Buharlaşan Devrim Fikri

1980’li yılların sonundan 2000’li yıllara uzanan sürece SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılması damga vurmuştu. Buna artık bir çağın kapandığı ve 19.-20. yüzyıllara damga vuran devrimlerin artık görülmeyeceği inancının yayılması eşlik etti.

2000’li yıllar da Ukrayna’daki hükümet değişimine yol açan ve “Turuncu Devrim” diye anılan gelişmeyle ve onu takiben Gürcistan vb.deki gelişmelerle açıldı. Bir süre muhtelif hükümet değişimlerinin “renkli devrimler”le tarif edildiği bir dönem gelişti. Bu renkli devrimlerin popülaritesi sönmüşken bu kez Tunus’ta kadim Binali diktatörlüğünün yıkılmasına varan ayaklanmayla tetiklenen ve “Arap Baharı” etiketiyle anılan gelişmelere tanık olduk. Bu mecrada Kaddafi’nin sonu geldi. Libya o gün bugündür bir istikrarsız iç savaş içinde. Mısır’da Hüsnü Mübarek dönemi bitti ama Mürsi ile İhvan dönemi açılamadı; Sisi darbesiyle önü kesildi. Mürsi mahkemede müdahale edilmeyen bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti.

Bir bakıma artık devrim olmayacağı ve/veya ideolojilerin sonunun geldiği hurafesiyle ya renkli devrimlerden yahut Arap Baharı’nın uzantılarından medet uman bir ruh hali solun geniş kesimlerini de sardı. Yavaş yavaş terkedilmekte olan devrim fikrinin yerini bu tür ne idüğü belirsiz kitle hareketlerinden medet umma eğilimi aldı.

Nitekim Arap Baharı’nın uğradığı ülkelerde tam olarak ne olduğunu anlayıp değerlendirmeye fırsat kalmadan bu dalganın bir uğrağı olarak kabul edilmek üzere Suriye’de BAAS rejimine karşı benzer bir hareket gelişti. Pek çokları gibi Tayyip Erdoğan ve destekçileri de kısa zamanda Esad rejiminin yıkılacağı hayaline kapılıp bu süreçte İhvan hareketiyle birlikte bilfiil yer almaya yöneldiler.

Rojava Devrimi

2012 Temmuzuna gelirken Erdoğan Esad rejimine karşı doğrudan doğruya ÖSO çatısı altında anılan muhalefetin yanında yer almak üzere Suriye’ye dönük bir askerî harekât hazırlığı içindeydi. Bu adımın öncesi ise ÖSO içindeki muhtelif cihadcı örgütlere üstü örtülü ama pek gizli saklı olmayan bir biçimde T.C. hükümeti tarafından sunulan lojistik, tıbbi ve hatta askeri yardımların yoğunlaşması idi. Bu konulara el atan gazetecilerin ve hatta milletvekillerinin neredeyse tamamı şu ya da bu biçimde susturuldu veya hapse atıldı. Sözde muhalefetin de onayı ve susuş kumkumasıyla bu konudaki haberler sansür edildi; hala bu sansür kalkmış değil.

İşte tam bu sırada, 2012 Temmuzunda TSK’nın Suriye’ye girmesi beklenen alanlardaki BAAS’a bağlı silahlı kuvvetler bir kısım silah ve mühimmatı da bırakarak güneye doğru çekilme kararı aldılar.

Bu dönemeçten itibaren Kürtçe’de Batı demek olan Rojava sözcüğü tüm dünyada bilinen ve sözlük anlamından fazla anlamlar yüklenen bir sözcük haline geldi.

Çünkü o tarihten itibaren Kuzey Suriye’de Kürtlerin nispeten yoğun olduğu ve az çok halk meclislerinin oluşmuş olduğu Kobani’den başlayarak Afrin, Cezire kantonlarında PYD özerklik ilan etti. O zamandan beri Ayn el Arab dünyada Kürtlerin koyduğu isimle Kobani diye anılmaya başladı. Rojava sözcüğü de tüm dünya dillerinde kendine bir yer buldu. Cezire Kantonu 21 Ocak 2014, Kobané 27 Ocak 2014 ve Afrin Kantonu 29 Ocak 2014’te resmen ilan edildi. Bu kantonların birbiriyle bağlantısının kesilmesi için T.C.’nin gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı ve sonra da Afrin/Zeytin Dalı işgal hareketlerinin ardından Afrin çatışmasız bir biçimde terk edildi. Buna bir cevap olarak Afrin ile Kobani arasında bulunan Şehba’da dördüncü bir kanton (fiilen üçüncü, tarihi olarak dördüncü kanton) Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı işgal hareketleri arasında, Ağustos 2017’de özerkliğini ilan etti.

7 yıldır böyle inişli çıkışlı bir süreçte Rojava Devrimi konusu Ortadoğu’dan ibaret olmayan bir coğrafyada gündemdeki yerini koruyor.

Demokratik Konfederalizm Yeniden Revaçta

Ne var ki Rojava Devrimi ile birlikte sadece Rojava ve devrim kavramları kendilerine dünya literatüründe bir yer açmış olmakla kalmadı.

Bu gelişmeye paralel olarak pek yeni olmamakla birlikte çoktan beri küllenmiş bir siyasi akım yeniden popüler olmaya başladı. Türkiye’de ve Kürdistan’da Abdullah Öcalan’ın bir icadı olarak kabul edilen “demokratik konfederalizm”, “komünal belediyecilik” gibi kavramlarla anılan bir siyasal strateji ve anlayış Rojava Devrimi ile birlikte yaygın bir ilgi görmeye başladı.

Doğrusu merkeziyetçi ve otoriter bir geleneğe bağlı Türkiye ve Kürdistan solunda adeta Rojava Devrimi’nin kendisinden daha sarsıcı bir değişim yaratan bu fikirler Batının sivil toplumcu ve liberter yeni solu için pek yabancı olmayan hatta marksizmden daha eski kökleri olan bir akımın unsurlarıydı. Nitekim bu gelenekten gelen akımların ve kimselerin hemen ilgisini çekti. Türkiye ve Kürdistan’da ise hala bu bakış açısının kökleri ve anlamı tam olarak kavranmış değildir.

Mamafih ilgili çevrelerce en az Bookchin’in kendisi kadar tanınan hayat arkadaşı ve yoldaşı Janet Biehl’in Bookchin’in 2006’da ölümünden sonra yazdıklarının da gösterdiği gibi, Öcalan ile Bookchin arasında azımsanmayacak bir görüş alış verişi İmralı koşullarına rağmen sağlanmıştı. Bookchin’in bazı temel kitaplarının Türkçeye tercüme edilmesi de Öcalan’ın İmralı’ya hapsedilmesini takip eden süreçte sağlanmıştı. (Üç ciltlik Devrimci Halk Hareketleri Tarihi, 2011, Dipnot yayınları)

Her ne olursa olsun aslında 15-16 yaşından beri militan bir hayatı olan ve sendikacılıktan troçkizme, oradan anarşizme doğru seyreden Bookchin’in yoğun ve verimli siyasal yaşamı sırasında elde etmediği popülariteyi Rojava Devrimi’nin ardından ve Öcalan’la teması sayesinde elde ettiğini söylemek abartma değildir. Ne var ki, ne Rojava ve genel olarak Kürdistan’da ne de Türkiye’de bu konuyla ilgilenilmiştir. Bu cenahta söz konusu fikirler Öcalan’ın katkıları olarak algılanmaktadır hala.

Öte yandan bu nedenle Rojava devrimine ilgi duyan pek çok liberter sivil toplumcu akımın üzerinde pek durmaya yeltenmediği önderlik vurgusu paradoksu bir yana, bu sayede üzerlerindeki asırlık ölü toprağının silkelenmekte olduğundan heveslenerek harekete geçen batılı genç liberterlerin bu sayede Rojava Devrimiyle ilgilenmesinden şikayet etmek de yersiz olsa gerektir.

Ama komünistlerin bu konuya parmak basarken dikkat etmesi gereken husus konunun bu romantik yanından ötededir.

Hiç kuşkusuz SSCB ve benzerlerinin tarihe karışmasıyla birlikte devrim ve sınıfsız toplum hedeflerinin bulanıklaşması ve dünya çapında bir karamsarlığın yayılması karşısında hangi vesileyle olursa olsun dünya çapında bir ilginin Rojava Devrimi üzerinde yoğunlaşmasını bir fırsata çevirmek mümkündür. Hatta tam da dünyanın pek çok köşesinden çok sayıda kimsenin bir konu üzerinde ortak bir yoğunlaşma içinde olması pek çok konu hakkındaki siyasi gerçeklerin buradan hareketle pek çok ilişkisiz görünen noktaya doğru açıklanmasının imkanlarını sunmaktadır.

Bu itibarla Rojava Devrimi’ni üzerindeki bu proudhoncu/ sivil toplumcu (Komünist Manifesto bu akımı burjuva sosyalizmi olarak tarif ediyordu!) gölge nedeniyle ilgi alanının dışında bırakmak sorumsuzluk olur. Bilakis komünistlerin sorumluluğu bu vesileyle Rojava Devriminin mahiyeti ve zaafları üzerinden hareket ederek Komünizmin temel referanslarını öne çıkaran bir propaganda faaliyetinin temel eksenine bağlamak için gayret etmek olmalıdır.

Genel olarak tasfiyeci ve kitle kuyrukçusu akımlar zaten entelektüel tembelliklerinin bir sonucu olarak da bu konuyla ilgilenmezken komünistler Rojava devrimi vesilesiyle PKK/PYD üzerindeki bu liberter tasfiyeci etkinin üzerine giderek Rojava Devrimine ilişkin siyasi gerçekleri ortaya koymakla yükümlüdür.

Paris Komünü ve Rojava Devrimi’nin Ortak Zaafı

Rojava Devrimi’ni ilk selamlayanlar arasında yer alan komünistler aynı zamanda bu devrimle Paris Komünü arasındaki benzerliğe de işaret etmişti. Ama o vakit yüzeysel kalan benzerliği şimdi derinleştirmenin zamanıdır.

Paris Komünü’nün başlıca zaafı hiç kuşkusuz merkezi iktidara ilişkin kayıtsız tutumuydu. Parisli komünarlar adeta “herkes bizim gibi yerel iktidarı ele geçirip gündelik hayatı bizim gibi örgütlesin sonra da bir konfederasyona varalım” düşüncesiyle hareket ediyordu. Bu kayıtsızlık Merkezi hükümetin toparlanıp Prusyalıların (Alman İmparatorluğu olmuştu artık) da desteğiyle Paris Komünü’ne saldırıp ezmesine vardı. Hatırda kalan komünarların kahramanca direnişi oldu. Bilhassa Kobani direnişi de en az komünarlarınki kadar kahramanca destanıyla hafızalara kazındı.

Ne var ki Rojava devrimi Paris Komünü’nden çok daha uzun ömürlü oldu. Bu itibarla inceleme konusu olacak çok yönlü deneyimlere de sahne oluyor.

Kürdistan’ın Batısından Suriye’nin Kuzeyine

Herşeyden önce Rojava devrimi olarak başlayan süreç Kürdistan devriminin batıdan başlayan bir ilk adımı gibi göründüğü ölçüde olumlu ve umut vericiydi. Ama kısa zamanda Batı Kürdistan değil Kuzey Suriye vurgusu öne çıktı. Üstelik Kuzey Suriye’de de birbirinden kopuk (Üstelik T.C.nin iki aşamada araya girip iyice kopardığı) kantonlarla sınırlı kaldı. ABD ve koalisyonunun doğu kesimdeki konumlanışı tüy dikmiş durumdaydı. Trump’ın çekilme kararı ve takip eden Türk işgaliyle birlikte Kuzey vurgusu yepyeni bir aşamaya gelmiş, YPG’nin Esad rejiminin beşinci kolordusu olması talebi yükseltilmeye başlanmıştır.

Bugün Rojava sözcüğü hala dillerde sürse de resmi olarak Rojava toplum sözleşmesi yerini Kuzey Suriye federasyonu toplum sözleşmesine bırakmış durumda. Eğer birinci kertede bir devrimden söz edilecek ise bu ikinci kertenin bu devrimden bir geri adım olduğunda şüphe yoktur. Kuşkusuz devrimler ileri geri hamlelerle gelişir ve bu ilk kez Rojava Devrimi’nde görülen bir olgu değildir. Ama Batı Kürdistan’dan Kuzey Suriye’ye geçiş sadece geri adım değil ileri dönük ufkun kararmasına dair bir değişikliktir. Hatta bir siyasi niyet olmaktan çıkıp hayatta karşılığını bulunca Rojava Devrimi’nin son bulmasına yol açacaktır. Böyle adlandırılmadığı takdirde anlamı kavranamaz.

Kuşkusuz zaten merkezi siyasi iktidarla ilgilenmeyen ve yerel reformlarla sınırlı bir ufku olan bir hareketin bu konu üzerinde durması beklenemez. Ama daha kötüsü baştan itibaren merkezi bir siyasi hedefi olmayan ve kendini bu çerçeveyle sınırlayan bir bakış açısının erdem ve marifet olarak görülmesi, gösterilmesidir. Geri düşme kavranmadığında yeni bir devrim ihtimali peşinen kenara bırakılmış olur. Nitekim  yaşanan da budur.

Devrim Egemenlik Sorunuyla İlişkilidir

Bunun kadar önemli bir başka zaaf merkezi siyasi iktidara ilişkin bir perspektif eksikliğinin yerel ve gündelik hayat düzlemindeki kimi reform kabilinden gelişmelerle Rojava Devrimi’ni tanımlama gayretleridir. Örneğin kadınların toplumsal hayattaki yeri ve rolü hakkındaki gelişmeler gündelik işlerin örgütlenmesine dair düzenlemeler vb. Rojava Devriminin başlıca erdemleri olarak algılanmakta ve gösterilmektedir. Bu haliyle ve Suriye’nin geçmişine bakıldığında büyük hamleler ifade eden bu tür uygulamaların önemi küçümsenemez ama bunların kalıcılığının sağlanmasının merkezi siyasi iktidara ne olacağıyla ilgili olduğu unutulduğunda bu kazanımların korunması da tehlikeye girmektedir.

Kaldı ki örneğin en çok üzerinde durulan kadınların toplumsal ve siyasal hayattaki rolü üzerinde durulduğu takdirde dahi bunu görmek zor değildir.

Bugün en çok üzerinde durulan konuların başında Rojava kantonlarında kadınların değişen durumunun geldiği aşikardır. Ancak unutulmamalıdır ki en çok öne çıkarılan örnekler istisnasız YPJ militanlarına dair örneklerdir. Bir başka deyişle silahlı kadın militanların durumuna dairdir. Bu takdirde bu militanların patriyarkaya karşı duruşlarını anlamak zor olmasa gerektir. Ama Batı Kürdistan’da silahlı olarak savaşta yer almayan diğer kadınların durumu nedir? Bu konuda henüz bir tanıklığa rastlanmış değildir. Bu aynı zamanda YPJ’nin silahsızlandırılması halinde tablonun nasıl olacağı hakkında da soru işaretlerini getirir. Hiç kuşkusuz özgürlüğünü kazanmış ve bunu nasıl kazandığının bilincinde olan kadınların ellerindekini kolay kolay bırakmayacağını düşünmek için alim olmaya gerek yoktur. Ama Suriye toplumunun ezici çoğunluğu içinde kadınların aynı durumda olmadığını, hatta bunların önemli bir kısmının cihatçı çetelerin içinde köle/seks kölesi olarak yaşadığı akla getirilirse bu tablo daha belirginleşecektir.

Unutmamak gerekir ki Proudhon’cuların damga vurduğu Paris Komünü deneyimine hayat verenlerin başında da Parisli kadın komünarlar geliyordu. Ama barikatlarda ve komün için kanlarını akıtıp, kan dökmekte en önde gelen bu kadınların Komün’ün resmî kurumlarında hiçbir yerinin olmadığı, en fazla tali lojistik vb. görevlerde kendilerine ancak yer bulabildikleri sık sık unutulur. Bu nedenle mahkûm edilirlerken bile kadınlar yok sayılmak istenmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de en önde gelen sorumlulardan biri olarak en ağır cezaya çarptırılmak için avaz avaz bağıran Louise Michel’in en fazla sürgünle cezalandırılıp sonra da affa uğramasıdır. Karşı devrimin mahkemeleri bile bir kadının, kadınların Komün’ün önde gelen sanıkları arasında görünmesini istememişlerdi.

Rojava Devrimi’ni Kürdistan’ın batısını Suriye’nin kuzeyine eklemleyerek bitirmek isteyenler sadece ulusal kurtuluş yolunda bir devrimini belediyeci reformlara çevirmeye gayret etmiyorlar. Aynı zamanda imkânsız bir projenin peşinden koşuyorlar. Zira YPG’nin egemen olduğu bölgelerin Suriye’nin kuzeyinde demokratik ve özerk bir adacık olarak kalabilmesi için bile geçelim üniter Suriye’den vazgeçmeyi, kendisine muhalif olabilecek siyasi partilere tahammül etmeyi bile reddeden gerici Baas rejiminin değişmesi gerekmektedir. Oysa karşımızda adım adım iktidarını pekiştiren bir Esad vardır, Türk işgali ise Esad’ın bu pozisyonunu sağlamlaştırmaktadır. Bu durumda demokratik bir anayasa ile Kürtlerin kısmi kazanımlar elde etmesi Türkiye’deki kadar bile karşılığı olmayan ham bir hayaldir.

Kötümserliğin Sırası Değil

Sorunun bu olumsuz yönüne bakıp Rojava Devrimi ve bağrında taşıdığı dinamikler hakkında kötümser bir perspektife mi kapılmalı?

Bu zaten peşinen ipin ucunu bırakma eğiliminde olanların davranışı olur. Zaten bu gibilerin de komünist devrimcilerin arasında yeri olmaz. Aksine hiç kuşkusuz Rojava devrimi daha baştan itibaren sadece kendi alanında değil Türkiye siyasetine kadar uzanan ciddi siyasi etkiler yaratmış durumdadır. Bundan sonra da daha az etki yaratmasını beklemek saçma olur.

İkincisi ister romantik devrimcilik dürtüsüyle ister başka saiklerle Rojava Devrimi’ne ilgi duyan bizzat bu devrime katılmaya yönelenlerin sayısı az değildir. Hiç kuşkusuz Rojava Devrimi’nin akıbeti ne olursa olsun bu deneyimin derslerini çıkaracak olanların başında da bu derslere ihtiyaç duyacak olanların başında da bunlar gelecektir. Bunların arasından Kürdistan ve Orta Doğu devriminin öncü unsurlarının sıyrılacağını düşünmek hayalperestlik değildir. Aksine bunu düşünmeden Türkiye’de ve Orta Doğu’da hatta dünyanın başka yerlerinde devrimci olmak da mümkün değildir.

Ama komünistlerin asıl ödevi mirasçısı oldukları bolşevizmin dersleriyle Rojava devriminin derslerini birleştirip buna ekmekten sudan daha fazla ihtiyacı olan militanlara sunmaktır.

Öte yandan gelinen noktada Rojava devriminin durumunu ve görünen olasılıkları dikkate alarak Rojava devrimini bir devrim olarak adlandırmakla hata yapıldığını düşünme eğiliminde olanlar da az değildir. Bu da devrim ve siyasete en az romantik devrimciler kadar uzaktan bakan bir yaklaşımı ifade eder. Zira Rojava Devrimi’nin proudhoncu burjuva sosyalizmi tarafından bitirilmek istendiğini tespit etmek için bile öncelikle Rojava’da bir devrimin gerçekleştiğini kabul etmek gerekir.

Kürtlerin Özgürlüğü Temel Koşuldur

Orta Doğu’nun düğümü ve Orta Doğu’da demokratik bir açılımın asgari koşulu bu coğrafyanın Filistinlilerle birlikte esaret altındaki iki ezilen ulusundan biri olan Kürtlerin özgürleşmesine ve Kürdistan’ın bağımsızlaşmasına bağlıdır. Orta Doğu’daki egemen/ezen halkların özgürleşmesinin koşulu da budur.

Bu nedenle hiç tereddüt etmeden söylenmelidir ki, Rojava devriminin yedinci yılında olduğu gibi sonrasında da Orta Doğu’nun esaretten kurtulmasına önderlik edecek olan komünistler bu devrime bu bilinçle yaklaşanlar arasından çıkacaktır.