9 Mart günü Mef Üniversitesi’nde Ebru Pektaş’ın konuşmacı olduğu Yeni Toplumsal Hareketler Ya Da Nam-ı Diğer Siyasal Özne: Feminizmler konu başlıklı seminere katıldık. Söz konusu etkinlik Mef, Koç, Şehir ve Boğaziçi Üniversitelerinin öğrenci kulüplerinin insiyatifi ile organize edilmiş olup dönem sonuna dek İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde, farklı siyasi içeriklerde sunumlarla devam etmek üzere ayarlanmış programın ilk ayağıydı.

Ebru Pektaş sunumuna feminist mücadelenin genel hatlarını çizerek başladı: kadınların kadın oldukları için uğradığı ezilmişlik ve eşitsizliğe başkaldırı niteliğinde kadın özgürlüğünü ve cinsiyet eşitliğini savunan bir yaklaşım olduğunu vurguladı. Sonrasında kadın hareketini tarihi safhalara ayırarak birinci dalga feminizmden söz etti. Bu mücadele ayağının açılmasını aslında burjuvazinin kendi devrimciliğine bağlayarak şunları ekledi:

“Fransız Devrimi ile beraber yurttaşlık kavramı dünya siyaset sahnesinde belirdi ve bu kavramın esasında kimi yükümlülük ve hakları barındırdığı kabul edildi. Ne yazık ki yönetimde söz hakkına sahip olmaktan kamusal alanlardaki ilişkilere kadar düzenleme perspektifine erişen bu değişim yalnızca erkekler için geçerliydi. Zira devrimin mottosu olan “ Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” şiarı yalnızca erkeklere aitti ve onları kapsıyordu. Bunu dilin kullanım biçiminde dahi görmek mümkündü. Kadınların doğal hakları için mücadele etmesi her ne kadar Fransız Devrimi ile başlasa da genel manada, onun tek yönlü kazanımlarını aksi istikamete çevirmek asıl amaçtı. Kadınların fiillerin sonuçlarını hukuki olarak ödediği bir düzende tüm bu sistemi yaratanları seçememesi başlı başına bir adaletsizlikti.

İkinci dalga feminizmde ise daha farklı ve derin bir yaklaşım ile karşı karşıya kalıyoruz, burada artık karşımıza “özel olan politiktir” karşımıza çıkıyor. Günümüzde de oldukça kullanılan bir söylem feminist çevrelerce. Kadın erkek ilişkilerinde, aile kurumunda aslında kadının maruz kaldığı tüm eşitsizlikler ve şiddet esasında bir gizli çeperde yaşanan olaylar silsilesi değildir, aksine iktidarın elinin uzandığı bir başka alandır. Özel olmak şöyle dursun oldukça kamusal bir mücadeleye işaret eder ve bu yüzden de politiktir. Kadınların evlilik içinde sekse zorlanması, erkeği yeniden iş hayatına döndürebilmek adına sarfettiği ettiği ev iç emek, tüm bunlar aslında kapitalist üretim ilişkilerinin dayattıklarıdır ve yalnızca kapalı kapılar ardında geçekleşmesi bunu apolitik kılmaz. Daha sonrasında üçüncü dalga feministler bizi karşılıyorlar ve meselenin yalnızca kadın olmakla ilgili olmadığını ortaya koyup LGBTİ+ mücadelesini de kapsaması gerekliliğinin altını çiziyorlar. Üçüncü dalgada farklılıkların belirtilip, dile getirilmesi eğilimi baskındır. Her kadının farklı baskı ve ezilmişlik sorunlarının olduğunu ve bu sorunları görmek, ortak noktalarını bulup ortaya çıkararak siyaset yapmak gerektiğine inanılır.

Neo-liberal politikaların da gelişmesiyle beraber görünüşte kadın dostu ve onu destekleyici yaklaşımların mümkün olabileceği algısı yaratılmaya çalışılmıştır. Özellikle eğlence dünyasında karşımıza sıklıkla çıkan “girl power” imgesinin esasında kapitalist bir muhtevası olduğu açıktır. Zira burada düzenin olanaklarını iyi kullanan kadınların bir şekilde iyi pozisyonlara gelebileceği vurgusu vardır. Lakin bizler sorunun kaynağının iktidar olduğunu ve bunun yegane çözüm kaynağının sosyalizmde yattığının farkındayız. Ayrımcılığın ve sömürünün kaynağının sınıflardan geldiği ortadadır. Ancak kadınların maruz kaldığı şiddet ve sömürü yalnızca sınıf karakterli değildir zira bugün metrolarda,iş yerlerinde ve evlerinde şiddetin çeşitli türlüsüne maruz kalan beyaz yakalıyla aslında bir işçi kadının mücadelesi aynı yerde çözümlenecektir.

Türkiye’de ise önemli güçte bir bağımsız kadın hareketi var, daha dün 8 Mart Gece Yürüyüşüne baktığımızda 10 bin kadın orada sokakları erkek egemen devlete ve polislere rağmen doldurmuştu. Bu çok önemli bir noktaya işarete diyor: günümüz kadın hareketi oldukça güçlü. Tüm bu noktada sınıf bilinciyle hareket etmek ve sosyalist mücadeleyi elden bırakmamak oldukça mühim.Bugün parlamentolarda kadınların yer alması ve orada faaliyet yürütmesi önemli bir noktaya denk düşüyor çünkü oldukça eril bir alanda da varlık göstermek ve mücadele etmek çok gerekli.”

Sunumun ardından katılımcıların sorularına geçildi. Söz alan bir arkadaş üniversitelerin insiyatif alıp bu şekilde siyasetin tartışıldığı kolektif platformlar yaratılmasının mühim bulduğunu söyledi, özellikle 12 Eylül rejiminden sonra hedeflenen steril ve siyasetin kamusal tartışılmayacağı alanlar projesini boşa çıkarmak adına önemli olduğunu söyledi. Ardından sorulara geçti: devlet dediğimiz erk başlı başına bir şiddet tekeliyken onu cepheden karşısına almayan yalnızca hükümet muhalifliğinden ibaret bir hareket bağımsız kadın hareketi sayılabilir mi, Lenin’in emekçilere binlerce engelle kapatılan ve ahır olarak nitelendirdiği parlamentodan özellikle rejim krizinde olan Türkiye için kadınlar lehine bir kazanım elde etmek mümkün müdür,kadınların sorunları tamamiyle bir devrim sorunuyken mücadeleyi kimlik siyaseti olarak yürütmek ne denli doğrudur? Son olarak Türkiye’de 8 Martların öncesinde, ardından gelen Newroz ve 1 Mayısları örgütleyen ve ateşleyen bir gün niteliği taşırken bugün nereye oturduğunu ve tasfiyeci solun etkisiyle karma yapısından neredeyse tamamen uzaklaşmasını nasıl değerlendiği?

Panelist, feminizm mücadelesi ve iktidar perspektifini son zamanlarda kendi çalışmalarında ve yürüttüğü siyasette de çokça düşündüğünü görece cevaplanması karmaşık bir soru olduğunu belirtti. 8 Martta sokağa çıkan kadınların hiçbir partinin kadrosu olarak orada bulunmadığını ve bunun başlı başına bir bağımsız özelliği olduğunu vurguladı. Parlamentoya ahır gibi söylemlerin artık günümüzde oldukça yanlış bulduğunu, hak kazanımı sürecinde yüzyıllardır önemli bir rolü olan parlamentoların kadınlara kapalı olmadığını göstermek adına mücadelenin mühim olduğunu söyledi. Artık 8 Martların kadınların kendi direnişlerinin cesurca sokaklara taşıdığı bir gün olarak değerlendirdiğini ve karma yaklaşımın oldukça yanlış ve geri olduğunu belirtti. Zira geceleri kadınlara kapalı olan sokakların senede bir gün binlerce kadın tarafından kuşatılmasını önemli bulduğunu söyledi.

Bir diğer arkadaş ise TC’nin İdlib işgalindeki tutumuna karşı kadınlara biçilen barış söylemini yükseltme misyonunu sordu. Buna dair panelist barış isteğinin ve söyleminin siyaseten oldukça ileri bir talep olduğunu, yükseltilmesi gerektiğini belirtti. Ancak kadınların yalnızca feminen ve kırılgan oldukları varsayımı ile yüklenen bu görevin cinsiyetçi olacağını vurguladı. Zira kadınlar yıllarca savaşmaktan bir an olsun geri durmamıştı gerek Türkiye gerekse dünyanın en solunda dahi kadın gerillaların varlığına işaret etti.

Söz hakkı alan bir diğer arkadaş ise, sokaklara çıkan kadınların neden yalnızca yatay örgütleniş gösterdiklerini ve dikey örgütlenme göstermeden kadın sorunun sonuca erip ermeyeceğini sordu. Panelist, örgütsüzlüğün ve sınıf bilicinden uzaklaştırılmanın neo-liberal politikaların bir sonucu olarak gördüğünü, örgütlenmenin asli ihtiyaç olduğunu vurguladı.

Bir diğer katılımcı ise hukuk mücadelesi ile bir yere varılamayacağını, yürürlükte olan yasaların dahi kadınları korumaktan uzak olduğunu belirtti. Yanıt olarak, hukuk mücadelesinin yegane alan olmadığını ancak mühim olduğu mesajı geldi. Kara propagandanın 6284 numaralı yasanın peşini bırakmamasının dahi hukuk alanındaki etkinin büyüklüğü ile alakalı olduğunu vurguladı.

Üniversitelerden Komünistler