Gazetemizin arkasında duran komünistler, bu yılın başında dünyada bir devrimci durumun yaşandığını saptamıştı. Aradan geçen sürede devrimci durumun kapsamı genişledi, şiddeti arttı. Dünyaya neredeyse eş zamanlı bir şekilde yayılan Korona’yla birlikte yönetenlerin eskisi gibi yönetmesi iyice imkânsızlaştı. 

Korona salgınıyla birlikte dünya çapındaki ekonomik krizin yeni perdesi başlamıştır. Üstelik bu yeni perde öncekilerden daha uzun süreceğe benziyor.

Kriz kavramı, özellikle de ekonomik kriz tespiti, Türkiye’de yerli yersiz tekrarlandığından bir nesnel durum tespitinden ziyade içeriğini tümüyle yitirmiş bir temenniye dönüşmüştür. Siyasi gelişmeleri açıklamaktan ziyade onları karartmaktadır. Bu nedenle öncelikle ekonomik krize dair yanılgıların üzerinde durmalı.

Ekonomik Kriz Nasıl Tanımlanmalı? 

Solda ekonomik kriz kavramı genelde emekçilerin yoksullaşmasıyla, onların yaşam koşullarının katlanamaz hale gelmesiyle eş anlamlı olarak kullanılır. Beklenti yaşam koşulları ağırlaşan emekçilerin isyan etmesi, sol akımlarla buluşması ve böylelikle yıllardır örgütsel sorunların anaforunda çırpınan, kan kaybeden solun toparlanmasıdır. Halbuki servet sefalet kutuplaşması kapitalist ekonominin krizine değil, normal işleyişine işaret eder. Ekonomik kriz işçilerin hayatlarını eskisi gibi sürdüremediği zaman değil eskisi gibi kar edemeyen kapitalistler eskisi gibi sermaye biriktirememeye başlayınca patlak verir. Tam da bu nedenle krizlerin çözümü işçilerin yaşam koşullarının düzelmesiyle değil haddinden fazla sermayenin iflas dalgaları yahut savaşlar yoluyla imha edilmesiyle gerçekleşir.

İkincisi, uluslararası bir karakter taşıyan kapitalist ekonominin krize girip girmediğini döviz kuru, enflasyon vb ulusal göstergelerle anlamak mümkün olmaz. KöZ’ün arkasında duran komünistler bu nedenle diğer sol akımlar gibi doların her sıçramasında ekonomik kriz geldi/geliyor diye heyecanlanmadı. Aksine, bugüne kadar dünya çapında bir ekonomik bunalım söz konusu olduğu için bu bunalımla başetmeye çalışan emperyalistlerin aldığı önlemlerin Türkiye’de bir krizin patlak vermesini engellediğine işaret ettik. Türkiye ekonomisinde bir krizden söz edenler aslında dünya ekonomisindeki toparlanma masallarına inandıkları için darkafalı bir ulusal bakışla uluslararası kriz dinamiklerine gözlerini kapıyorlardı.

Ekonomik krizler bir dizi bireysel kapitalist açısından iflas anlamına gelse de kapitalist sistemin çöküşü yahut iflası anlamına gelmez. Tersine kapitalist sistemin yeni bir silkinişle ayağa kalkması ancak geniş bir kapitalist kesimin esaslı bir krize girmesiyle mümkündür. Bu bakımdan bir bütün olarak kapitalist üretim tarzının çıkarı tek tek kapitalistlerin hatta emperyalist devletlerin çıkarlarıyla hiçbir zaman tam olarak örtüşmez. Hatta kapitalist ekonominin açmazları büyüdüğünde ortaya düpedüz bir karşıtlık çıkar. Ama yapısal bir sorun olan kriz sırf kapitalistler onunla yüzleşmek istemiyor diye ortadan kalkmaz, tersine daha acımasız ve süpürücü bir biçimde geri gelir.  

İkinci emperyalist paylaşım savaşından sonra kapitalist dünya ekonomisinin içine girdiği genişleme evresi 1970’lerde tıkandı. Bu tıkanıklığı aşmak için emperyalist merkezlerden bulunan çözüm, finans kapitalin dizginsiz bir biçimde hareketinin önünün açılması, piyasalar üzerindeki devlet kontrollerinin azaltılmasıydı. Gelgelelim finans kapitalin hareketini kısıtlamak için daha önceden alınmış önlemler de yine kapitalistler tarafından alınmıştı ve kapitalist ekonominin 1930’lardaki gibi büyük bir bunalıma girmesini engelleme amacını taşıyordu. Söz konusu yapısal düzenlemeler Latin Amerika, Afrika ve Asya’da bir dizi ulusal ekonomiyi darboğaza sokma pahasına finans kapital için yirmi yıllık ikinci bir baharı mümkün kıldı. Kışın kapıda olduğu ABD’deki 2001’deki borsa kriziyle anlaşıldı. Kriz karşısında Amerikan emperyalizmin çözümü vergi reformları ve teşvikler yoluyla finans kapitalin daha da dizginsiz hareket etmesi oldu. Hâlbuki sorunun kendisi tam da bu aşırı birikmiş sermaye idi. Krizin ikinci perdesi daha sert bir şekilde gerçekleşen yeni bir krizle, 2008’deki konut kredileri kriziyle kendini belli etti. Alınan önlemler elbette yine krizi ertelemeye yönelikti. Amerikan merkez bankası tüm batık şirketleri piyasaya dolar enjekte ederek kurtardı, ama bunun bedeli kredi mekanizmaları aracılığıyla zaten aşırı şişmiş ve imha olması gereken sermayenin daha da şişmesi oldu. Söz konusu sermaye bolluğu Türkiye gibi ülkelerin krize girmesini engellerken emperyalist ülkelerde yeni ve daha kalıcı bir bunalımın yolunu döşedi. 

Bugün Korona salgınıyla eş zamanlı yaşanan ekonomik kriz işte son yirmi senedir kapıyı periyodik olarak çalan krizlerin üçüncü perdesidir. Korona ne vebayla kıyaslanabilir şiddette bir salgın, ne de hali hazırda dünyadaki en ölümcül hastalık da değildir. Tam da bu nedenle Korona sahneden çekildiği zaman da ekonomi tekrardan eski haline dönmeyecek. Korona salgını yarattığı şok ve dehşetle ötelenen bir krizin pimini çekti sadece.

Bununla birlikte, emperyalist merkezlerin krizin içinde bulunduğumuz bu evresinde kaderlerini kabul edeceklerini düşünmek yanıltıcı olur. Nitekim geride bıraktığımız 7 ay içinde alınan önlemlere baktığımızda 2008’deki devlet müdahalesini on kat aşan yoğunlukta bir kurtarma girişimini gözlemek mümkündür. Bütün batık şirketler, ilerideki bir toparlanma umuduyla merkez bankaları tarafından kurtarılmakta, imha edilmeyi bekleyen ve imha edilmesi gereken sermaye spekülatif yollarla daha da şişirilmektedir. Yavaş ve sancılı bir toparlanmayı mümkün kılacak bu önlemlerin emperyalist merkezler açısından bugünkünden de sarsıcı bir krizin yolunu döşediği şimdiden söylenmelidir.

Dünya çapındaki bu ani ekonomik kriz, Türkiye ekonomisinde de ani bir yıkıma yol açmıştır. Bununla birlikte tam da krizin esas olarak emperyalist metropollerde gerçekleşen bir kriz olduğu ve krizi çözmek için alınan önlemler dünya çapında sermaye bolluğu yarattığı için Türkiye’de on yılı aşkın süredir beklenen krizin “nihayet” – kimilerine göre bir kez daha – çıktığı tespitlerine temkinli bir biçimde yaklaşmak gerekir. 

Sosyal Devlet Tütsülerle Çağrılıyor

Korona salgını vesilesiyle patlak veren kriz, sosyal devletçi eğilimleri tekrardan hortlatıyor. Solda yaygın ve yanlış bir biçimde kapitalizm devlet denetiminin minimuma indiği bir ekonomiyle eş tutuluyor. Bu naif yaklaşıma göre kapitalizm azgın bir piyasacılık, sosyalizm ise ekonominin tümüyle devlet eliyle düzenlenmesidir. Ekim Devrimi ile sosyalizm zafer kazanıp, sosyalizmin kazanımları tüm emekçilere umut ışığı olunca da emperyalistler kendilerine çeki düzen vermek, ekonomide devlet müdahalesini kabul etmek, emekçilere iş güvencesi gibi bir dizi taviz vermek zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla birlikte, özelleştirme uygulamalarıyla devleti piyasanın tümüyle dışına çıkarılmaya, emekçilerin tüm kazanımları onların elinden almaya başlamıştır. Korona salgını ile patlak veren aslında neo-liberalizmin krizidir. Bu krizden çıkış yolu ise planlı devlet ekonomisinden başka bir şey olmayan “sosyalizm”dir. Tam da bu nedenle sosyalist/yahut “halkçı” bir kurumsal geçmişe sahip ülkeler, örneğin Çin, korona sınavından görece başarılı bir şekilde geçmiştir. 

Elbette bu yaklaşımın iler tutar bir yanı yok. Kapitalistlerin devlet müdahalesine karşı oldukları bizatihi liberal bir hurafeden başka bir şey değil. Kapitalist dünya ekonomisinin gelişiminin her aşamasında devlet aktif bir rol oynadı. İlk sosyal devlet uygulamaları daha Sovyetler Birliği ortada yokken Lasalle’ın damgasını vurduğu İkinci Enternasyonalciler tarafından alkışlanan Bismarck’ın Almanya’sında hayata geçirildi. 1930’lardan itibaren Amerika’da, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra tüm dünyada yürürlüğe konan sosyal devlet ve piyasalara yönelik devlet kontrolü uygulamalarının SSCB’nin basıncıyla ilişkisi yoktu. Asıl amacı 1930’larda spekülatif şokları önlemek, aşırı üretim bunalımlarının önünü kesmek ve Avrupa ekonomisi’nin ayağa kalkmasını sağlamaktı. Zaten bu uygulamalar 1980’lerin başında yürürlükten kaldırılırken de SSCB hala ayaktaydı.

Komünizmin alt evresi olan sosyalist bir toplumdan ancak proletarya diktatörlüğünün dünya çapında zaferindan sonra söz edilebileceği, proletarya diktatörlüğünün ekonomide burjuva devletinin egemenliği ile aynı şey olmadığı akılda tutulursa, proletarya diktatörlüğü vasfını daha 20’lerde yitirmiş SSCB’nin akıbetiyle yetmişlerin bunalımı ve 80’lerdeki düzenlemeler arasındaki ilişkinin sanılanın tam tersi olduğu anlaşılır. SSCB’nin çöküşü sosyal devlet uygulamalarının son bulmasına yol açmamıştır. Yetmişlerdeki krizin kendisi emperyalistler açısından sosyal devlet uygulamalarını sürdürülemez kılmıştır, aynı kriz dünya kapitalist sistemine özgün bir sosyal devlet olarak eklemlenmiş olan SSCB’nin de tasfiyesine yol açmıştır.

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin içinde debelendiği krizden ancak daha gelişkin sosyal devlet politikalarıyla çıkabileceği açıktır. Tam da bu nedenle bugün kamulaştırma, ekonomiye devlet müdahalesi, planlı ekonomi türü taleplerle sosyalizm propagandası yaptığını sananlar aslında kapitalistlerin uzun vadeli çıkarlarını savunan burjuva ideologları ve reformcularıyla aynı hatta yer almakta, başka bir deyişle kapitalizmin ömrünü uzatmak için reçeteler yazmaktadırlar.

Emperyalistler Arasındaki Çelişkiler Derinleşiyor

Gelgelelim kapitalizmin ömrünü uzatacak reçetelerin bugünden itibaren pürüzsüz bir şekilde hayata geçirebileceğini sanmak da başka bir büyük yanılgı olur. Zira herşeyden önce halihazırda egemen olan kapitalistler kendi dar çıkarları nedeniyle bu politikalara direniyorlar. Etkin bir devlet müdahalesini ve sosyal devlet uygulamalarını temel alan Keynesçilik İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra hâkim ekonomi modeli haline geldi ama aslında Keynes temel tezlerini birinci paylaşım savaşından hemen sonra üretmişti. Keynesçiliğin kabul görmesi için hakim kapitalist grupların direncinin kırılması gerekiyordu. Amerika’da Roosevelt’in “New Deal” (Yeni Düzen) politikalarının başlaması bile ancak 1929 krizinin ardından tüm şirketlerin silinmesiyle ve dirençlerini yitirmesiyle yaşandı. Bugün ise kısa vadeli çıkarları nedeniyle devletin ekonomiyi yeniden örgütlemesine karşı çıkacak kapitalistlerin direncini kıracak bu türden gelişmeler henüz söz konusu değildir. İkincisi aşırı birikmiş sermaye imha edilmeden şu ya da bu devletçi düzenleme krizi daha da derinleştirecektir. Dolayısıyla 1930-45 arasındaki iflaslar ve savaşlar sonunda gerçekleşen sermaye imhası gerçekleşmeden herhangi bir “kamucu çözümden” söz etmek mümkün olmayacaktır. Üçüncüsü ve her şeyden önemlisi, krizler yani sermayenin imha süreci sadece savaşlara değil devrimci ayaklanmalara da yataklık edecektir. Bu ayaklanmaları ezmeden, düzen güçleri tarafından çevrelemeden yeni bir döneme başlamak mümkün değildir. Dolayısıyla bugün kapitalizmin sosyal devlet uygulamalarıyla yeni dönem uygulamalarından söz edenler (yahut buna sosyalizm adını takan revizyonistler) aslında daha baştan içine gireceğimiz devrim döneminin yenilgiye mahkûm olduğunu kabul etmektedirler.

Yönetenlerin eskisi gibi yönetmemesine yol açan tek faktör Korona vesilesiyle patlak veren ekonomik krizin yeni evresi değildir. Ekonomik krizler giderek şiddetlenen salınımlar olarak karşımıza çıksa da, aynı ekonomik sorunların ürünü olarak son yirmi yılda emperyalistler arasındaki rekabetin keskinleşmesi ve yer yer askeri boyutlara ulaşması siyasi tablonun adeta sabit bir bileşenidir. Korona vesilesiyle bu açmazlar daha da büyümüştür. Brexit sonrasındaki Avrupa Birliği’nin homojenleşmediği İtalya krizi vesilesiyle bir kez daha açığa çıkmıştır. Çin ve ABD arasındaki virüsün kaynağı kim gerilimi, ticaret savaşlarına paralel şiddetlenirken, Dünya Sağlık Örgütü de ABD’nin çekilmesiyle birlikte işlemeyen kurumlar arasında yerini almıştır. Emperyalist devletler artık en ufak bir konuda ortak bir politika oluşturma becerisine sahip değildirler.

KöZ’ün arkasında duran komünistler açısından bunlar yeni gelişmeler değildir. Siyaset sahnesine adım attıkları dönemde tüm sol akımların Kautskici bir şekilde, “Amerikan imparatorluğundan”, “tek kutuplu dünyadan” söz ederken gazetemiz bu akıntıya karşı durmuştu. Kapitalizmin başından itibaren küresel bir sistem olduğunu, küreselleşme denilen kesintisiz bir kaynaşma ve entegrasyon sürecinden söz edilemeyeceğini, emperyalistler arasındaki rekabetin sürekli olarak ekonomik gelişmelere damga vuracağını, emperyalistler arasındaki çatışma keskinleştiği için Amerika’nın gün geçtikçe mevzi yitirdiğini ısrarla savunduk. Amerika zayıfladığı oranda Avrupa Birliği, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü türü kurumların etkilerini yitireceğini döne döne tekrar ettik.

Gelinen noktada sol içerisindeki neredeyse tüm akımların “Amerikan hegemonyasının gerilemesi”nden yahut krizinden söz ettiğine bakılarak soldaki akımların Trump dönemine dek yaptıkları tüm analizleri çöpe attığı ve nihayet doğru yolu bulduğu düşünülebilir. İkinci paylaşım savaşından sonra herhangi bir aşamada bir “Amerikan Hegemonyası”nın yaşandığını söylemek, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer emperyalistleri onların rızasıyla yönettiğini söylemek doğru değildir. Amerika diğer emperyalistleri onların rızalarıyla değil onlara kendini iktisadi ve askeri olarak, dayatarak yönetmiştir. Diğer emperyalist devletler de fırsatını buldukları her anda ABD’nin planlarını boşa çıkarmaya çalışmışlardır. 

Koronanın bir diğer etkisi ise, devletlerin emekçilerin üzerindeki denetim kapasitesinin artmasıdır. “Her şeyin başı sağlık” diyen sol akımların da çanak tutmasıyla devletler neredeyse tüm dünyada sokağa çıkma yasaklarını kolaylıkla ilan etmişler, tüm emekçilerin yaşamını denetleyecek uygulamaları adım adım hayata geçirmişlerdir. Mitingler sağlık gerekçeleriyle iptal edilmiş, hükümetlerin her türlü etkinliği yasaklamasının yolu açılmıştır.  

Gelgelelim sırf bu imkanlar arttı diye önümüzdeki dönemlerde daha etkin ve yasakçı rejimlerin ortaya çıkacağını beklemek hayalcilik olur. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin defaatle belirttiği üzere dünyanın her yerinde farklı tempolarla gelişse de hükümetler, bürokrasilerin ve burjuva siyasetlerinin diğer aktörlerinin neredeyse hepsi derinleşen bir siyasi krizin pençesinde kıvranmaktadırlar. Bu kriz hüküm sürdükçe burjuva devletlerin yekpare bir bütün gibi davranmaları olanaksızdır. Önümüzdeki dönem kayıtsız şartsız egemenliğini ilan etmiş burjuva diktatörlüklerinin değil, siyasi krizlerin tetiklediği proleter ayaklanmaların dönemidir.