurken, yapılması gereken iç savaşın gerçek muhataplarının emekçi ve ezilenler olduğunu ve burjuva diktatörlükleri yıkılmadan bu savaşın bitmeyeceğini vurgulamaktır.

Soyut Faşizm Tespiti Yapanlar ile Soyut Barış Çağrısı Yapanlar Akrabadır

Türkiye solundaki birçok akım, 10 Ekim ve benzeri katliamların sebebinin faşizm rejimi olduğunu, Türkiye’de bir “tek adam rejiminin kurulduğunu” ve bunun AKP-MHP faşizmi olduğunu söylemektedir. Bu akımların arasında faşizme karşı eylemli bir çizgiyi öne çıkarmaya çalışanlar olduğu gibi, çok daha pasifist tutumlara sahip akımlar da bulunmaktadır. Bu akımların ortak noktası, bu rejimin neden faşizm olduğunu tarif eden, onu burjuva diktatörlüklerinden ayırt eden devrimci bir tezleri olmamasıdır. Bu akımlara göre faşizm bazen açık bazen kapalı olabilen, devlet şiddet aygıtını kullanmayı artırdıkça oluşuveren, Erdoğan iktidarının MHP ile ilişkisini ayırt edemeyen, hatta daha da geri bir şekilde dinci gerici olduğu için faşizm olarak nitelenen bir rejim analizi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu argümanların hepsi hatalıdır ve temelinde aynı siyasi yanlış yatmaktadır. Tüm bu sayılanlar faşizme değil, burjuva diktatörlüklerine has özelliklerindendir. Diktatörlükteki baskının ne kadar, ne tarafa, ne şekilde olacağı, o ülkedeki sınıf mücadelesinin keskinliği ve devlet aygıtının gelişkinliğine göre diktatörlükten diktatörlüğe değişecektir.

 

Faşizmi tanımlarken yapılan hataların kökeni, sadece bu iktidardan kurtulduktan sonra “barış” çağrılarının ses bulacağını düşünenlerle aynıdır. Erdoğan iktidarına bir gericilik atfedenler, TC’nin neyin üzerinde kurulduğunu anlayamayan dar kafalılardır. Dersim Katliamı’nı yapanlar ne kadar burjuva diktatörlüğünü savunmak için bu katliamları gerçekleştirdiyse, Suruç’ları 10 Ekim’leri yapanlar da aynı burjuva diktatörlüğünü korumak isteyenlerdir. İşçilerin ve ezilenlerin burjuva diktatörlüklerinde iyileşebileceğine dair politikaların aslında reformist bir hatta yer aldıklarını ve eninde sonunda burjuva siyasetçilerine yedekleneceklerini tekrarla vurgulamak gerekir.

Bütün bunların yanı sıra, Türkiye’de sol akımlar tarafından yapılan bu faşizm tespiti yanlış bir birleşik cephe siyaseti ve burjuva siyasetinin kuyruğuna ilişmek adına sözüm ona bir meşruiyet zemini yaratmaktadır. 10 Ekim ve benzeri katliamlar, burjuva diktatörlüklerinin ayrılmaz parçasıdır. Dolayısıyla bu katliamları durdurmanın tek yolu mevcut düzeni alaşağı etmekten geçer. Mevcut diktatörlüğün yürütmesini üstlenenlerle yahut bugün Amerikancı muhalefetin parçası olan burjuva akımlarla yani sınıf karakteri gereği katliamlardan beslenen emekçi düşmanı bu unsurlarla yapılacak ittifaklarla katliamları durdurmak mümkün değildir.

KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak açıkça vurguladığımız gibi, iç savaştan kaçanlar onun kurbanı olurlar. Sınıflar mücadelesi tarihinden çıkarılacak ders basittir: “Ya devrimler savaşı durdurur ya da savaşlar devrime yol açar.” Tarihte barış kampanyalarıyla engellenmiş ya da durdurulmuş tek bir savaş örneği bile yoktur. Birinci paylaşım savaşından önce pasifist propaganda yürüten tüm akımlar savaşta kendi hükümetlerinin yedeğinde yer aldılar, emperyalist savaşın bir parçası haline geldiler. Bu durumun tek istisnası savaştan önce de savaş sırasında da devrimi hedefleyen bir mücadele yürüten, bu mücadeleyi yürütecek devrimci bir partiye sahip olan Bolşevikler oldu. Bolşevikler savaşın barış temennileriyle değil devrimci bir ayaklanmayla son bulacağını biliyorlardı. O yüzden savaş sırasında da savaşı iç savaşı çevirme parolasıyla hareket ettiler. Bolşeviklerin dışında kalan akımlar ise ya işçi hareketlerinin ezilmesi sürecinin aktörü ya da karşı devrimci terörün kurbanı oldular.

Çırpındıkça batan hükümetin başlattığı iç savaşın galibinin emekçiler ve ezilenler olması için devrimci bir eylem çizgisini benimsemek ve burjuva diktatörlüğünün alaşağı edilmesi için gereken kitlesel başkaldırıların yolunu örmek gerekir. Komünistlerin önündeki acil ödev ise bu ayaklanmalara set olan reformist barış severleri alt edecek devrimci partiyi yaratmak olmalıdır.

Soyut Barış Temennileriyle Katliamlar Durdurulmaz!

Suruç’un, 10 Ekim’in Hesabını Devrimciler Soracak!

Cumhur İttifakına Karşı Emekçilerin Burjuva Siyasetinden Bağımsız Kitlesel Seferberliğini Örelim!