Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiç bir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.”

TKP/ML’nin kurucu önderlerinden İbrahim Kaypakkaya katledilmeden önce bu sözleri tutanağa geçirtmişti. Onun söylediği bu son sözlerinin üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçmesine rağmen, her devrimci militanın kendisini özdeşleştirerek tekrarladığı ve proletarya ile burjuvazi arasındaki savaş son bulana kadar da tekrarlanması gereken bir ant özelliği taşımaktadır.

Bu çarpıcı ifade nedeniyle çoğu devrimci militan için, İbrahim Kaypakkaya dendiğinde genellikle onun sorgudaki tutumu akla gelir. Kuşkusuz, yakın tarihte, düşman karşısında «ser verip sır vermeme» geleneğinin yaşatılmasında İbrahim Kaypakkaya’nın bu başeğmez tutumunun özel bir yeri vardır. Kaypakkaya işkencede «ser verip sır vermediği» için anılması elbette yerindedir ve örnek alınması gereken bir tutumu temsil eder.

Ne var ki Kaypakkaya’yı sadece bu yönüyle anmak hem ona haksızlıktır, hem de düşmana teslim olmama tutumunu ona mahsus sanmak pek çok başka devrimciye haksızlık olur.

Zira hiç kuşkusuz TİKKO savaşçısı Ali Haydar Yıldız da ser verip sır vermemiştir. Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan da öyle kabul edilmelidir. Teslim olmayacaklarını haykıran Kızıldere’deki THKP/C ve THKO savaşçıları da onlardan farklı sayılmamalıdır. Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, İbrahim Öztaş ve başka nice devrimci de. O devrimcilerin açtığı yoldan ilerleyen nice sayısız devrimci de bu geleneği sürdürmüşlerdir; sürdürecektirler.

Öte yandan Kaypakkaya’nın devrimci hareket içindeki yerini anlamak için, çağdaşları olan Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’e karşı günümüz liberal demokratik hareketi tarafından gösterilen ilgiyle ona karşı gösterilen ilginin farklılığı da önemli bir ipucu olabilir.

«Denizler, Mahirler, İbolar» TİP reformizminden koparak başlayan, sonra da TİP’ten birlikte koptukları TKP’nin oportünist artıklarından (Mihri Belli ve Dr. Kıvılcımlı’nın yanı sıra. TKP’li değil sadece oportünist olan ve hep öyle kalan karşı devrimci Doğu Perinçek’ten) koparak ileri çıktılar. Sadece bunlardan değil kuyruğuna takılmaları beklenen sözümona «sol cuntacı» Kemalistlerden de koparak gelişen bir kopuşu temsil ederler. Deniz Gezmiş’in son anına kadar kemalist olduğuna dair söylentileri daha çok avukatlarının telkinine yormak gerekir. Zira  TSK ile THKO arasındaki fark onların kemalizme mesafesini görmeye yeterlidir. Hatta mahkeme heyetinin onlara Türk Halk Kurtuluş Ordusu etiketi yapıştırma gayretlerine ısrarla direnmiş olmaları da bir işarettir.

Bu kopuşun seyri ve yönü bellidir. TİP saflarında sosyalizm ve işçi sınıfı ile tanışıp, «iktidar namlunun ucundadır» diyerek oradan kopan; sonra bu namlunun Kırıkkale yapımı ve ruhsatlı silahlar olmayacağını idrak edip sol cunta hesapları peşindekilerle de yollarını ayırarak bu sözün asıl sahibinin, yani Che Guevara’nın gösterdiği istikamete yönelen bir çıkıştır. Daha ilk merhalelerinde kesintiye uğrayan, şimşek hızında ve ne yazık ki neredeyse şimşek kadar kısa süren bir yürüyüştür bu.

Bu kopuşun yönünü en iyi 70’lerin başındaki kopuşun en son düşeni ve zincirin son halkası olan Kaypakkaya’nın vardığı nokta anlatır.

Kaypakkaya diğer arkadaşlarından bir adım ileri çıkarak Kemalizmden kopmayan ve Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi ile buluşmayan bir kopuşun kopuş olamayacağına işaret etmişti. Daha önemlisi bunun için tekrar Mustafa Suphi’nin partisinin geleneğine bağlanmak gerektiğini vurgulayarak noktalamıştı kavgasını.

70’li yıllardaki devrimci kopuşu sürdürmek iddiasında olanların bu çizgiyi bu noktadan yakalayıp geliştirmek ve ilerletmek zorunda oldukları apaçıktır. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin iddiası ve ödevleri de budur.

Bugün pek çok eski-devrimci, yeni-liberal, Denizleri, Mahirleri anarken kendi konumlarıyla özdeşleştirmekte, “yaşasaydı o da bizim gibi düşünürdü” türünden spekülasyon yaparken fazla bir zorlukla karşılaşmıyor.

Ama hiçbir liberalin, aynı sözleri İbrahim Kaypakkaya için söylediğine rastlanmamıştır. Bunun nedeniyse, Kaypakkaya’nın o dönemde resmi ideolojik söyleme ve sol hareketin politik çizgisine getirdiği sert ve keskin eleştirilerdir. O nedenle de İbrahim Kaypakkaya, bu çevrelerce anıldığı durumda bile, en fazlası onun polis karşısındaki tutumu öne çıkarılır. Yalçın Küçük gibi biraz daha kendini devrimci harekete yakın görenler ise, onun maoculuğunu öne çıkartarak, özgün ideolojik ve politik çıkışını karartmaya çalışır.

Oysa İbrahim Kaypakkaya’yı çağdaşlarından ayıran en önemli ve keskin çizgi maoizme olan ilgisi değildir. Zira 70’li yıllara gelirken parlamentarizme ve reformizme karşı tutum alıp ileri çıkan devrimcilerin tamamı Çin Devrimi’nin izlediği yola ilgi göstermiş ve aynı içerikle olmasa da bir silahlı halk savaşı perspektifini ve değişik versiyonlarıyla gerilla savaşı çizgisini benimsemişlerdir.

Zira sadece Çin’deki Halk Savaşı’nın zaferi değil, Küba Devrimi deneyimi de tazeydi. Che Guevara’nın Bolivya dağlarında katledilişi daha dün sayılırdı. Vietnam’daki anti-emperyalist mücadele tüm dünyada yankılanıyordu. Güney Amerika’dan Uzak Asya’ya ve Afrika’ya kadar özel olarak da  Orta Doğu dahil dünyanın dört bucağında devrimcilik farklı türleriyle de olsa bir bakıma gerilla savaşı ile özdeşleşmişti. 71-72 kopuşunda yer alan devrimcilerin birçoğu bizzat bu deneyimi yaşamak üzere en yakındaki Filistin kamplarına gitmiş ve Filistinli gerillaların arasına karışmıştılar. Kuzey Kürdistan’dan da hem Sait Elçi’nin takipçileri hem de Sait Kırmızıtoprak’ı (Dr. Şıvan) takip edenler de Güney Kürdistan’daki peşmerge kamplarına yönelmişlerdi.

Reformizme karşı silahlı mücadele fikrini değişik versiyonlarıyla gerilla stratejisine bağlama tutumu açıktır ki 71-72 kopuşunun başını çekenlerin hepsinin ortak tutumudur. Komünistlerin referansları bakımından da ortak kusurlarıdır.

 

«Türkiye Devriminin Yolu»nu «THKO kırsal alanları ve şiddet politikasını temel alan politik mücadelesine devam edecektir» diye tarif ederek bu yola ilk çıkan THKO olmuştur. THKP/C TSK’nın bazı kesimlerinden medet umarak anti-emperyalist mücadeleyi bunlarla birlikte yürütme arayışı ve iddiası içinde olan «keskin kokan» revizyonistlerden koparak «politikleşmiş askeri savaş stratejisini» tarif etmiştir.

Kaypakkaya’nın farkı ise kendilerini İhtilalci İşçi Köylü Partisi etiketi arkasında gizleyen ve Halk Savaşı verme iddiasını istismar eden reformistlerin maskesini düşürmesi olmuştur.

71-72 kopuşuna damga vuran devrimcilerin hepsi reformizmle birlikte modern revizyonizme karşı tutum almışlardır. Bu bakımdan Kaypakkaya’nın ayırdedici yanı modern revizyonizme karşı çıkması değildir. Onun ayırdedici yanı modern revizyonizmin «Marksim Leninizm Mao Zedung düşüncesi» maskesinin ardında gizlenen türünden kopup onu teşhir etmesidir.

Kuşkusuz Kaypakkaya ve TKP/ML’nin asıl ayırd edici yanı kemalizm ve Kürt ulusal sorunu konusundaki çıkışı ve bu konuda 1920’lerden 70’lere kadarki tüm sol geleneğe yönelttiği eleştirilerdir. O dönemde, Türkiye solu içinde, Kürtlerin bir ulus olduğunun bile genel bir kabul görmediği, sadece bir “Doğu sorunu”ndan bahsedildiği koşullarda, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ayrı bir devlet kurma hakkı olduğunu yüksek sesle dile getiren tek kişi ve gelenektir İbrahim Kaypakkaya ve geleneği.

Yine herkesin ikinci ulusal kurtuluş savaşından bahsettiği, Mustafa Kemal’in ordusundan ilerici bir darbe beklentisinin yaygın olduğu koşullarda, “Kemalizm kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir” diyen, yine İbrahim Kaypakkaya ve partisiydi.

Solun liberal kesiminde legalist-parlamentarist geleneğin, devrimci kesiminde de fokocu anlayışların egemen olduğu koşullarda, leninist devrimci örgütün gerekliliğinden, kurulacak partinin mutlaka komünist ismini alması gerektiğinden bahseden de yine İbrahim Kaypakkaya oldu. Bırakalım o dönemi, bugün bile şu sözleri tok bir şekilde dile getiren çok değildir:

Böyle bir eylem, besbellidir ki bu eylemin muhtevasıyla sıkı sıkı bağlı bir örgütü gerektirir. Bu örgüt, birinci olarak, her şeyden önce ve başlıca mesleği devrimci eylem olan kimselerden kurulmalıdır. Üyeler arasındaki bu ortak özellik işçilerle aydınlar arasında ve çeşitli meslek grupları arasındaki her türlü farkı kesin olarak siler. İkinci olarak, bu örgüt, bütün şartlarda ve bütün dönemlerde mücadeleyi sürdürebilecek sağlam bir yapıya sahip olmalıdır. Ancak böyle bir örgüt, bütün ülke çapında siyasi gerçekleri açıklayacak geniş, dengeli ve sürekli bir siyasi ajitasyon yürütebilir. Sağlam bir devrimci hareket ancak böyle bir örgütün varlığıyla mümkündür. Çünkü ancak böyle bir örgüt mücadelenin çeşitli ve hızla değişen şartlarına uyabilir. Çünkü ancak böyle bir örgüt, küçük grup ve hizipleri harekete katılan bütün unsurları bir bütün içinde toplayabilir, geniş yığın örgütlerini kendisine bağlayabilir, denetim ve yönetime alabilir. Ve yine, ancak böyle bir örgüte, eyleminin başlıca muhtevası toplumun bütün katları arasında yürütülen canlı siyasi ajitasyon olan bir örgüte sahip olanlar, ‘devrimin geldiğini önceden görmeme tehlikesini en aza indirmiş’ olabilirler ve ‘sınıf mücadelesinin kendini büyük ölçüde ortaya koyuşu sırasında’ geniş örgütsüz yığınlara da bir ölçüde kumanda edebilirler.”

Nihayet Kaypakkaya’nın Mustafa Suphi’lerin TKP’siyle, daha sonra reformist-sosyal şoven bir çizgiyi benimseyen TKP arasında kesin bir ayrım çizgisini ilk kez ve net bir biçimde  çekmesi önemlidir. Bu tutum sol içinde ilk kez dile Kaypakkaya ve TKP/ML tarafından resmen ifade edilmiştir.

Ama Kaypakkaya bu saptamayı yaparken Mustafa Suphi ile Şefik Hüsnü arasında bir ayrım çekerken bu mirası bugün devralan komünistlerin bunun Türkiye’ye özgü ve Şefik Hüsnü ile Mustafa Suphi arasındaki bir farklılıktan ileri gelmediğinin altını çizmekle yükümlüdür. Bu revizyonist çizginin TKP’ye revizyonist Komintern tarafından dayatıldığının altını çizmek Kaypakkaya’nın mirasına sahip çıkmanın olduğu kadar onu ileri taşıma ödevinin de bir gereğidir.

Doğrusu, 71-72 devrimci kopuşuna damga vuran devrimciler arasında İbrahim Kaypakkaya’nın özgün yanı sadece devrimcilerin ayırdedebildiği bir olgu değildir. Kaypakkaya ve TKP/ML o dönemde düşmanın da özel olarak dikkatini çekmiştir. O dönemde hazırlanan bir MİT raporunda İbrahim Kaypakkaya’nın görüşleri konusunda şunlar söyleniyordu:

Türkiye’de komünist mücadelede şimdi halka en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metodları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.

Her ne kadar İbrahim Kaypakkaya’nın takipçiliğini yapma iddiasında olanlar arasında köylülüğü temel alan bir Halk Savaşı stratejisini öne çıkaranlar ve TKP/ML’yi bir işçi-köylü partisi gibi sunmak isteyenler olmuş olsa da, Kaypakkaya’nın kendisi dar vakitte dile getirdiği görüşleri arasında şunu söylüyordu:

Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin bugünkü somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor, ama bu geçicidir, bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük, kitle olarak, bir bütün olarak, ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti alanında’ bulunmaktadır. Kapitalist toplumun temelinin muhafazasından yanadır. Köylülük, modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern sanayiin özel ürünü ve asil ürünüdür….Bu nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih işçi sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının eklenmesi, bilimsel olarak yanlıştır.

Bir yandan  «acil görevimiz, kırlardan kentleri kuşatacak halk savaşını başlatmaktır» derken, bir yandan şu önemli vurguyu yapıyordu:

Bizim partimiz, komünizme geçmek için bir devletin, Paris Komünü tipinde, Sovyet tipinde vb…bir devletin zorunluluğunu kabul etmekle birlikte, nihai olarak her türlü devleti kaldırmak amacındadır.”

Bu yönleriyle İbrahim Kaypakkaya 71-72 devrimci kopuşu olarak anılan ve THKO, THKP/C, TKP/ML-TİKKO’nun kurulmasına varan devrimci atılımın son halkasını temsil eder.

Neredeyse yarım yüzyıldır Türkiye’de, hatta Kuzey Kürdistan’da da kurulan devrimci akımların hepsinin kendilerine öncel olarak kabul ettiği 1971-1972 devrimci kopuşuna önderlik eden devrimcilerin sonuncusudur. Bu döneme ve sonrasına damga vurup adları slogan haline gelmiş üç devrimciden biridir.

Öte yandan her ne kadar bu kuşağın içinden teorik çalışmaları nedeniyle en çok anılanlarından biri Mahir Çayan ise diğeri de İbrahim Kaypakkaya’dır. Nedense, hepsinden erken kalemi bırakan ve esasen THKO’nun gerçek lideri olduğu gibi teorisyeni olarak da kabul edilmesi gereken Hüseyin İnan öyle anılmaz. Oysa onun yarım kalmış Türkiye Devriminin Yolu broşürü de Mahir Çayan’ın tamamlanmamış Kesintisiz Devrim çalışmasından daha az önemli değildir. Yine de THKO’yu adeta fikriyatı olmayan bir hareket gibi anmak adettendir. Besbelli ki bu «teorik ürün» verme bakımından kıyaslamanın asıl izahı Hüseyin İnan’ın (veya belki elimizde hiçbir yazılı çalışması bulunmayan Sinan Cemgil’in) Mahir Çayan kadar vakitleri olmadığından onları bu yönleriyle anmamıza fırsat kalmamıştır.

Bu çerçevede İbrahim Kaypakkaya ise hepsinden çok fikirleri ve yazılarıyla dikkat çeker. Zira o bu kopuşun en son halkasıdır ve içinde kalmaya daha uzun süre devam ettiği revizyonist/oportünist PDA hareketi içinde başlattığı polemikler ve sonrasında bunları tamamlamak için gösterdiği gayrete daha fazla zamanı olmuştur.

Yine de İbrahim Kaypakkaya sadece 71/72 devrimci kopuşunun son halkası olmakla öne çıkmaz. Onun üzerinde durulmayan asıl önemli yanı bu son ve en ileri halkayı temsil etmesi değildir.

Daha önemlisi onun yarım bıraktığı kopuşu bıraktığı yerden devralmak ve işaret ettiği noktadan başlatmak gerekir. Kaypakkaya’nın kendi kuşağının pek çok devrimcisi gibi Halk Savaşı stratejisine işaret etmiştir. Ama bunu yaparken bile asıl bakılması gereken yeri yani Mustafa Suphi’ler döneminin TKP’sini işaret etmiştir. O halde Kaypakkaya’nın kavgasını onun bıraktığı yerden devralıp ileri götürmenin yolu da bellidir.

60’lı 70’li yılların hakim eğilimlerine göre bir yol tarif etmek yerine Komünist Enternasyonal’in kuruluşunda yer alan TKP’nin programının ilke ve esaslarını benimsemek ve o TKP’nin benimsediği proleter devrim stratejisini takip ederek sınıf mücadelesini bir «işçi-köylü şuraları cumhuriyetine» ulaştıracak komünist partisini yaratmaktır.

Hem 71-72 devrimci kopuşuna hayat veren ve hayatlarını bu yolda feda etmekten çekinmeyen devrimcilere hem de onların sonuncusu olan İbrahim Kaypakkaya’ya olan borcumuz bu son halkayı yaşadığımız topraklarda komünistlerin mücadele zincirinin ilk halkasından yani Komünist Enternasyonal kurucusu TKP halkasından yakalamaktır.

KöZ’ün arkasında duran komünistler de yola çıkarken Mustafa Suphi TKP’sinin «İlke ve Esaslarını» kendi referansları olarak ilan ederek hem Kaypakkaya’nın mücadelesini bıraktığı yerden devralmanın gereğini yapmaktadır hem de onunla birlikte 71-72 devrimci kopuşuna sadık kalmanın yolunu göstermektedir.