Besbelli bu vakada da başka vesilelerle ilgili olarak olduğu gibi devlet hakkındaki yalan sırıtmaya başlar. Tıpkı güya «vatanı ve sınırlarını savunmak» için teşkil ve tahkim edilen devletin sınırları tehlikeye girdiği zaman vatandaşları göreve çağırmasında olduğu gibi!

Nitekim her alanda bir kısıtlama ve tecrit dayatılırken bir yandan da kapitalist işletmelerin çalışmaya devam etmesi zaruretinden kimse feragat etmeyi düşünmemektedir. Bu salgın tehdidi nedeniyle (eğer en iyi tedbir tecrit olmak ve kalabalıklara karışmamak ise) çalışanların ücretli izinli sayılmasından söz eden yoktur. Aksine çalışanların işe gidip gelmeleri için toplu taşıma araçlarında balık istifi misali tıkılmasına ilişkin bir kısıtlamadan söz eden yoktur. Zira sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin ve ücretli emeğin sömürüsünün kesintiye uğramaması esastır. Oysa belli ki bu ulaşım tarzının herhangi bir toplantı mekânında bir kafede vb. veyahut zaten çoktan beri gaz bombasına karşı maskeyle katılınılan eylemlerde bir araya gelmekten daha yüksek bir bulaşma riski taşıdığı aşikârdır.

Buna rağmen neredeyse bütün ülkelerde öngörülen tedbirlerin ortak özelliği bu bahaneyle bir tür olağanüstü hal yahut sıkıyönetim rejiminin herkese kabul ettirilmesidir. Daha da kötüsü bunun onların rızasıyla yaptırılmasıdır.

Fransa’da IŞİD saldırılarının ardından getirilen ve kalktığı zaman bile bir nevi yerleşiklik kazanan olağanüstü hal tedbirleri buna iyi bir örnektir. Sarı yelekliler bu olağanüstü tedbirlerin gerekçesi olan cihatçılarla hiçbir benzerlikleri olmasa da bir yıldan fazladır eylemleri sırasında karakolda ve mahkemede sonrasında da hapishanede bu tedbirlere maruz kalmaktadırlar. Keza Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimden sonra bu girişimin esas failleriyle ilişkisi ve benzerliği olmayan geniş bir kesimin maruz kaldığı OHAL tedbirleri de bir başka örnektir.

Açıkçası birçok örnek göstermektedir ki bu tür baskı tedbirleri bir kez kabul ettirildiğinde buna vesile olan olay ortadan kalktığında da sürdürülmektedir. Komplo teorilerine meraklı olanlar bu olguya bakarak bu salgının bu maksatla çıkarıldığını düşünme eğilimindedir. Oysa tekelci kapitalizm ve çürüyen kapitalizm de demek olan emperyalizm çağının temel özelliklerinden biri de siyasal iktidarın merkezileşmesi ve finans-kapital oligarşisinin elinde temerküz etmesidir. Özü itibariyle bir baskı aygıtı olan devletin bu biçimde güçlendirilmesi her şeyden önce elbette baskı ve kısıtlamaların çoğalması, buna paralel olarak da istihbarat ve devlet denetiminin muazzam ölçekte artmasıdır.

Nitekim Korona virüs salgını ile birlikte alınan önerilen tedbirlerin hepsi bir tedavi ve korunma kaygısından ziyade muazzam bir kontrol, tecrit ve baskı iklimini gözler önüne koymaktadır. Herkesin birbirinden endişe ettiği ve temastan kaçındığı bir ortam bir sağlık ortamından ziyade otoriter bir baskı ortamına delalet eder. Ama bu siyasal gericiliğin Korona virüsü salgını vesilesiyle apaçık görünüyor olması, bunun söz konusu salgınla bir ilişkisi olduğundan değildir. Daha çok emperyalizm çağının temel özelliklerine delalet eder.

Bugün dünyanın belli başlı birçok ülkesinde benzer bir biçimde gelişen bu tablo emperyalizm çağının aynı zamanda muazzam bir siyasal gericilik olduğunu apaçık gösterir.

Ama bir başka açıdan da bugün Korona salgınıyla kendini gösteren durum aynı zamanda finans kapitalin egemenliği altındaki bütün bu ülkelerde yönetenlerin eskisi gibi yönetemiyor olmasından ileri gelir. Yönetme iddiasında olanların yurttaşlara kendi tedbirlerini kendilerinin almasını salık vermekten başka bir şey yapamaması apaçık yönetememe durumunda olduğunu anlatır. Oysa madem ki asıl kritik zamanlarda yurttaşlar göreve çağırılacaktır adına cumhuriyet denilen veya denmeyen ama mutlaka yurttaşların kendi kendilerini yönetmesi masalıyla süslenen demokrasiler neden gerçekten yurttaşların kendi kendilerini yönetmesi ve yöneten yönetilen ayrımının ortadan kalkması anlamına gelen bir rejime geçip devleti aradan çıkarmasından söz edilmemektedir?

Komünistlerin asıl göstermesi ve altını çizmesi gereken de budur.