2017 referandumunun ardından bir rejim değişikliğinin söz konusu olmadığını, 12 Eylül rejiminin hüküm sürmeye devam ettiğini KöZ sayfalarında ısrarla vurguladık. Referandum tam da rejimi değiştiremediği için, anayasa değişiklikleriyle birlikte en karanlık dönemini yaşadığımız 12 Eylül Rejimi’nin krizinin derinleştiğinin altını çizdik. Gelgelelim Bahçeli’nin, “mevcut siyasal rejim Anayasaya uymuyor; Anayasayı mevcut duruma uygun hale getirmek lazım” diye özetlenebilecek müdahalesinin ardından gidilen referandumda benimsenen Anayasa değişikliğinin ardından, sözde “yeni rejim”e solun da parçası olduğu bir ad koyma yarışı başladı. Hükümet cephesi “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ve “Türk tipi başkanlık rejimi” diye tanımlanan rejim adları arasında salınırken CHP başta olmak üzere burjuva muhalefet partileri ise bu rejimi “tek adam rejimi” olarak adlandırıyor.

Son yerel seçimlerde Bakur Kürdistan il ve beldeleri dışında solun büyük kısmı millet ittifakının kuyruğuna takıldı. Ardından İstanbul’da yenilenen seçimde sol neredeyse tümüyle Millet ittifakının adayına koşulsuz destek verdi.

Kuşkusuz solun Kuvayı Milliye’den bu yanaki tarihi göz önünde bulundurulduğunda CHP kuyrukçuluğunun pek yeni bir adet olmadığını görmek zor değildir. Ama son yerel seçimlerde söz konusu olanın sadece alışılmış bir CHP kuyrukçuluğu olmadığına dikkat çekmeden mevcut siyasi tabloyu anlamak ve solun hali pür melali hakkında net bir kanaate varmak mümkün olmaz.

Zira bu yerel seçimlerde sol hareketin büyük bölüğü (ve ikinci tur İstanbul seçimlerinde neredeyse tamamı) alışılmış CHP kuyrukçuluğundan farklı bir tutum aldı: Bu kez kuyruğunda sürüklenilen sadece CHP değildi. Örneğin; CHP adayı sıfatıyla seçime katılmakla birlikte ısrarla “ülkücü” kimliğinin  altını çizmeye özen gösteren (ve bugünlerde pek övülmekte olan) Ankara büyükşehir adayı Mansur Yavaş da tereddütsüz desteklendi. Tıpkı geçmişinde ne kadar “solcu” ne kadar “ülkücü” olduğu ayırt edilmeyen Ekrem İmamoğlu’nun desteklenişi gibi…

Doğrusu solun bir bölümü bakımından CHP de en azından bir dönemi için faşist olarak görülmüş olsa ve bugün kullanılan “tek adam rejimi” tanımı ilkin CHP’nin damga vurduğu cumhuriyetin ilk yılları için söylenegelmiş olsa da, sanki böyle bir geçmiş yokmuş gibi fütursuzca bugünkü CHP’nin Cumhur ittifakı hükümeti için kullandığı “tek adam rejimi” tanımı adeta genel kabul görmüş gibi görünüyor.

“Tek Adam” Bulunduğu Yere Kendi Marifetiyle Gelmedi

İlkin bir dönem TKP saflarından da geçmiş olsa da bu epizodla pek anılmayan Şevket Süreyya Aydemir sayesinde meşhur olan ve Mustafa Kemal rejimi için kullanılan bu tarifin nasıl olup da Mustafa Kemal’in partisi tarafından benimsenip kullanılarak, solun diline nasıl bulaştığına kafa yormak akla ziyandır.

Ama 12 Eylül rejiminin son bekçisi olan Erdoğan’ın hüküm sürdüğü bu dönemi “tek adam rejimi” olarak tarif etmek de bir o kadar akla ziyan olsa gerek!

Her ne kadar Beştepe’de hüküm süren tek bir cumhurbaşkanı olsa da onun oraya çıkması sadece kendi gayret ve marifetleriyle olmuş değildir. Yeni Cumhurbaşkanı statüsünü tarif eden Anayasa AKP-MHP ittifakı ile ortaya konup kabul ettirilmiş olduğu gibi, iktidarda olan da adı konmak istenmeyen AKP-MHP koalisyonu ya da yeni adıyla Cumhur İttifakı’dır.

Sadece bu gerçek dahi “Tek Adam rejimi” tarifinin yerinde olmadığını düşünmek için yeterli bir sebeptir. Ama bundan daha önemlisi bu ittifakta belirleyici olanın hangi ortak olduğu hakkındaki hurafelerdir.

Cumhur ittifakı bünyesinde MHP hep “küçük ortak” olarak anılmakta ve bu ittifakın belirleyici bileşeninin AKP/Erdoğan olduğu adeta tartışmasız bir gerçek olarak kabul edilmektedir. Elbette Tayyip Erdoğan’ın gönlünden geçenin bu olduğu tartışmasızdır. Ayrıca Erdoğan taraftarlarınca olduğu kadar muhalifleri tarafından da adeta bir “seçim şampiyonu” gibi gösterilir. Halbuki bu bir efsanedir.

Erdoğan girdiği ilk seçimleri kazanamamıştı. 1986 da RP milletvekili adayı olduğu halde seçilememişti. 1989’da Beyoğlu Belediye Başkanlığı seçimlerinde aday olduğu halde CHP adayının gerisinde kalmıştı. 1991’de de kıl payı farkla da olsa milletvekilliğini kaybetmişti.

Erdoğan’ın kazandığı ve efsanenin başlangıcı sayılan ilk seçim 1994 İstanbul Büyükşehir Başkanlığı seçimidir. Onu da asıl kazananın Erdoğan değil RP olduğunu söylemek gerekir. Zira bu yerel seçimlerin ardından yapılacak genel seçimlerde de RP zaten birinci parti çıkmıştı. Öte yandan bu seçimlerde ancak yüzde 25 mertebesinde oy alabilen Erdoğan, CHP-DSP rekabeti nedeniyle karşı tarafın oyları ikiye bölündüğü için kıl payı farkla seçilebilecekti.

Nihayet Erdoğan’ın kendi hanesine yazabileceği ilk seçimler olsa olsa 28 şubat müdahalesiyle bütün rakiplerinin  devre dışı bırakıldığı koşullarda gelişen 2002 seçimleridir. Bu seçimlerde de AKP’nin aldığı oy oranı yüzde 34,29’dur. Yasaklı olduğu için meclise giremeyen Erdoğan’ın bu seçimlerin ardından Siirt’te rakipsiz olarak girdiği yenilenen seçimde aldığı yüzde 80’lik oy kendi başına ulaşabileceği en yüksek noktayı gösterir.

Her ne kadar daha sonraki seçimlerde iktidar olmanın avantajıyla, AKP yüzde 46 yüzde 49 mertebelerine kadar çıkarmış olsa da Erdoğan başkanlığındaki AKP’nin kendine ait oy potansiyelinin şimdilerde olduğu gibi yüzde 30’lar civarında olduğunu söylemek yanlış olmaz. Erdoğan Başkanlığında AKP’nin aldığı en yüksek oy oranı ile Davutoğlu başkanlığında girdiği 1 Kasım 2015 seçimlerinde aldığı oy oranıyla binde birkaç puan farkla aynıdır.

Bu tablo hatırlandığında Tayyip Erdoğan’ın seçim şampiyonu olduğuna dair efsanenin pek sağlam temellere dayandığını söylemek mümkün değildir. Üstelik bütün bu seçim zaferlerinde Erdoğan’ın “Tek Adam” olduğu iddiası çok daha çürük temellere dayanır. Zira bu süreçte Erdoğan tek başına değil  “cemaat=ABD” ile “yağan yağmurda beraber yürümekteydi”. Herkesin bildiği bu sır yakın zaman önce tam da AKP’nin medyadan sorumlu bir temsilcisi tarafından resmen itiraf edildi. Yani bizim baktığımız yerden bunun anlamı Erdoğan’ın iktidara tek başına yürümediği gibi uzun dönem (ABD’nin ayağına dolaşmaya başlayıncaya kadar) tek başına hüküm sürmediğinin tasdik edilmesidir. Öte yandan bu yüksek oy oranlarının aynı zamanda  “çözüm süreci” vb. manevralarıyla yedeğine aldığı Kürt oylarıyla fazlasıyla ilişkili olduğunu da unutmamak gerekir. Bu ilişkinin de Erdoğan’ın “Kürtlere olan sevdasından” değil; ABD’nin/cemaatin planlarıyla ilişkili olduğundan kuşku duyulmamalıdır.

Nitekim HDP’nin parti olarak girdiği 2015 7 Haziran seçimlerinde bu son gerçek açık seçik görüldü. AKP ilk kez mecliste tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu elde edemedi. İşte “Tek Adam” efsanesinin başlangıç tarihi de asıl AKP’nin tek başına iktidar yeteneğini kaybettiği bu dönemeçtir. Bu dönemeçten itibaren ABD tarafından dayatılan “çözüm sürecinin” aleyhine işlediğini idrak eden Erdoğan ABD (dolayısıyla cemaat ile) köprüleri yıkıp makas değiştirmeye karar verdi.

Bu kertede 1 Kasım seçim tekrarına uzanan sürecin iklimi “Tek Adam rejimine”  damga vuran iklimdir de aynı zamanda. Ama aynı zamanda bugün hüküm süren “Cumhur İttifakı”nın başlangıcıdır. Yani Erdoğan  yine tek başına değildir.

“Tek Adam” Tek Başına Değil

Bahis konusu olanın gerçekte bir koalisyonun kurulması olduğunu görmek de zor olmasa gerek. Zira bu süreç MHP’nin içinde yahut kenarında HDP’nin olacağı herhangi bir koalisyona destek vermemekte direnmesiyle seçimlerin yenilenmesinin kapısı açılmış ve içinde gitgide daha fazla MHP kadrolarının yuvalanacağı JÖH’lerin PÖH’lerin ve benzeri özel harekat birliklerinin yanı sıra, özel tutuklama mahkemeleri gibi hareket eden Sulh Ceza Mahkemelerinin önü açılmıştı.

Bu gerçek hatırlandığında “cumhurbaşkanını anayasaya uyduramıyoruz; anayasayı cumhurbaşkanına uyduralım” diye başlayan “Tek Adam rejimi”nin aslında bir koalisyon olduğu tartışmasızdır. Ama bu bariz gerçeği teslim etmekle başlayan ikinci bir çarpıtma gündeme gelmektedir: MHP’nin bu koalisyonun “küçük ortağı” olduğu hakkındaki yaygın söylem.

Doğrusu halkın iradesinin temsil edildiği mekanın parlamento olduğunu iddia edip savunanlar gayet tabii hangi partinin daha büyük ve güçlü olduğunu seçimlerde aldığı oya ve mecliste işgal ettiği yere göre tayin ederler. Siyasi ufuklarını  “genel olarak demokrasi” diye tarif ettikleri burjuva parlamanter demokrasisiyle sınırlayan oportünistler de öyle yapar. Hatta bunu herkesten daha çok vurguyla yapmayı kendilerini burjuvazinin has partilerinden ayırdetmek için bir ölçü gibi görür ve sunarlar. Siyasi tabloya bu gözlükten bakanların AKP-MHP koalisyonunda kimin büyük kimin küçük olduğunu tayin etmede yanılmaktan kurtulmaları mümkün değildir.

Oysa MHP’nin parlamentoda büyük bir yer işgal etmeye pek hevesli olmadığı çoktandır bilinen ve test edilen bir gerçektir. Oldum olası MHP’nin gözü devletin seçimden seçime değişmeyen daha kalıcı ve daha esaslı kurumlarında yuvalanmak ve buralarda etki sahibi olmaktadır. Bu nedenle de MHP’nin inisiyatifi ve yönlendirişiyle şekillenen yeni anayasal düzenlemede parlamentonun rolünün adeta tamamen ortadan kalkmış olmasına şaşmamalı . Öte yandan bütün tayinlerin Cumhurbaşkanı kararnameleriyle  yapılması ve aynı yerden gelen kanun hükmünde kararnamelerin yasamanın  yerini tutması da benzer bir anlam taşır. Küçük ayrıntı şudur: MHP için yine de parlamentoda makas değiştirdiği takdirde seçimlerin yenilenmesini sağlayabilecek bir varlığı korumayı da sürdürmelidir. Nitekim öyledir.

Ama böyle ise MHP’yi güçlü bir “küçük ortak” olarak mı görmek lazım? Bu ancak Erdoğan’ın arzu ve iddia ettiği gibi, ve büyük bir çoğunluğun da zannettiği gibi “Büyük Ortak” olması halinde karşılığı olan bir tasvir olur.

Oysa hakim anlayışın aksine KöZ’ün yıllardır altını çizdiği gerçek Erdoğan’ın gerilemekte olduğu ve yalnızlaştığı gerçeğidir. Bu gerçek esasen onu iktidara taşıyan ABD-cemaat desteğini kaybetmesiyle belirgin ve vurgulu hale gelmiş ve 7 haziran seçimlerinde de görmeyen gözlere bile görünecek hale gelmiştir. O halde böyle bir durum karşısında partisinin yarısını kaybedip zayıflayan MHP’nin büsbütün düşmemek için Erdoğan ve AKP’ye tutunmak zorunda kaldığına mı hükmetmeli; yoksa yalnızlaşan Erdoğan’ın MHP’den başka tutunacak dalı kalmadığını mı görmeli?

İkinci tasvir doğrudur. Tabloya parlamentarist gözlüklerle bakanların göremeyeceği de budur. Erdoğan’ın neden MHP’ye ihtiyacı olduğunu ve ona tutunarak ayakta kalmak zorunda olduğunu anlamak için bir diğer husus son zamanlarda bir itirafla ortaya çıkan gerçeğin ışığında bakıldığında görülür.

AKP’nin medyadan sorumlu toy ve kibirli sözcüsü Emre Cemil Ayvalı bir canlı yayında deneyimli sorgucu Salim Şen’in karşısında “çözüldü” ve “samimi itiraflarda” bulundu: Biz iktidara geldiğimizde elimizde hazır ve yetişmiş kadrolarımız yoktu. Onun için cemaatin kadrolarına ihtiyacımız vardı, anlamına gelen bir cümle kurduktan sonra “Bir tarafta darbeci Kemalist gelenek vardı, bir tarafta FETÖ vardı. Bunları birbirine kırdırmak suretiyle yol almak mecburiyetinde kaldık. Mesele budur.” deyiverdi.  Böylece Ayvalı parlak bir kariyere genç yaşta veda etmek zorunda kaldı. Ne var ki çoğunluk bu sözleri bir nevi “malumu ilam (bilineni açıklamaya kalkışmak)” gibi yorumlamakla kaldı. Oysa bu sözlerin ardında bugünkü Cumhur ittifakının özünü deşifre etmeye yarayan bir başka gerçek gizlidir: AKP kendine has yetişmiş kadroları olan bir yapı değil bir seçim partisidir ve seçim kampanyalarının dışındaki işlerde böyle kadrolara muhtaçtır; vaktiyle Gülen cemaatine ne için muhtaç idiyse bu cemaat arkasından çekilince de MHP’ye muhtaç hale gelmiştir. Öte yandan askeri ve sivil bürokrasideki boşalan on binlerce kilit mevkilere kendi elemanlarının tayin edilmesi MHP’nin arayıp da bulamayacağı bir nimetti. İşte Cumhur ittifakının harcını oluşturan bu karşılıklı ihtiyaçlar oldu.

Cumhur İttifakında Kim Kime daha Fazla Muhtaç?

Ama eğer durum böyleyse Cumhur ittifakında kimin kime muhtaç olduğu konusunu yeniden değerlendirmek gerekmez mi? Besbelli durum “zayıf ve küçük ortak MHP’nin” ayakta kalabilmek için Erdoğan’a tutunması olarak tasvir edilemez. Tersine “gerileyen ve hem içeride hem dışarıda yalnızlaşan” Erdoğan’ın MHP’ye muhtaç olduğunu görmek icap eder. Durum tastamam böyledir. Üstelik esasen MHP tarafından dizayn edilen “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” bu mecburiyeti Erdoğan için daha elzem hale getirmektedir.

Nitekim dürbünün tersinden bakılmadığı takdirde bunu doğrulayan nice alamet vardır. Bunlardan söz konusu tabiyet ilişkisinde kimin kime muhtaç olduğunun en iyi görülebileceği örnek Süleyman Soylu’nun istifa edemeyişi örneğinde görülür.

Yakın zamanda en çalkantılı gelişmelerinden biri, Erdoğan kabinesinin bir süredir en çok göze çarpan isimlerinden Süleyman Soylu’nun istifası, daha doğrusu istifasının kabul edilmeyişidir.

Soylu’nun İstifası Neden Kabul Edilmedi?

Genellikle medyanın bütün kanallarında ve onlardan kopya çeken solun yayın organlarında en çok  üzerinde durulan soru “Soylu neden istifa  etti?” sorusu oldu. Oysa sorulması gereken asıl soru “Soylu’nun istifası neden kabul edilmedi?” olmalıdır.

Doğrusu belli bir süredir özellikle de Erdoğan dahil bütün kabine  üyelerinin meclis başkanının vb. saklanacak delik aradığı sırada alanda boy göstermesinden beri Süleyman Soylu adeta “cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin” “ekran yüzü” haline gelmekteydi. Bilhassa muhalefetin ve genel olarak kitlenin alerjisini kabartacak  gelişmelerde kamu oyunun önüne çıkartılan ekseri Soylu oldu. Erdoğan’ın örneğin Davutoğlu’nu istifaya zorlarken nasıl bir yol izlediği hatırlandığı takdirde bu tablonun ne anlama geldiğini anlamak daha kolay olur.

Ahmet Davutoğlu dışişleri bakanı olduğu dönemden itibaren ilk kez Rus uçaklarının vurulması  beceriksizliği zamanında kendini gösteren bir tür “rol çalma” seyrine girmişti. Bu noktadan itibaren muhtelif vesilelerle en çok tepki çeken gelişmelerde sorumluluğu üzerine alan bir tutum göstermekte  ve her seferinde “reis benim asıl benim dediğim olur” diyen Erdoğan’la karşılıklı gerilim içinde bir  rol almaktaydı. Bilhassa parti başkanı olarak girdiği ve kampanyayı kendi başına yürüttüğü 1 Kasım seçimlerinde AKP’nin oy rekorunu egale etmesiyle bu rol çalma durumu Erdoğan için tahammül edilemez hale geldi ve istifaya zorlandı. Bugünlerde geçmişte üzerine yapışan kimi kirli işleri üstü örtülü ima ve ifşa kampanyalarıyla muhalefet kampında kendine yer açmaya çalışıyor.

İşte Erdoğan Davutoğlu’nu istifaya zorlarken izlediği tutumu bir süredir Süleyman Soylu karşısında gösterdi. Nihayet en son bulaşma riskinin doruğa çıktığı gece yarısı sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi üzerine Süleyman Soylu önce  “emri Cumhurbaşkanımız verdi, ben de uyguladım” demiş olduğu halde “sokağa çıkma yasağı nedeniyle ortaya çıkan durumun sorumluluğu tamamen bana aittir. Bu yüzden şerefle bugüne kadar yerine getirdiğim görevimden istifa ediyorum” demek zorunda kaldı. Doğrusu bu istifa kararının da Davutoğlu örneğinde olduğu gibi hüsnü kabul ile karşılanması beklenirdi. Zira onu istifaya götüren yolun taşları bir süredir bir bir döşenmekteydi. O nedenle “Soylu neden istifa etti?” sorusunun çengeline takılmak abesle iştigaldir. Hele bu istifayı bazı kuş meraklılarının yaptığı gibi Pelikan grubuyla Soylu arasındaki sürtüşmelerle, yahut meclis açılışında “damat” ile omuz tokuşturması vb. ile açıklamak akla ziyandır.  Asıl soru ise “Erdoğan neden Soylu’nun istifasını kabul etmedi?” sorusudur. Ve bu sorunun cevabı Cumhur İttifakı denkleminin bilinmeyen değerlerinde gizlidir.

Soylu istifasını bildirmek üzere attığı Tweet daha okunmaktayken saraya doğru yola çıkınca uzun zamandır hasta yatağında ve pek meydana çıkmayan Bahçeli hemen Soylu’nun yerinde kalması gerektiği yolunda bir açıklama yaptı. Eşzamanlı olarak da bir çok yerde bazı “ülkücü gruplar” sokaklara çıkıp Soylu lehinde gösteriler yapmaya başladılar. Saray’a vardığında bu istifanın kabul edilmeyeceği artık belli olmuştu. Elbette MHP’nin devlet aygıtındaki en stratejik kadrolaşmasının olduğu içişleri bakanlığının tepesinde kendi istediği kimsenin bulunmasında ısrar edeceğini beklemek için alim olmaya gerek yoktu.

Bu örnek Cumhur ittifakında kimin kime bağımlı olduğunun görülmesini sağlayan en belirgin örneklerden biridir. Nitekim bunu takip eden gelişmeler de bu ilişkinin görülmesi için yeterince öğreticidir. Soylu’nun istifa edemeyişinin hemen ardından uzun zamandır Bahçeli ile Erdoğan arasında bir gerilim konusu olan infaz yasası düzenlemesi Bahçeli’nin istediği şekilde çıktı. Bunu en son “Kartal Pençe” harekatı gibi Bahçeli’nin uzun zamandır işaret ettiği irili ufaklı muhtelif gelişmeler izledi. Hiç kuşkusuz yine aynı bakanlığa bağlı olacak olan yeni yetkilerle donatılmış yeni bekçi ordusunun da  aynı bakanlığa bağlı olması da küçük bir ayrıntı değildir.

Yalnızlaşan ve Güç Kaybeden Erdoğan’ın
Ayakta Kalması Sadece MHP’ye değil CHP’ye de bağlı

Bu itibarla Cumhur ittifakında kimin kime muhtaç olduğunu anlamak için herşeyden önce Erdoğan’ın gerilemekte ve yalnızlaşmakta olduğu hakkındaki saptamayı göz önünde bulundurmadan anlamak mümkün değildir. Böylece kendi başına ayakta duramayan Erdoğan’ın bir tür koltuk değneği olarak MHP’ye yaslanmak zorunda olduğu ve gelişmeleri bu gözle görmek gerektiği açık olmalıdır.

Öte yandan Erdoğan’ın sadece bu koltuk değneği ile ayakta  kalmasının mümkün olduğunu sanmak da yanılgı olur. Erdoğan’ın ayakta kalmasının bir ikinci koşulu daha vardır. O da KöZ’ün “Erdoğan’ın istepnesi” ve “Amerikancı muhalefet” olarak tanımladığı Kılıçdaroğlu CHP’sinin muhalefetin başını çekmesidir. Esasen “Tek Adam rejimi” efsanesinin de bu cenahtan gelmiş olması tesadüf değildir. Bu efsane Erdoğan’ın gönlünden geçen imajın canlı tutulmasında başlı başına bir rol oynamaktadır.

Erdoğan ile CHP arasında bir tür danışıklı dövüş olmadığı açıktır. Bilakis, KöZ tarafından ABD’nin Türkiye’deki bir numaralı operasyonel aygıtı olarak tanımlanan CHP’nin Erdoğan’la onu ayakta tutmak için örtülü bir mutabakat içinde olduğunu düşünmek akla ziyandır. Dokunulmazlıkların kaldırılması, bütün sınır ötesi harekatlara “bahis konusu vatansa gerisi teferruattır” diyerek Erdoğan’ın hamlelerine tam destek vermesi de Köz sayfalarında defaten vurgulandığı bu tür bir mutabakatın kanıtı olarak düşünülemez. Bilakis, CHP kendi meşrebince, ABD’nin kendisine çizdiği sınırlar için Erdoğan hükümetinden kurtulmak için elinden geleni yapmaktadır. En son kurulan Millet İttifakı’nı, HDP’nin içinde MHP artıklarının bulunduğu bir oluşumu desteklemeye ikna edilmesini, CHP’nin ve onu yönlendirenlerin gayretlerinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Aslına bakılırsa Erdoğan bir “üst akıldan” söz ederken haklı olarak tam da bu girişimlerden söz etmektedir. Sorun CHP’nin Erdoğan’dan kurtulmak için girişimlerde bulunmaması değil; bir rejim krizinin yaşanmadığı, devletin olağan işleyişinin hüküm sürdüğü dönemde sonuç alıcı hamlelerin, parlamenter girişimlerin bugün hüsranla sonuçlanmasıdır. CHP’nin merkezinde durduğu Amerikancı muhalefet olmayacak duaya amin dediği ve dedirttiği için Erdoğan’ın ömrünü uzatmaktadır.

CHP’nin Erdoğan’ın ömrünü uzatmaya asıl katkısı da bununla ilişkilidir:  CHP yaydığı parlamenter hayallerle, HDP’yi de kendisine bağlayarak, Erdoğan’ın iktidarını sarsma kabiliyetinde  olan ve hem cumhur ittifakından hem de millet ittifakından bağımsız bir muhalefet hareketinin önünü kesmektedir ve bilhassa muhalefetin sokağa çıkıp bir kitle hareketine yol açmasına engel olma noktasındadır. Nitekim son yerel seçimlerde solun neredeyse tamamını kuyruğuna takmak suretiyle bunu göstermiştir. Elbette CHP’nin kendi başına bu işlevi sağlaması da mümkün değildir. Bunun için burjuva siyasetinin sola hakim olması olmazsa olmaz koşuldur.

Bu bakımdan hem cumhur ittifakı hem de millet ittifakı tarafından beslenip ayakta tutulan “Tek Adam rejimine” son vermenin birinci adımı, bu iki gerici ittifaktan bağımsız ve ağırlık merkezinde HDP’nin olduğu bağımsız bir cephenin emekçilerin ve ezilenlerin bu kapandan çıkmasının önünü açmak olabilir ancak. KöZ’ün öteden beri “AKP’ye boyun eğme, CHP’ye yol verme” çağrısıyla işaret ettiği yol da budur.

Bu yolun önündeki başlıca engel ne “Tek adam rejimi” efsanesi ne de bu efsaneyi besleyen millet ve cumhur ittifaklarının öz güçleridir. Asıl engel sola hakim olan burjuva siyasetidir. Bu bakımdan Komünistlerin öncelikli ödevlerinden biri oportünizmi bütün yön ve çeşitleriyle hedef tahtasına oturtup gündelik siyasi mücadelelerden kopmadan buna karşı mücadeleyi yükseltmektir. KöZ’ün arkasında duran komünistler gerek yerel seçimlerdeki tutumlarıyla gerekse de “seçimleri beklemeyeceğiz kampanyasıyla” ve korona pandemisi karşısındaki duruşlarıyla bu hedef doğrultusunda yürümeye azimli olduklarını göstermişlerdir.