Geçtiğimiz ayın başında Tahran’da Putin, Ruhani ve Erdoğan’ın katıldığı, alışılmışın aksine basına açık gerçekleşen Suriye konulu bir zirve toplantısı yapıldı.

Alışılmış olduğu gibi, bu zirve de hükümetin propaganda araçları olarak çalışan basın tarafından bir dünya lideri olarak pazarlanmaya çalışılan Tayyip Erdoğan’ın büyük bir zaferi olarak tanıtıldı. Fotoğraf cambazlıklarıyla sanki Erdoğan Putin ile Ruhani’yi el ele tutuşturmuş gibi gösterilerek “asrın lideri”nin büyüklüğü hakkındaki efsane bir kez daha parlatılmaya çalışıldı.

İşin doğrusu, Suriye bağlamında zaten baştan beri ve hâlâ Beşar Esad’ın başlıca destekçileri olarak aynı çizgide duran Putin ile Ruhani’yi bir araya getirip el sıkıştırma konusunda Erdoğan’ın gayretine gerek olmadığını bilmek için âlim olmaya gerek yok. Bu basit siyaset bilmecesini çözmek için de Tahran’a gitmeye hacet yok. İçerideki sıkışmışlığının yanı sıra dışarıda da tecrit olmuş durumdaki Erdoğan’ın bu tablonun aksini gösterme gayretinde olduğu giderek göze batıyor. Bu durumu gizlemek için sipariş ettiği propaganda malzemelerini sergileyen hükümetin borazanlarına bakmak da akla ziyan. Durumun bu merkezlerin servis ettikleri haberlerin tam aksi olduğunu bilmek için de uluslararası siyaset uzmanı olmaya gerek yok.

Aslında bu tür fotoğraflarla yaratılmak istenen görüntünün tam tersinin söz konusu olduğunu anlamak için fotoğraftaki şahsiyetlerin konuya ilişkin duruşlarını hatırlamak yeterli. Putin’in ve Ruhani’nin Suriye’deki resmî hükümetin başlıca askeri ve siyasi destekçileri oldukları sır değil. Erdoğan’ın da Esad hükümetini gayrımeşru kabul ettiği ve onu devirmek için kurulmuş ve faaliyet yürüten muhtelif kuvvetlerin başlıca destekçilerinin başında geldiği de o kadar açık.

Bu durumda bu üç liderin Suriye’de neredeyse BAAS rejiminin ordusundan daha etkili bir askeri güç olan Haşdi Şabi milislerinin komuta merkezi sayılması gereken Tahran’da bir araya gelmesinin Esad’ı devirmek bir yana önünü kesmeyi sağlayacak bir kararla sonuçlanmasını beklemek mümkün mü?

Nitekim öyle olmadı.

Açıkçası Tahran zirvesi Suriye BAAS kuvvetlerinin İdlib’e doğru kararlı bir biçimde ilerlemesi üzerine ve BAAS muhaliflerinin son kalesi (TSK korumasındaki Afrin’i saymazsak) olan bu kentin de büyük bir kıyım pahasına olsa bile ele geçmesinin kaçınılmaz göründüğü bir iklimde gerçekleşti.

Muhtelif emperyalist merkezlerin yeni bir katliama karşı alarm zilleri çalmakla birlikte bilfiil bir müdahaleye kalkışmayacağı belli olmuşken toplandı bu zirve.

Emperyalist güçler BAAS’ın bir kez daha kimyasal silah kullanması hâlinde bir müdahalenin kaçınılmaz olduğunu bar bar bağırırken, Suriye rejiminin İdlib’e böyle bir müdahale yapmaya kalkışmayacağı da anlaşılmaktaydı. Aksine Rusya hava kuvvetlerinin desteğiyle güçlü bir kara harekatının söz konusu olacağı da besbelliydi.

İdlib’de kuşatılmış ve sivilleri kalkan olarak kullanma niyetindeki muhtelif cihatçı ve/veya “muhalif” akımların bu saldırıya direnemeyecekleri de anlaşılmış durumdaydı.

Bu şartlarda Tahran zirvesinden BAAS kuvvetlerinin İdlib’e doğru ilerlemesinin durdurulması doğrultusunda bir sonuç çıkmayacağı besbelliydi. Özellikle de bu ilerlemenin başlıca destekçileri olan İran ve Rusya’nın bir bakıma ev sahipliği yaptığı bir ortamda.

O halde Erdoğan’ın da dahil edildiği Tahran zirvesinden çıkması muhtemel sonuç ne olabilirdi?

Açıktır ki Erdoğan’ın kafasından geçen senaryolar ne olursa olsun, Rusya ve İran bu zirvede isteklerini dikte ettireceklerdi. Türkiye’nin elinden geliyorsa İdlib’deki muhtelif grupların direnmeden ve büyük bir zayiata neden olmadan kenti boşaltmalarını ve silahlarını teslim etmesini sağlama misyonunu üstlenmesini bekliyorlardı. Böylece Esad’ın bir kez daha bir kitlesel katliamın faili olmaktan nispeten kurtulması ve uluslararası plandaki meşruiyetini arttırması murad edilmekteydi.

Nitekim zirve İdlib’deki cihatçıları silahsızlandırıp tahliye etme misyonunun Türkiye’ye ihale edilmesiyle sonuçlandı.

Zaten daha önceden İdlib çevresine yerleştirilmiş olan TSK varlığı (meşhur 12 gözlem noktası) sayesinde ve belki bu varlığı da güçlendirmek suretiyle Türkiye İdlib’i kontrol eden muhtelif örgütlerin direnmeden yahut en az direnmeyle teslim etmesine nezaret etmekle görevlendirildi.

Her ne kadar son dakikada Erdoğan’ın büyük bir siyasi manevra gibi gösterilmek istenen müdahalesiyle nihai bildiriye bir ateşkes maddesi ilave edilmiş olsa da, bu konu metne onun murad ettiği biçimde geçmedi.

Putin açıkça ve kararlı bir biçimde zirvede ateş kesmesi beklenen örgütlerin zirvede temsil edilmediğini (hatta “yoksa onları siz mi temsil ediyorsunuz?” diplomatik imasıyla), dolayısıyla böyle bir konunun metne girmesinin anlamsız olduğunu vurguladı. Ayrıca meşru hükümet olarak kabul edilen Suriye hükümetinin de ateşkes çağrısının muhatabı olamayacağına dikkat çekti.

Sonuçta bu ilave madde nihai bildiriye BAAS kuvvetlerinin ateş kesmesi yahut silah bırakmasının kastedilmediği anlaşılacak biçimde yerleşti. Yani ateş kesmesi ve silah bırakması istenenler İdlib’deki resmen terörist olarak kabul edilen yahut edilmeyen muhtelif örgütler olarak kaldı.

Erdoğan’ın gönlünden geçenlerden biri YPG’ye de silah bıraktırılması olsa da, YPG konusu zirvenin gündemine girmedi bile. Sadece İran’ın da ısrar ettiği üzere ABD’nin Suriye’deki varlığının kabul edilemeyeceğine dikkat çekilmekle kalındı.

Böylece ortaya çıkan sonuç nedir?

Her şeyden önce Tahran bildirisi Suriye’nin meşru hükümetinin BAAS hükümeti olduğunu birkaç kez teyit etmektedir; aynı hususu teyit eden BM güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararına gönderme yapılması da bunu vurgular. Bir başka deyişle, Tahran bildirisi Rusya ve İran’ın Suriye konusunda savundukları çizgiyi vurgulu bir biçimde tekrar etmektedir. İç kamuoyuna seslenirken Erdoğan’ın sık sık tekrar ettiği gibi Esad hükümetinin gayrımeşru olduğuna dair en küçük bir ima bile metinde yer almadığı gibi, Erdoğan bunu toplantı sırasında telaffuz etmeye dahi cesaret edememiştir.

Üstü kapalı olarak hükümeti de kapsayan bir “ateşkes” formülasyonu da meşru bir hükümetin gayrımeşru güçlere karşı silah kullanmaktan vazgeçmesinin bahis konusu edilemeyeceği diplomatik dille ifade edilerek dışarıda bırakılmıştır.

Demek ki Tahran zirvesinden çıkan sonuç gayet nettir:

Suriye’nin resmi hükümetinin terörist olarak kabul ettiği, Erdoğan’ınsa “ılımlı muhalefet” diye adlandırmak istediği İdlib’deki bütün gruplar silahlarını bırakarak veya silahsızlandırılarak İdlib de (daha önce başka kentlerde olduğu gibi) Şam hükümetine teslim edilecektir. Türkiye’ye de bunu sağlamak ve söz konusu işlemin mümkün olan en az zayiatla sonuçlanması için arabuluculuk ödevi verilmiştir.

Açıkçası bu ilk kez oluyor da değildir. Daha önce de Putin Erdoğan’a muhtelif silahlı cihatçı örgütlerin direnmeyi bırakması için arabuluculuk yapmasını açıkça önermişti. Bu bakımdan bu misyon yeni icat edilmiş de değildir.

Doğrusu bu misyonun Türkiye’ye yüklenmesi de sebepsiz değildir. Zira Esad rejimine karşı silahlı bir başkaldırının başlamasından itibaren bu başkaldırıyı destekleyenlerin arasında ABD Fransa gibi emperyalist güçlerin yanısıra ve ön planda görünmek suretiyle AKP/Erdoğan hükümetinin yer aldığını bilmeyen yoktur. En başta da bu desteğin somut belgelerine sahip olduğundan kuşku duyulmaması gereken ve sık sık bunu dile getirmiş olan Rusya gelmektedir.

Önce Erdoğan ve hükümeti, ABD emperyalizmi ve koalisyon ortaklarıyla birlikte Esad rejimine başkaldıran islamcı örgütleri destekleyip donatmakta baş rol üstlenmişti. Sonra Türkiye’nin askeri müdahale tehditleri karşısında Esad’ın önünü açmasıyla Rojava kantonlarının özerkliklerini ilan etmesi tabloyu ciddi bir biçimde değiştirdi. Bu hamleyi takiben Esad karşıtı hareket içinden sıyrılan IŞİD’i Kürtlerin üzerine yönelten Erdoğan Esad karşıtı cephede ilk önemli gediğin açılmasına ön ayak olmuştu. Bu nedenle IŞİD’in içinden çıktığı El Nusra ile çatışmalar yaşadığı da biliniyor.

Açıkçası bu gelişme, ortak ve esas hedefi Esad/BAAS rejimini devirmek olan karmaşık muhalefetin bölünmesi, dolayısıyla Esad rejiminin devrilmesi ihtimalinin iyice gündemden düşmeye başlamasına delalet eder.

Ama bununla da kalmamıştır. Esad’ın Rojava’daki askeri varlığını çekip buradan saldırı hayalleri kuran TC’nin önüne bir nevi “Kürt barikatı” kurulmasına vesile olması Suriye’deki iç savaşın gidişatını da tayin edici biçimde değiştirmiştir. Herşeyden önce BAAS rejimi Kürtlerden endişe etmeden ve onların da muhalefet cephesine katılma ihtimalini ortadan kaldırarak askeri güçlerinin tamamını muhaliflerinin üzerine yöneltme imkanı elde etmiştir. İlk aşamada T.C.’nin Salih Müslim’i Ankara’da birkaç kez kabul edip muhalefete katılmalarını sağlama çabaları da sonuç vermemiştir.

Bu kadar da değil. PYD’yi yedekleme hayalleri boşa çıkan Erdoğan, Esad karşıtı cepheyi zayıflatıp hedefinden uzaklaştırma pahasına IŞİD çetelerini Rojava’ya yöneltmiş ama bu yoldan da muradına ermiş değildir. Tam tersine aleyhine bir denge kurulmasına vesile olmuştur. Özellikle de Kobane direnişiyle IŞİD’in geri püskürtülmesi Erdoğan’ın hesaplarının tutmayacağının kesinlik kazanmasını sağlamıştır.

Bu dönüm noktası artık ABD ve ortaklarının da Esad rejimini devirme hedefini terk etme yoluna girip Rusya ile (ister istemez İran’la da) anlaşma yolu aramasının başlangıcı olacaktır. ABD’nin kendi başına ve ortaklarıyla Esad’ı devirme hedefini takip edemeyeceğini teslim edeceği sürecin önü gerek Suriye’deki rejim karşıtlarının zayıflıkları ve dağınıklıkları, gerekse de içinde bulunduğu kendi krizi nedeniyle açılmıştır.

Bu dönüm noktası aynı zamanda ABD’nin tabir caizse “dereyi geçerken at değiştirme” cihetine yönelmesinin de önünün açıldığı bir dönemeçtir. Erdoğan’ın Ortadoğu’daki ABD planlarına köstek olduğunun giderek göze çarpacağı süreç de bilhassa bu noktadan itibaren belirginleşecektir.

Bu noktadan itibaren ABD emperyalizmi cihatçılara karşı iğreti TSK güçleriyle değil, ağırlık merkezinde YPG’nin bulunduğu DSG’yi destekleyerek gidecektir. Ne var ki bu tercih kimilerinin sandığı gibi Suriye’de Irak’taki gibi bir federe Kürt devletinin (bir nevi küçük İsrail’in!) kurulması yönünde değildir. Aksine Sevr anlaşmasının kendine böyle bir “Kürt Devleti” vermesini reddetmesinden beri ABD’nin böyle bir seçeneği birinci seçenek olarak benimsemek istemediğini görmek zor değildir.

Buna karşılık ABD’nin yeni yönelimini, giderek kaçınılmaz görünen Esad’lı bir çözüm seçeneğine kendini uyumlu hale getirme arayışı olarak görmek gerekir.  Bu seçenek gündeme geldiğinde, ABD’nin Suriye bünyesinde ve mutlaka bu çerçevede kalmak zorunda olan bir destek noktası yaratma gayreti olarak görülmelidir. Nitekim Batı Kürdistan özerk kantonlarının statüsünü tarif eden toplumsal sözleşmenin (yani Rojava Toplumsal Sözleşmesi’nin) ‘Kuzey Suriye Federasyonu Toplumsal Sözleşmesi’ne dönüşmesinin de bu hesapların bir sonucu olarak ABD tarafından dayatıldığını düşünmek de yanlış olmaz.

Keza ABD desteğiyle ve DSG sayesinde Rakka’nın IŞİD’den temizlenmesi de ABD‘nin kendine Suriye’de yer açma girişimlerinin bir parçası olarak görülmelidir. Esad karşıtlarına karşı böyle bir hamlenin, Esad’ı devirmeyi amaçlayan güçlerin bir parçası olmaktan ziyade “Esad’lı çözüm” yönünde bir hamle olduğu da açıktır.

Ne var ki, zaten bir kısmı BAAS güçleri tarafından kontrol edilen Halep’in IŞİD’den aynı biçimde temizlenmesine bu kez Rusya izin vermeyecektir. Her ne kadar Erdoğan ve borazanları Erdoğan’ın bir ABD cephesine bir Rusya’ya yaklaşarak yaptığı manevraları bir diplomasi dehasının manevraları olarak göstermek isteseler de durum bunun tam tersidir.

Hiç kuşkusuz Erdoğan ve uyduruk danışmanlarından daha tecrübeli olan ve daha birikimli danışmanlara sahip olan Putin onun bu umarsız savrulmalarını azami fayda sağlayacak şekilde istismar etmeyi becermektedir.

Bu bağlamda, örneğin Putin birinci adımda “Fırat Kalkanı” harekatına yol vermek suretiyle Halep’in ABD destekli DSG tarafından kurtarılmasını önlemiş ve bu güçlerin önünde Esad rejiminin hiçbir enerji ve imkan sarfetmesine gerek kalmaksızın bir barikatın oluşmasına yol açmıştır. Bu BAAS rejimi kadar İran’ın da çıkarlarına uygundur.

İkinci adımda ise yine Esad rejiminin hiçbir enerji sarfetmesine hacet kalmadan Halep’teki cihatçı güçlerin kenti boşaltması Türkiye’nin  katkısıyla sağlanmıştır. Böylece Halep’in BAAS güçleri tarafından ve cihatçılarla çatışmaya girmeksizin ele geçirilmesinin önü açılmıştır. Dahası Halep’te konumlanmış bulunan Esad karşıtı örgütlerin giderek tek bir noktada toplanması konusunda da önemli bir merhale aşılmıştır.

Doğrusu bugün gündemde olan İdlib konusu da bu “hicret”le oluşmuştur; İdlib konusunun muhtelif cihatçı güçlerin oraya taşınmasına aracı olan T.C.’nin önüne gelmesinin bir nedeni de budur.

Ancak Halep’ten İdlib sorunun çözülmesine sıra gelmeden önce bir de Afrin’in TSK/ÖSO tarafından işgal edilmesinin olduğunu da unutmamak gerekir. Bu operasyonun da Rusya’nın açıkça yeşil ışık yakması ve yol vermesiyle gerçekleştiği sır değildir. Erdoğan ve borazanlarının bunu da “Erdoğan’ın diplomatik zaferleri” arasına kaydetmesini bir kenara bırakalım. Gerçeklere dosdoğru bakalım.

Açıkçası Afrin neredeyse ciddi ve topyekûn bir çatışma olmadan TSK/ÖSO denetimine geçtiyse, bunda Rusya’nın TSK güçleriyle ÖSO’cuların geçişine yol vermesi kadar, ABD ve koalisyon güçlerinin YPG’ye orayı direnmeden boşaltmayı telkin etmesinin de payı vardır. Hatta Menbiç’teki tahkimata destek olmasının yüzü suyu hürmetine bu yönde zorlayıcı bir etki yaptığı apaçıktır. Bu bakımdan, bu operasyonun ardındaki belirleyici etkenlerin başında Erdoğan’ın Putin’le “domates pazarlıklarından” ziyade ABD-Rusya arasındaki denge ve rol paylaşımı hesaplarının olduğu daha doğrudur.

Böylece Afrin, Suriye düğümünün çözülecek son halkalarından biri olarak hazırlanmış ve gündeme gelmeyi beklemek üzere bir kenara konmuştur.

Nitekim bugün İdlib konusu öne çıkmışken Putin’in Erdoğan’a Halep’ten İdlib’e taşıttığı cihatçıların gideceği son kapı olarak Afrin görünmektedir. Bir başka deyişle İdlib’in öyle ya da böyle boşaltılıp Esad güçlerinin denetimine geçmesini takiben, açıktır ki, Esad kuvvetlerinin hâkimiyet tesis etmesi gündeme gelecektir.

Bu durumda İdlib’den kaçacak olan muhtelif cihatçı unsurların ilk aşamada Afrin’e sığınmaktan başka seçenekleri yok gibidir. Bu nedenle İdlib’de Şam’ın kontrolü sağlandıktan sonra Afrin konusunun gündeme geleceğini düşünmek zor olmasa gerektir.

O halde söylemek gerekir ki muhtelif güzergâhlardan gelerek özellikle de Kafkasya ve Orta Asya’dan gelip Türkiye üzerinden Suriye’ye intikal eden büyük miktardaki cihatçının Türkiye sınırına yığılmasının eli kulağındadır.

Bu bakımdan Erdoğan’ın telaşı boşuna değildir. Üstelik Erdoğan’ın sorunu bu büyük mülteci yığılmasının getireceği mali yüklerden ibaret değildir. Zira bunların büyük bir kısmı Türkiye tarafından korunmamış olmaktan, tuzağa düşürülmüş olmaktan şikâyet ederek dönecektir. Bunların Erdoğan’a şükranla minnet duyması için T.C.nin kıt kesesinin iyice açılmasına ihtiyaç olacağı besbellidir. Ama bu kadarla da bitmeyeceği şüphesizdir.

Kesin olan odur ki, Suriye’de barınamayan bu cihatçıların geldikleri yere dönmekten ziyade, ister Avrupa’ya geçme hayaliyle ister başka hülyalarla Türkiye’de birikeceğini öngörmek gerekir. Daha kesin olan ise, isteler de bunların Kafkasya’ya yahut Orta Asya’ya geçmelerine Rusya’nın kesinlikle izin vermeyeceğidir. Hatta Avrupalıların mülteci akınına barikat kurma çabalarından daha ciddi barikatlar kuracağı öngörülmelidir. Avrupa Birliği ise sınırlarını Türkiye’nin doğu sınırlarına kadar uzatma arayışı içindedir.

Nitekim Erdoğancı medya Cumhurbaşkanı Frank Steinmeier’in Erdoğan’ı davet etmesini onun itibarının bir işareti olarak sunmak istese de, bu görüşme tam tersini ortaya koymaktadır. Steinmeier, Erdoğan’ın aksine yürütmenin başı değil, onun kendine yakıştırmak istemediği türden “sembolik bir cumhurbaşkanı”dır. Bu itibarla da bu davetin Erdoğan’ı onurlandırmaktan ziyade hizaya çekmek üzere yapıldığını görmek zor değildir.

Erdoğan’ın görüşme sonrası yaptığı açıklamanın içeriği ve üslubu buna delalet etmektedir. Erdoğan “bunu söylemek istemezdim” hatırlatmasıyla yaptığı açıklamada, Almanya’nın Türkiye ile iyi ilişkilerini hatırlatıp Türkiye’nin de Almanya tarafından aynı hüsnü kabul ile karşılanmasını beklediğini ima etmek zorunda kalması, böyle bir itibar görmediğinin itirafından başka bir şey değildir. Almanya’nın hâlâ Türkiye’nin terörist ve suçlu olarak gördüğü kimseleri barındırmaya devam etmesinden sitemle söz ederken de hiçbir talebinin dikkate alınmadığını dile getirmek zorunda kalmıştır. Daha sonra Merkel ile görüşmesi de aynı minvaldedir. Hatta Can Dündar için “hüküm giymiş bir casus” derken; Merkel Dündar’ın kendi isteği ile basın toplantısına gelmediğini, aksi takdirde akredite olduğunu bilhassa vurgulamıştır. Bunun yanısıra Merkel özellikle “FETÖ” hakkında sunulan belgelerin tatminkar olmadığını hatırlatıp PKK’yi terör örgütü olarak gördüklerini teyit etmekle aynı zamanda “Almanya’da himaye edilen terörist yoktur” demeye getirmiştir. Bu tutum esasen “sizin yargı kararlarınıza güvenmiyoruz” demenin diplomatik karşılığı olarak görülmelidir.  Nitekim Erdoğan “biz sizin yargı kararlarınıza saygı duyuyoruz siz de bizimkilere saygı duymalısınız” diyerek mesajı aldığını belirtmektedir.

Sonuç olarak Almanya seferi de Erdoğan’ın ABD-Rusya-AB ülkeleri arasında mekik dokuyarak önüne geçmek istediği tecrit durumunu kıramadığını göstermektedir. “Sudan’da kimsenin büyükelçiliği yokken en büyük büyükelçilik binasını biz açıyoruz” türünden açıklamalar da aslında bu tecridi itiraftan başka bir anlam taşımamaktadır.

Bununla birlikte gerek Almanya gerekse de Hollanda ile Türkiye arasındaki ilişkilerin seçimlerin öncesindeki kadar gergin olmadığı da açıktır. Bu tablo, Almanya ve Hollanda’nın Türkiye’de çıkarları olduğunu gösterir. Ama aynı zamanda bu çıkarları takip ederken karşılığında Erdoğan’ın beklediği herhangi bir şeyi vermeye niyetli olmadıklarını da anlatır. Bir başka deyişle, her ne kadar Erdoğan emrindeki medya ordusunun da yardımıyla bu görüntüleri kendi tabanını oyalamak üzere kullanıyor olsa da, gerçekte uluslararası plandaki tecritin kırıldığına dair bir emare yoktur; tıpkı BM toplantısı vesilesiyle gittiği ABD’de Trump ile ayaküstü bir görüşme yapmış olmasının ABD ile arasındaki sorunları çözmediği, bilhassa Menbiç’in doğusunda ABD/SDG ilişkilerinin sona ereceğine dair bir işaret vermediği gibi.

Sonuç itibariyle başa dönersek Astana/Tahran hattında güya Erdoğan’ın büyük başarıları olarak pazarlanmak istenen müzakereler, Rusya ve İran’ın Erdoğan’ı kendi amaçları için kullandığı bir görüşmeler silsilesi oldu. Bu silsilenin sonucunda gelinen ve gelinmesi kaçınılmaz olan yer Suriye’deki iç savaşın faturası kesilirken Erdoğan’a ve Türkiye’ye önemli bir başlık açılacağıdır.

Erdoğan bütün bu manevraları ve muhtelif zirve görüşmeleri vb.’yi giderek artan tecrit durumunun aksini göstermek için kullanmakta; bütün bu dış politika hamlelerini artık belirleyici ve bağımsız bir aktör olarak rol alamayacağı ilişkilerde kendi istediklerini gerçekleştirme amacıyla değil, daha çok iç politikada giderek azalan seçmen desteğini koruyabilme kaygılarıyla yapmaktadır. Kendine bağladığı medyayı da bu maksatla kullanıp aksi yöndeki girişimleri (Enis Berberoğlu, Eren Erdem ve Cumhuriyet örneklerinde olduğu gibi) hışımla önlemeye çalışmaktadır.

Herşey bir yana, en azından Erdoğan’ın Beşar Esad’ın baş destekçileriyle yürüttüğü bu müzakerelerin Esad’ın sonunu getirmeyeceği ve Emevi Camii’nin kapısını aralamayacağı açıkça görülüyor.

Ama bu beceriksiz ve başarısız politikaların Erdoğan’ın sonunu getirmesi beklenirse, peşinen söylemek gerekir ki, tıpkı kriz avazeleri yükseltmekle olmadığı gibi, o da olmayacak. Zira Erdoğan’ın kendi hata ve beceriksizlikleriyle yahut nesnel gelişmeler sayesinde yıkılacağı beklenirse bu beyhudedir. Hâlâ ayakta kalması gerçekleri ters yüz ederek yutturma marifeti sayesinde değildir. Yıkmadıkça yıkılmayacak olmasındandır.  12 Eylül rejiminin içinde debelenen Türkiye’de, Erdoğan’ı devletin şu ya da bu kurumunun hamlesi ile, yahut şu ya da bu seçim ittifakı ile betaraf etmenin yolları çoktan kapanmıştır. Erdoğan’dan kurtulmak içinse ya bir askeri darbe, ya da sokağı ateşleyen kitlesel bir halk seferberliği gereklidir. Suriye’deki iç savaşın yarattığı devrimci dinamiklerden endişelenen ABD’nin istikrarı sağlamak adına Rusya ile işbirliği yapmanın yollarını aradığı koşullar altında, ABD’nin Türkiye’de benzer istikrarsızlıklara yol açacak girişimlere destek vereceğini ummak hayalcilik olur. Dahası bugün ABD’nin Türkiye siyasetindeki bir numaralı enstrümanı olan Kılıçdaroğlu CHP’si zamanında yeninden dizayn edilirken AKP ve Erdoğan’ın yedek lastiği olarak tasarlanmıştır,  onu devirmek için değil. Bu nedenle ABD Erdoğan’dan onu kuşatıp teslim almayı uman sonuç vermeyeceği baştan belli olan bir yolla kurtulmaya çalışmaktadır. Tam da bu nedenle Erdoğan’ı devirmek, sokağı hareketlendirmek yönünde bir hamle yapmaktan sürekli çekinmekte ve öyle bir durum hasıl olduğunda hemen kendi kendine fren koymaktadır.

Gerçekten ana muhalefet rolünü oynayabilecek yegane odak olan HDP ise tasfiyeci ve sivil toplumcu çizgisi gereği ısrarla kendini bir toplumsal muhalefet hareketi olarak sınırlama gayreti içindedir. Bu yüzden siyasi olarak da CHP’nin kuyruğunda hareket etmekten kurtulamamaktadır. Onun kuyruğunda sürüklenen sol akımlar da bu kadere mahkum olmuş durumdadır.

Bu şartlarda “AKP’ye karşı en geniş bloku örmek”, “Hayır cephesini büyütmek” türlü kılıflarla  HDP ve CHP arasında çöpçatanlık yapmaya çalışmak, yahut Kürtlerle enternasyonalist dayanışma, HDP’nin yanında saf tutma mazeretleriyle HDP’nin kuyruğuna takılmak niyetten bağımsız olarak ABD’nin olmayacak duasına amin demek anlamına gelecektir. Yaklaşan seçimlerde solun ve ezilenlerin bağımsız bir hatta yer alması için girişimde bulunmak yerine keskin genel grev ya da ayaklanma çağrılarıyla durumu geçiştirmeye çalışan ekonomist-lafazan akımlar da aynı değirmene su taşımaktadır.

Dışarıda sıkıştıkça sıkışan, içeride manevra kabiliyetini yitiren Erdoğan bugün hâlâ yerinde duruyorsa bunun vebali de onu alaşağı etmesi gerekenlerin boynundadır.